Powered By Blogger

27 Aralık 2016 Salı

Macbeth - William Shakespeare

Shakespeare’in eserlerini mümkün mertebe okumaya çalışacağım zira Macbeth’den sonra bende henüz okumadığım diğer eserlerinde de büyük cevherlerin saklı olduğu izlenimi uyandı. Shakespeare de olsa art arda okumak istemiyorum bir noktadan sonra sıkıcı olmaya başlamasın diye. Tabi, ara sıra okumak şeklinde okuma zevkinize tat katabilirsiniz. William Shakespeare’in dünyanın en iz bırakan ve başarılı yazarları arasında olduğu su götürmez bir gerçek, ayrıca çok da üretken olması nedeniyle pek çok eserin de sahibi. Macbeth bu eserlerin arasında Romeo ve Juliet’ten sonra en tanınanlarından biridir. Shakespeare’in en kısa trajedisinde olaylar üç cadının İskoç soylusu gözü pek savaşçı Macbeth’e ve arkadaşı  Banquo'ya krallıkla ilgili kehanetini bildirmeleriyle başlar. İskoç kralı Duncan’a bağlılığı ile bilinen Macbeth bu kehanete aldırış etmez ancak günler geçtikçe kral olma tutkusu yavaş yavaş kendisini sarar. Karısına da bu tutkusundan bahsetmesinin ardından hırslı bir kadın olan Lady Macbeth'in de desteklemesiyle iyice gözünü karartır. Kral olmak uğruna hiç yapabileceğini tahmin etmediği şeyleri yapan ve derin pişmanlıklar yaşayan Macbeth, uğruna bu kadar fedakarlık yaparak kazandıklarını da kaybetmemek için zorbalık yolunda hızla ilerlemektedir. İskoçya'nın geleceği ile ilgili Banquo'nun da bildikleri kendisini rahatsız etmektedir. Cadıların kehanetlerine gereğinden fazla önem veren Macbeth, cadıların insanların kaderleri ile oynamaktan zevk aldığını biraz geç fark eder.

Macbeth hem kısa olması hem de konusunun akıcılığı nedeniyle olsa gerek, tiyatroya ve sinemaya uyarlanmış bir eserdir. Konusundan esinlenilerek çekilen filmlerin yanı sıra, 1971 yılında Roman Polanski tarafından ve 2015 yılında Justin Kurzel tarafından doğrudan aynı adla sinemaya uyarlanmış filmleri de mevcuttur. Ben henüz bu filmleri izlemedim ancak 2015 yapımı olan filmi yakın bir zamanda fırsat bulursam izlemeyi düşünüyorum. Shakespeare seviyorsanız ve daha önce okumadıysanız bu kitaba mutlaka okuyun. Benim tavsiyem İşbankası yayınları zira çevirisi Sabahattin Eyyüboğlu tarafından yapılmış. İyi okumalar!

"İş kral olmakta değil, kral olup sağ kalmakta / Banquo'dan korkumuz kökleri derin
Yaradılıştan kralca bir yanı var / Asıl korkulacak yanı da o
Her şeyi göze alabilir; yürekli adam / Üstelik aklını da kullanır yiğitliğinde,
Çürük tahtaya basmadan yapar yapacağı / Bir tek onun varlığı korkutuyo gözümü.
Yanında kafam siniveriyor sanki / Antonios da Caesar'ın yanında öyle olurmuş."

19 Aralık 2016 Pazartesi

Kira Kiralina - Panait Istrati

Panait Istrati 1884-1935 yılları arasında yaşamış ve Balkanların Maksim Gorki'si olarak tanınan Romen yazardır. Romanya'nın liman kenti İbrail'de doğan yazar, yaşadığı sürece Balkanlar ile beraber Osmanlı ve Orta Doğu topraklarında uzun süreli geziler yapmıştır  Fransızca öğrenmiştir (hatta eserlerini anadili olan Rumence değil Fransızca yazmıştır). Bu nedenle olsa gerek kitapları da gezi serüvenleri üzerinedir. Kitaplarının pek çoğunun birbiri ile bağlantılı olduğu söylenmektedir. Ben şimdilik iki kitabını aldım: Kira Kiralina ve Mihail. Adı diğerine göre daha çok hoşuma gittiği için okumaya Kira Kiralina'dan başladım. Kitap Stavro'nun arkadaşları Adrien ve Mihail'e anlattığı anıları ile şekillenmektedir. Aslında kitapta iki hikaye olduğu söylenebilir: Tinkutza'nın hikayesi ve Stavro'nun annesiyle kız kardeşi Kira'nın hikayesi. Stavro'nun bir anlamda geçmişiyle yüzleştiği hikayeler tahminimce on dokuzuncu yüz yılın sonunda hem Romanya'da hem de Osmanlı İmparatorluğu topraklarında geçmektedir. Her şeyini kaybeden Stavro'nun İstanbul'dan Lübnan'a, buradan İbrail'e uzanan serüvenleri temposunu hiç düşürmeden devam etmektedir. Annesinin ve kız kardeşi Kira'nın peşinden diyar diyar gezen Stavro acıklı öyküsüne karşın okuyucuda "acımak" duygusundan daha çok "merak" uyandırdığı için dengede tutulan bir roman dili olduğu söylenebilecektir. Stavro'nun hayatını derinden etkileyen bu kadınların içtenlikle anlatılmış hikayeleri sizi de etkileyecektir.

Bu kitabın kahramanları Adrien, Mihail ve Stavro'nun (Dragomir) diğer kitaplarda da mevcut olduğunu tespit ettim, hatta sanırım yazarın Mihail kitabı, bu karakterin hayatına odaklanıyor (henüz okumadım bu kitabı). Bu kapsamda baktığımda, Panait Istrati'nin kendi anılarını (belki biraz da hayal gücü katarak) anlattığını düşünüyorum. Ben ilk defa bu yazardan bir kitap okudum, izlenimlerim olumlu yönde, okumanızı tavsiye ederim. Bu arada, kitabın 2014 yılında Romanyalı senarist & yönetmen Dan Pita tarafından çekilmiş bir sinema filmi de var izlemek isteyenler varsa :).

"Bakın size ne diyeceğim: Sen, Kira, - düşündüğüm gibi- Tanrı'dan gelen ve neşe içinde yaşanan erdeme uygun yaşayacak gücü duyumsamıyorsan kupkuru ve zorlama biçimde erdemli olma, yüce Tanrı'yla alay etme, seni nasıl yarattıysa öyle ol: Yaşamdan keyif alan bir kız ol, gerekirse bir sürtük ol ama sevip acımayı bilen bir sürtük! Öylesi çok daha iyidir."

Not: Bu yazıyı yazarken bu kitabın da çevirisini yapmış olan değerli çevirmen Bertan Onaran'ın vefat ettiği haberini aldım. Türkçeye çok değerli klasikleri kazandırmış bir çevirmendir, kendisine Allah'tan rahmet diliyorum.

14 Aralık 2016 Çarşamba

Suç (Bir ceza avukatından gerçek hikayeler) - Ferdinand Von Schirach

Kitap 2011 yılında Türkiye'de basıldığı yıl haftalarca çok satanlar listesinde kaldı, kolay okunduğu için olsa gerek pek çok kişi tarafından okundu. Aslında kabul etmek gerekir ki konu olarak da "ceza hukuku" alanına giren her türlü olay insanların ilgisini çekiyor. Bunu güncel tv programlarından veya gazetelerin en çok okunan sayfalarından da anlayabiliriz. Bu durumu eleştirmiyorum, aksine araştırılması gerektiğini düşünüyorum, bu konu hakkında yapılmış bir araştırma vb. varsa da okumak isterim açıkçası. Neyse konuyu daha fazla uzatmadan kitaba geçelim, yazar kitapta ceza avukatlığı sırasında yaşadığı bazı olayları kaleme almıştır. Bir ceza avukatının müvekkillerinin sorunlarını -isim vermeden de olsa- bu şekilde aktarmasının etik tartışması bir yana, hikayelerin arasında Alman ceza hukukuna dair kısa açıklamalar da yapılmaktadır. Kitabın arkasındaki açıklama hikayeler konusundaki beklentiyi yükseltse de, yazar olayları fazla detaylandırmamayı tercih etmiş. Benim aktarılması istenilen duyguları en iyi hissettiğim hikaye genç bir kadının sevgisinden dolayı erkek kardeşini öldürmesini konu alan hikayeydi, bu ikilem başarılı bir şekilde verilmişti. Bir şey oldukça açık anlaşılıyor ki, her ne kadar farklı ülkeler/hayatlar da söz konusu olsa "ceza" kavramında ve insanların suç işleme motivasyonu ile işledikleri suçlar arasında tüm insanlığı da içine alan bir benzerlik var.


Olayların gerçekten yaşandığı iddia edildiğinden, hikayelerin gerçekliği dehşetin boyutunu da yükseltiyor denilebilir. Bazı hikayeler okuyucunun tüm merakını tatmin edemeden sona eriyor ancak bu kısımları sanırım avukatın kendisi de çözememiş. Yine de ilginç bir kitap olduğu söylenebilir, aynı zaman da akıcı olduğundan rahatlıkla okunabilir. İyi okumalar!


"Savunma, sanığın bir psikiyatr ya da psikolog tarafından incelenmesini talep edebilir. Sanığın psişik bir hastalıktan, rahatsızlıktan ya da anomaliden muzdarip olduğunu akla getiren bulguları ortaya koymak mümkün olursa, mahkeme bu tür bir talebi kabul eder. Bilirkişi raporu mahkeme için elbette bağlayıcı değildir, bir sanığın cezai ehliyeti olup olmadığına ya da cezasının hafifletilmesi gerektiğine psikiyatr karar veremez. Bu hükmü sadece mahkeme verebilir."


Kitabın Arkasından Alıntı: Ferdinand von Schirach 1964 Münih doğumlu, 1994 yılından beri Berlin'de avukatlık yapıyor. Müvekkilleri arasında Politbüro üyesi ve Almanya Federal Haber Alma Servisi ajanı da var, büyük işadamları, ünlüler, sıradan insanlar, Türk göçmenler ve yeraltı dünyasının mensupları da.

5 Aralık 2016 Pazartesi

Katip Bartleby - Herman Melville

Katip Bartleby'nin çok farklı bir kitap olduğunu kabul etmek gerekiyor, üstelik de kısa olduğu için rahatlıkla bir günde okunabiliyor. Kitabı satın alırken motivasyonum WallStreet'te bir avukatın kısa bir anısı olmasıydı ancak okurken avukattan çok "katibi"ne odaklandığını tespit ettim. Böyle anlatınca sıkıcı gibi görünebilir, ancak hiç sıkıcı değil, hatta merak uyandırdığını da söyleyebilirim. Kitapta WallStreet'te avukatlık ofisi olan bir dava vekilinin (Amerikan sistemini net anlayamasam da avukat olduğunu tahmin ediyorum) yanında çalışan katiplerinden en ilginç bulduğu Bartleby karakteri anlatılmaktadır. Hayatı oldukça basit yaşayan ve insanları artık tanıdığını düşünen avukatın bu inancını temelden sarsan kişidir Bartleby. Her ne kadar hakkında uzun bir öykü yazmış olsa da, avukat aslında Bartleby'yi hiç tanımamaktadır (katip kimsenin kendisi hakkında bilgi sahibi olmasına izin vermemektedir). Yalnızca kendisine verilen işleri yapan, kimseyle sohbet etmeyen ve aklına yatmayan işleri ise yapmayı mütemadiyen reddeden biridir bu katip (sevmediği işlemi yapmayı "tercih etmemekte"dir). Katibin bu pasif direnişi herkesin sinirlerini yıpratmakta ve ne yapacaklarını bilemez duruma getirmektedir. Avukatın karşılaştığı kişi o kadar silik ve trajik bir durumdadır ki ne yardım edilebilmekte ne de suç duyurusunda bulunabilmektedir. Bu katiple ne yapacağını bilemez duruma gelen avukat katibin varoluşsal isyanları ve kendi huzuru arasında bir seçim yaparak bir süre sonra kendisinden kurtulmanın yollarını aramaya başlar.

Herman Melville Amerikan Edebiyatının en tanınan eserlerinden olan Moby Dick'in de yazarıdır. 1819-1891 yılları arasında yaşamış olan yazarın yaşadığı dönemde hikayelerinin pek tutmadığı ve yayınevleri tarafından basılmasının "tercih edilmediği" belirtilmektedir. Ölümünden yaklaşık otuz yıl sonra keşfedilen yazarın eserleri günümüzde Amerikan Kütüphanesi tarafından toplanıp arşivlenen eserler arasındadır. Bu arada, Katip Bartleby'ye kim ilham oldu bilemiyorum ancak ortaya çıkan karakter rahatlıkla varoluşsal problem yaşayan Gregor Samsa (Kafka - Değişim) ve Mersault (Albert Camus - Yabancı) ile kıyaslanabilir, hatta üçünün bir araya geldiği bir ortam düşünemiyorum :). "Yapmamayı tercih ederim" (I would refer not to) repliğiyle hafızanına kazınacak bu eseri "özgür insan" sorgulasmasını kendinizle yapabilmeniz için okumanızı tavsiye ederim.

"Heyecanlı bir insanı pasif direniş kadar çileden çıkaran bir şey yoktur. Böyle direnilen kişi inanlıktan uzak biri değilse ve direnen kişi pasifliğinde gayet zararsızsa, o zaman, direnilen kişi daha neşeli anlarında, aklıyla çözmesi imkansız olan şeyi hayal gücüyle bulmak için müşfik bir çaba gösterir. Üstüne üstlük, Bartleby'ye ve adetlerine çoğunlukla saygı gösterdim."

29 Kasım 2016 Salı

Çocukluğun Soğuk Geceleri - Tezer Özlü

Daha önce Tezer Özlü'nin herhangi bir kitabını okumamıştım, bu nedenle Türk edebiyatının nostaljik prensesi olarak tanınan yazarın bu kitabına bu hafta sonu biraz vakit ayırdım. Zaten kısa bir eser olduğu için okuyup bitirmekte çok zorlanmadım. Yazar kitabı dört bölüme ayırmış; ev-okul-konser-yeniden Akdemiz şeklinde. Zaten bir anlamda konu başlıkları ilgili bölümde ne anlatıldığına dair fikir veriyor. Yazarın ev ve okul anıları sanki sanrılar gören birinin hezeyanları gibi anlatılıyor, bazı yerlerde kim erkek kim kadın anlaşılamıyor. Yazar çocukluk ve lise anılarını öyle bir anlatıyor ki, sanki şu anda günlük hayatında karşılaştığı her şeyde çocukluğunu buluyor gibi. Benim en çok beğendiğim bölüm Yeniden Akdeniz'de anlattığı son bölüm oldu (Ağustos 1979'da yazılmış). Hem güneşin sıcaklığını hem de Antalya'nın yazı geçirdiği köyünü çok güzel tasvir etmişti. Kitabın tümüne yayılan soğuk ve hüzün sanki bu bölümde kendini yumuşamaya bırakmış gibiydi. Antik tiyatronun (muhtemelen Aspendos) en üst basamağına oturup güneşin doğuşunu beklediği anı kendisiyle beraber ben de yaşamak istedim. Güneşin Toros'lardan yansıyan renklerini, havanın yavaş yavaş ısınmasını ve denizin mavi rengini anlattığı satırlar bende memleket özlemi yarattı. Binlerce yıl insanların beklediği güneşin doğuş anını şimdi kendisinin beklediğini belirtmesi için ufkumda başka bir kapı açtı diyebilirim. Aspendos'a bir sonraki ziyaretimde sanırım her şeye bambaşka bir gözle bakacağım.

Kitabın  arkasında yazdığı gibi yazarın romanı, yaşamın yalnızca başlangıcını oluşturmakla kalmıyor, sürekli dönülen, belki de hiç çıkılamayan çocukluğunu yansıtıyor. Herkes böyle yaşamadı mı çocukluğunu? Sadece Tezer Özlü yaşadıklarını çıkıp yazacak kadar cesur. İyi okumalar!

"Bu denli çözümsüz, dış olgulara bağımlı bir yaşamın içinde olmamak ne büyük mutluluk. O esir. Her gün yaşlanmaya, her gün kafasından ve gövdesinden bir şeyler yitirmeye esir. Her gün gelişen, her gün büyüyen, tüm çağlara varan bir bağımsızlığın, nesnelere dayanmayan bir özgürlüğün mutluluğuna hiç varmayacak. Anadili bile gelişmemiş. Düşünceleri, insan varoluşunun gerçeğini kavramaya yeterli değil." 

23 Kasım 2016 Çarşamba

Beatrice'ten Sonra Birinci Yüzyıl - Amin Maalouf

Bu kitabı okurken aynı zamanda ülkede küçük yaşta evliliklerin legalleştirilmesi için çalışmalar yapılmıştı ve halk nezdinde yoğun bir tepkiyle karşılanmıştı. Dolayısıyla kitapta anlatılan konudan daha fazla etkilendim diyebilirim. Aslında kitabın konusu ile ülkemizde yaşanan bu olay arasında doğrudan bir bağlantı yok ancak gelişmiş bir uygarlık ile gelişmemiş bir uygarlığın arasındaki farkı "erkek doğumu" üzerinden anlatması benim olaylar arasında bağ kurmama yeterli oldu. Maalouf bu eserinde "çocuğun cinsiyet tercihine" müdahale edebilmeyi sağlayan bir yeniliğin dünyada nasıl bir kaosa yol açabileceğini anlatmaktadır. Yazarın Kuzey ülkeleri dediği gelişmiş ülkeler ile Güney ülkeleri dediği gelişmemiş ülkeler arasındaki kadına/erkeğe bakışın farklı olması, doğumlara müdahale edilebilmesi sebebiyle dünyada evrensel bir soruna dönüşmekte ve sonu öngörülemez bir felakete yol açmaktadır. Tahmin edileceği üzere erkek çocuğuna sahip olmak isteyen Güney ülkelerinin bu seçimleri bir jenerasyon sonra toplumda kaosun hüküm sürmesine neden olacaktır. Kuzey ülkelerinden birinde yaşayan bir böcek-bilimci, gazetesi eşinin de yardımıyla "Bilgeler Şebekesi" adını vermiş olduğu bir dernek kurarak insanları bilinçlendirme çalışmakta ancak hem kemikleşmiş bazı düşüncelerle savaşmanın hiç de öyle kolay olmadığını tecrübe etmektedir. Kitap adını anlatıcının (böcek-bilimcinin) olayların kronolojisini kendi kızı Beatrice'nin doğumunu milat alarak anlatmayı tercih etmesinden almaktadır. Bu Beatrice'nin yüzyılı, gerileme ve bıkkınlık çağı...

Amin Maalouf'tan okuduğum diğer kitapların bu kitaptan daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Aslında eserin konusunu özgün buldum ancak anlatılış tarzını sıkıcı ve eksikti (belki bir distopyada işlenseydi müthiş bir eser olabilirdi). Yaşamın en önemli unsurlarından birisi "kadın"ın eksikliğinin yarattığı/yaratacağı eksiklik tam anlamıyla yansıtılamamıştı, belki de yazar bu kısımları okuyucunun hayal gücüne bırakmak istemiştir kim bilir. Zira gerçekten "cinsiyet belirleme teknolojisi" var olsa, nasıl sonuçların yaşanacağını gerçekten kestirmek çok güç. İyi okumalar!

"Öncelikle 'madde', 'seçici doğum', 'ayrımcı kürtaj' ve 'kısırlaştırma' tekniklerinin tümü çevresinde dönen tartışma evrensel ve gündelik bir olaya dönüşüyordu. Yaratıcılar ve üreticiler kuşkusuz suçluydular ama sunulan kelleler - üstelik yasal olarak- artık yetmez olmuştu. Kuzey'de yetkililer öngörüsüz, ihmalci, bir bakıma suç ortağı olmakla suçlanıyordu. Güney ülkelerinde, söylediğim gibi, tartışmalar etnik grupları, toplulukları birbirine düşürüyordu; genellikle haksız yere tıp zümresi ve politika yöneticileri de sorumlu tutuluyordu....

19 Kasım 2016 Cumartesi

Uykuda Sevilen Kızlar - Yasunari Kawabata

Bu kitabı çok aradım, ancak maalesef baskısı olmadığı için bulamadım. Eğer zorlanmayacaksanız pdf hali yayınlandığı için elektronik kopyasını bilgisayarınıza indirmek suretiyle kitabı temin edebilirsiniz ve pdf kopyası üzerinden okuyabilirsiniz. Zaten uzun bir eser değil, o edenle eğer siz de bu yöntemi izleyecekseniz okumakta zorlanmayacağınızı düşünüyorum. Daha önce Yasunari Kawabata (1899-1972)'nın adını Nobel Edebiyat Ödülü alan yazarlar arasında duymuştum ancak hiçbir eserini okumaya fırsatım olmamıştı. Uykuda Sevilen Kızlar kitabına ise Zülfü Livaneli'nin Serenad'ını okurken rastladım. Dolayısıyla ne zamandır içeriğini merak ettiğim bir kitaptı, okurken de çok etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Hikaye Japonya'da yaşayan ihtiyar Egushi'nin bir arkadaşının tavsiyesi üzerine kızların önceden uyutulduğu bir randevu evine giderek uyuyan kızla bir gece geçirmesi üzerine kurgulanmaktadır. Randevu evinin özelliği artık erkekliklerini yaşayamayan yaşlı erkeklere, genç ve güzel kızların yanında bir gece uyuma fırsatı vermesidir. Önce bu deneyimi merak ettiği için randevu evinin kapısını çalan Egushi, zamanla bu deneyimi daha sık yaşama ihtiyacı hisseder. İçinde bulunduğu bilinmezlik, kızların kendisi hakkında hiçbir şey bilmiyor olması, nasıl uyutulduklarına dair yaşadığı merak zamanla kendisini rahatsız etmeye başlar. Ancak Egushi'nin kendisinden habersiz uyuyan kızların yatağında asıl aklından geçen, geçmişinde hayatına giren kadınlar ve hayata bir anda veda etme düşüncesidir.

Kitabı okurken her sayfada ne tür bir anımsama (flashback) geleceği bende büyük bir merak uyandırdı. Egushi'nin geçmişi de hiç sıradan değilmiş doğrusu :). Egushi'nin genç kadınların yanında uyumak istemesi muhtemelen ölümden korkmasıydı ki bunu kendisine bile ifade edemiyor olması ayrı bir tuhaflık. Kitabın sonunu ise çok çarpıcı buldum, sanırım bu kısım bile üzerinde sayfalarca tartışmayı hak ediyor. Bu arada Gabriel García Márquez'ın "Benim Hüzünlü Orospularım" da çok benzer bir konuyu anlatıyor ancak iki kitap arasında elli yıllık bir zaman farkı olduğunu da anımsatmak isterim. Okumanızı tavsiye ediyorum, farklı bulacağınızdan eminim.

"Onu böyle davranmaya iten, benliğinin derinliklerinden fışkırıp kendisini o kıza doğru götüren bir heyecan olmuştu. Kızın uyumuş olması, hiç konuşmaması, yaşlı adamın yüzüne, sesine dek hiçbir şeyi bilmemesi, kısaca orada nasılsa öyle olması, yani karşısındaki Egushi adlı yaratığa hiç aldırmaz olması... bütün bunlar birden çekilmez gibi görünüvermişti ona. Kendi varlığı kıza tümüyle yabancıydı."

Benim Hüznlü Orospularım kitabı hakkında:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2013/02/benim-huzunlu-orospularm-gabriel-garcia.html

7 Kasım 2016 Pazartesi

Dünyanın En Yalnız Adamı - Eugene Bird

Kitapta Adolf Hitler'in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisindeki vekili olan Rudolf Hess'in (Walter Richard Rudolf Hess) hapishane yaşantısından bir kesit anlatılmaktadır. 1894 Mısır doğumlu olan Rudolf Hess'in Nazi Almanya'sının önde gelen isimlerinden olması nedeniyle savaş sonunda yargılandığı sırada müebbet hapis cezası ile cezalandırılması da tesadüf değildir. Aslında Hess'in durumu diğer savaş suçlularından farklıdır, Almanya'nın Sovyetler Birliği ile savaşa girmesinin arefesinde barış görüşmeleri yapmak için İngiltere'ye giderken düşen uçağı sonucu İskoçya'da tutuklanır, bu arada Hitler tarafından Almanya'da vatan haini ilan edilir ve savaş sona erdiğinde diğer savaş suçluları ile beraber Nürnberg Mahkemelerinde yargılanır. Ne tutukluluk yıllarında ne de Nürnberg Mahmekelerindeki savunmasında İngiltere'ye asıl gidiş amacını açıklamadan yalnızca "barış görüşmeleri"nda ısrar eden Hess ölümü ile beraber bütün sırları da beraberinde götürür. Bu kitap Hess'in Berlin'deki Spandau Hapishanesi'nde geçirdiği yılların bir bölümünü anlatmaktadır. 1947 yılında Spandau Hapishanesi'ne kendisi gibi yedi kişi ile beraber getirilen Hess, yıllar sonra diğer mahkumların cezalarının sona ermesi ve hapishaneden çıkmaları akabinde tek başına cezasını çekmeye Spandau'da devam eder. Siyasi suçlulardan başka suçlu getirilmeyen hapishanede ölümüne kadar yıllarca yalnız kalır. Ara sıra tek konuştuğu insan, görevli asker olarak gelip Albay rütbesine yükselerek hapishane müdürlüğü yapan Eugene Bird'dir. Öyle ki, bazı anılarını yalnızca Eugene Bird'e anlatmış, hatta yayınlanması için kendisiyle günlüklerini de paylaşmıştır. Ancak -geçici hafıza kaydı- ve diğer psikolojik rahatsızlıkları nedeniyle (bir kanaate göre gerçekleri anlatmamak için yıllarca bu rolü oynamıştır) anlattıklarının çok da işe yaradığı söylenemez. Yine de hapishanede yaptıklarına bakılırsa psikolojik olarak hiç normal bir insan olmadığı çok açık ortada.

Spandau Hapishanesi Müttefik Devletler'den askerler tarafından korunan bir yer, bu vesile ile hepsinin bakış açısının ne kadar farklı olduğunu da rahatlıkla tespit edebiliyoruz. Asla yemeklerin arttırılmasından yana olmayan, hükümlülerin sağlık kontrolleri için dahi hapishaneden dışarı çıkmalarına izin vermeyen ve oyalayıcı aktivitelere her zaman karşı çıkan tahmin edeceğimiz üzere Sovyetler Birliği askerleri olmuştur. Hatta Rudolf Hess'in artık çok yaşlandığı ve tehlikeli olmadığı için cezasının affedilebileceği fikrine müttefik devletler katılmasına rağmen Sovyetler Birliği karşı çıkmıştır. Hiçbir zaman hapishaneden çıkamayacağını anlayan Hess ise 1987 yılında intihar ederek yaşamına son vermiştir. Kitap Eugene Bird'in 1972 yılında görevden alındığı yıla kadar olan olayları anlattığı için, Hess'i intihara sürükleyen ruh halini hiçbir zaman öğrenemiyoruz. Nazilerin hayatına ilgi duyuyorsanız okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum, patolojik düşüncelerine de bazı örnekler bulabilirsiniz.

"Doktorlar Hess'in belki de akıl hastanesine yatırılması gerektiği görüşündeydiler. Amerikan Askeri Hastanesinin psikiyatrı Hess'in normal bir hastane yerine akıl hastanesine yatırılmasını gerektirecek nedenler bulunduğu düşüncesindeydi. Doktor, Hess'in serbest bırakıldığı takdirde bir Nazi lideri olması tehlikesinin bulunmadığını söylüyordu."

31 Ekim 2016 Pazartesi

Kendi Kitap Listenizi Kendiniz Yapın

İnternette veya sosyal medyada sıklıkla kitap listeleri ile karşılaşıyorum ve merak ettiğim için mutlaka inceliyorum. Eğer yapılmış bir listede yer alan kitapların büyük kısmını okumuşsam mutlu oluyorum veya adını hiç duymadığım bir kitap varsa araştırıyorum. Bu süreçte kendi listemi kendim oluşturmaya karar verdim, amacım yeni yıldan (2017) itibaren başlayarak bir sonraki yıla kadar geçen bir yıllık süreçte okumak için 50 kitap belirlemek ve bu listeye mümkün mertebe uymak (süreyi veya sayıyı azaltmak veya arttırmak listeyi yapan olarak sizin elinizde tabi ki). Uzun vadeli bir plan yaptığım için ne kadar sadık kalacağımı henüz bilmiyorum ancak bu fikir beni heyecanlandırdığı için elimden gelenin en iyisini yapacağım. Bu arada www.bookserf.com da belirli meslek gruplarının önerdikleri (onar kitaplık) kısa listeler mevcut. Bu listelerin bir kısmını (ilgimi çeken meslek grupları çerçevesinde) incelemedim, bazıları hoşuma gitti. Henüz okumadığım onlarda kitap olduğunu da fark ettim. O halde sanırım kendi listemi oluştururken en çok buradan esinleneceğim :). Ben kendi okuduğum kitaplara en yakın olarak Blogger Ceren Şehirlioğlu'nun listesini beğendim ancak merakımı çok cezbettiği için Sanatçı Elif Varol Ergen'in listesini de dikkate alacağım. Bu arada tavsiyeleriniz varsa bu linkin altına da yazabilirsiniz, çok memnun olurum. Sevgiyle kalın!

Yazar, Sanatçı veya Müzisyenlerin listelerini merak edenler için:

25 Ekim 2016 Salı

Loş Ayna - Erhan Bener

Bu kitabı yıllar önce (Aralık 2010 olarak tarih atmışım) Sarıyer'den almışım ancak ne düşünerek aldım veya aldığım tarihte ne yapıyordum hiç anımsamıyorum. Kütüphanemde bulunca okumaya karar verdim. Beni şaşırtan bir diğer husus da yazar Erhan Bener'in 1953 yılından bu yana çok fazla eser yazmış olmasına rağmen (roman, öykü, oyun ve anı-denemeleri mevcut) adını hiç duymamış olmam. Belki de kitabı ilk aldığım tarihte de satın alma motivasyonum bu olmuştur bilemiyorum. Loş Ayna 1960 yılında yayınlanmış ve muhtemelen yayınlandığı tarih itibariyle devrim yaratacak bir konuyu işliyor: Nemfoman bir kadın ve onun çevresindeki erkeklerle ilişkileri. Bu yönüyle farklı bir izlenim uyandırabilir ancak kitap aslında polisiye. Başarılı psikolojik çözümlemeleri olsa da, karakter sayısı az olduğundan katili aramak isterseniz bulmanız zor olmuyor. En önemli karakterlerden birisi nemfoman bir kadın olan Mahide, Mahide'den hoşlanan iki erkek kardeş Savcı Sahir ve üniversite öğrencisi Selçuk, Mahide'den nefret eden ve Selçuk'a ilgi duyan yeğeni İlhan, sinsi arkadaşları Niyazi ve birkaç önemsiz kişi daha. Kitapta olaylar Mahide'nin cinayete kurban gitmesiyle başlıyor, Mahide'nin sır dolu ölümünün ardında ise okuyucunun merakını uyandıran birden fazla şüpheli var. Aslında kitapta çarpıcı birden fazla durum var, öyle ki neredeyse cinayet ve suçluyu arama bile ikinci planda kalıyor.

Kitap tek bir cinayet etrafında kurgulanmış görünse de, tek tek karakterleri de sorgulatıyor diyebiliriz. Özellikle "cinsellik" üzerinde durulan kitapta bu çerçeveden tek tek bireylerin dramlarına ve cinsel bunalımlarına değiniliyor. Dediğim gibi bazı yönleri ile düşündücürü ve cüretkar bir eser, bu nedenle polisiye ve aynı zamanda psikolojik çözümlemeler yapan konular ilginizi çekiyorsa okuyabilirsiniz.

"Hiçbir şey, içi nabız gibi atarken tehdit edici bir titreşimle irileşen, sertleşen, moraran canlı organ gibi olamaz. Bir çeşit tapınma duygusu bu. Kaçması olanaksız. Nereye gitse, nereye saklansa kurtulamıyor. Beyninin kıvrımlarına saklanmış sanki. Unuttuğunu, kurtulduğunu sandığı an, karşısına dikiliyor. Acımasız ve görkemli."

Erhan Bener kitapları hakkında bir inceleme:

Erhan Bener'in hayatı hakkında:

21 Ekim 2016 Cuma

Casus - Paulo Coelho


Paulo Coelho'nun kitaplarını severek okuyorum, ne kadar başarılı bir yazar olduğu ayrı bir tartışma konusu tabi. Bu kitabı kitapçıda tesadüfen gördüm, görür görmez kapağındaki kadın dikkatimi çekti: Mata Hari (gerçek adı Margaretha Zelle, 1876-1917, takma adı Malay dilinde "Şafağın Gözü" anlamına gelmektedir).  Mata Hari lise hazırlık sınıfında bir okuma parçasında adı geçtiği için ilgimi çeken ve hakkında araştırmalar yaptığım bir kadındı, bu nedenle kendisi hakkında yazılmış bu kitabı görür görmez aldım. Paulo Coelho kitabı Mata Hari ve avukatının birbirlerine yazdıkları mektuplar şeklinde yazmış ancak Mata Hari karakterini meydana getirirken çizdiği kadın imajı beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Benim zihnimdeki Mata Hari başarılı bir casus olmasının yanında aşkı ve dansı çok seven ve hırslı bir kadındı. Ancak bu kitaptaki Mata Hari ne yapacağını bilmeyen, mektuplarında yakınmakta başka bir şey yapmayan ve son ana kadar cesur olduğunu iddia etse de biraz korkak bir kadın izlenimi uyandırdı bende. Mata Hari hakkında detaylı bilgiye sahip olmadığımızdan neyin doğru olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz ancak Paulo Coelho'nun kitabı yazarken şahsi mektuplardan, dava dosyalarından ve artık kamuya açılmasında sakınca olmayan gizli kayıtlardan faydalandığını düşünürsek (eserin sonunda yazar detaylı bir kaynakça açıklıyor), yazarın çizdiği karakter daha gerçeğine yakın olmalı. Kitap Mata Hari'nin Fransız idam mangası tarafından idam edilmesiyle başlıyor, daha sonra avukatı ile mektuplaşmasından hayatı hakkında bilgi ediniyoruz. Yazar Mata Hari'nin hayatının detaylarını çok kısa tutmuş (gençliği, evliliği, Java Adası'ndaki yaşamı ve Paris'teki dans kariyeri), daha ziyade mektupta o an (idam cezasını aldığı an) hissettiklerini yazması şeklinde ilerlemiş. Bu nedenle her detay Mata Hari'nin açıklamayı tercih ettiği kadar okuyucuya aktarılmış, bu durum da kitabın gizemini azaltmış.


Yazıma başlarken belirttiğim gibi, ben Paulo Coelho'yu severim ve mümkün mertebe kitaplarını okurum. Casus'dan da memnuniyetsiz olduğumu söyleyemem, yalnızca benim kurguladığım Mata Hari bu değildi diyebilirim. Tarihin (I. Dünya Savaşı) "ajan" olarak damgaladığı bir kadını bu sıfattan çıkarıp aklamaya çalışan bir çizgide ilerlemiş olması dışında bir eleştirim yok. Yazarın birkaç yerde Dreyfus Dava'sına atıf yapması ve Pablo Picasso'dan söz etmesi ilgimi çeken hususlardan bazıları. Aslında Mata Hari çok daha ünlü kişiyle karşılaşıyor ve dost oluyor ancak bu dönem hakkında tarih bilgim az olduğu için bu kişiler hakkında size bilgi veremiyorum. Kitapta beğendiğim bir diğer nokta da sonsöz bölümü ve kaynakçası, yazar kaynakçayı ilgisini çeken okuyucuların dikkatine sunmuş.  Mata Hari'nin hayatının anlatılmayan detayları için: https://en.wikipedia.org/wiki/Mata_Hari


"Yanlış devirde doğmuş bir kadınım ben, hiçbir şey düzeltemez bunu. Gelecekte hatırlanacak mıyım, bilmiyorum ama şayet hatırlanırsam mağdur bir kadın olarak değil, cesur adımlar atmış ve ödemesi gereken bedeli korkmadan ödemiş biri olarak görülmek istiyorum."

18 Ekim 2016 Salı

Faust - Johann Wolfgang von Goethe


Daha önce Goethe'den yalnızca Genç Werther'in Acıları'nı okumuştum. Uzun zaman geçti ancak kitaptaki betimlemeleri ve doğa tasvilerini çok beğendiğimi anımsıyorum. Faust ise hem uzun olduğu hem de çok fazla bilgi & detay içerdiği için olsa gerek, okurken çok sıkıldım. Faust; Alman yazar Goethe'nin neredeyse tüm hayatı boyunca yazdığı (on sekiz yaşından seksen üç yaşına kadar) ve vefat ettiği yıl olan 1832'de birkaç bölüm halinde (ya da perde) tamamladığı bir eserdir (bütün eserlerinin bir birleşimi kabul edilir). Eser oyun şeklinde kaleme alınsa da, karmaşık içeriğinden dolayı yazarın sahnelenmesini amaçlamadığı söylenmektedir. Bu nedenle olsa gerek, şiirsel dilinin yanı sıra felsefe, teoloji ve mitoloji alanlarında verilebilecek tüm bilgileri vermeye çalışan yoğun bir eserdir. Doktor Faust, başarılı ancak hayattan hep daha fazlasını bekleyen hırslı bir alimdir. Almanya'nın bir bölgesinde çırağı ile beraber yaşayan Doktor Faust, kainatın sırlarını çözmek için daha da fazlasını yapmaya her zaman hazırdır. Aynı zamanda Tanrı'ya sadakati tam olan Doktor Faust'u tamamen ele geçirebilmek için Tanrı ile bir iddiaya giren baş şeytan Mefisto, bu planını uygulamaya koyar. Faustu ruhen gençleştirerek beşeri zevklerin içine sürükleyen Mefisto, dünyayı gezmek üzere her yere de beraberinde götürür. Goethe'nin kendi iç dünyasından ve yaşamından izler taşıdığını tahmin ettiğim eser bir anlamda insanla (Faust) şeytanın (Mefisto) savaşını anlatmaktadır. Doktor Faust'un akıl ve bilgeliği ile nereye kadar Mefisto'ya direnebileceğini görmek için trajediyi okuyabilirsiniz, çok beğendiğiniz bölümler olursa "Dur ey zaman, ne güzelsin!" diyerek anı yaşamayı deneyin :).


Kitap hakkında ilginç olan noktalardan birisi, Goethe'nin Faust karakterini oluştururken gerçek kişi bir tarihi kişilik olan simyacı-doktor Johann Georg Faust'tan esinlenmiş olmasıdır. Doktor Faust daha önce de İngiliz yazar Christopher Marlowe (16. yy) tarafından Doctor Faustus adında bir oyuna konu olmuştur. Kitap hakkında ilgimi çeken bir husus da "Şeytanla Pazarlık" anlamına gelen Faustian Anlaşma/Pazarlık şeklinde bir kullanımın hala günümüzde var olmasıdır. Goethe o kadar etkileyici karakterler ve olaylar yaratmış ki hala günümüzde ona atıf yapar şekilde kullanımlar mevcut. Daha önce de başka bir yazımda "Werthervari Aşk"a değinmiştim (aşağıdaki linkte).

"Mefisto: Çok orijinal! Bu gösterişli nutkuna devam et. Ama şu gerçek sana ne kadar çok ızdırap verecek! Eski insanların düşünmedikleri bir şeyi bugün kim düşünür? Ama bu düşüncelerden bize bir zarar gelmez. Bir, iki sene sonra durum bambaşka olacak. Şıra ne kadar köpürürse köpürsün, en sonunda şarap olacaktır. ... Çocuklar! Benim sözlerim size soğuk gelebilir ama ben bunu size hoş görürüm. Şunu bilin ki, şeytan yaşlıdır ve onu anlamanız için sizin de yaşlanmanız gerekir."

Genç Werther'in Acıları:





11 Ekim 2016 Salı

Gecelerim ve Falaka - Ahmet Rasim


Bu kitabı üniversite yıllarımda Osmanlıca öğrenirken almıştım. Ahmet Rasim'in (1864-1932) "Amin Alayı" yazısının (Falaka hikayesinin bir parçası) tercümesini yapmaya çalışıyordum ve takıldığım yerde bu kitaptaki modern Türkçe paragraflarına bakıyordum. Bu amaçla alınan bir kitap olduğu için yıllarca okumamışım :). Kitaplıkta bulunca okumaya karar verdim. Kitap ilk başta bana kendini baya sevdirdi, Ahmet Rasim'in "Gecelerim" hikayesinde çocukluğundan başlayarak hayatının farklı dönemlerindeki gecelerini, anılarını ve bazı gecelere yüklediği anlamları anlatmasını beğendim. Anlattığı olayların üzerinden yıllar geçmesine rağmen tüm duyguları sanki o an aktarıyormuş gibi canlı bir şekilde hissettim. Ancak "Falaka" hikayesi beni diğer kadar etkilemedi. Anı türü hikayeleri okumak olay hikayelere göre biraz daha zordur zaten, ancak genel itibariyle sevdim, eğer eski dilde (Osmanlıca) çok fazla kelime olmasaydı daha akıcı ve etkileyici olurdu diye tahmin ediyorum. Falaka hikayesi, anlatıldığı dönemin eğitim şeklini ve insanların eğitime bakışını bir çocuğun gözlemleri ile aktarmış. Bu hikaye ile dikkatimi çeken bir husus meydana geldi; Ömer Seyfettin'in Falaka hikayesi ile Ahmet Rasim'in Falaka hikayesini beraber düşündüğümüzde, Osmanlının son yıllarında mahalle mekteplerinde çocukların falaka ile terbiye edildiğini anlamamız gerekiyor galiba (Hoca-Kalfa-Falaka tüm okulların vazgeçilmezi). Ahmet Rasim'in hocaları hakkındaki gözlemleri ve eğitim sistemine getirdiği ince eleştiriler okunmaya değer diye düşünüyorum.

Bu eser Ahmet Rasim'den okuduğum ilk kitap sayılır, çünkü daha önce "Amin Alayı"nı tercüme ederken yaptığım işe odaklandığımdan olsa gerek, hikayeden hiçbir şey anımsamıyorum. Bununla beraber, Ahmet Rasim oldukça üretken bir yazar, roman ve hikayelerinin yanı sıra, gazetelere yazdığı fıkra ve makaleleri, tercümeleri, şiirleri, inceleme yazıları ve ders kitapların vardır. Bu kadar türde eser veren bir yazardan kendinize uygun bir kitap seçebilirsiniz diye tahmin ediyorum :). İyi okumalar!

"...Her talebe dayak yer mi? Bir gün ben yeni Mushafımdan dersimi kalfaya dinletirken kapıdan içeriye giren iki erkek, kucaklarında tabanlarına basamayan bir çocuk, arkalarında mangal kapağı yaşmaklı çifte etek feraceli kadın girdiler, doğruca hocanın önüne gittiler. Acaba ne var? Bu çocuk daha dün falaka yedi. Bugün de mi anasının, babasının, akrabasının hatırı için yeniden yiyecek?"

30 Eylül 2016 Cuma

Aşık Nihani / Erzurum'un Yüzleri - Sedat Adıgüzel

Atatürk Üniversitesi Yayınlarından basılan bu kitap hasbelkader elime geçmiş ama nereden temin ettim anımsamıyorum. Kitabı yeni kitap almamak için kütüphanemde okumadığım kitapları ayırırken buldum ve halk şiirlerini okumayı sevdiğim için okudum, zaten yetmiş sayfa olduğundan okuması da kolay oldu. Asıl adı Mustafa (Gedik) olan Aşık Nihani, Erzurum'un Bardız Beldesine bağlı Göreşken Köyünde doğmuş (1884) ve önceleri hafızlığa başlasa da, hafızlığa devam etmeyip badeli aşıklardan olmuştur (Badeli Aşık, düşünde bir pirin elinden aşk badesi içerek saz çalıp söyleyen halk şairine verilen isim). Söylenene göre Aşık Nihani bir şehit mezarı yakınlarında namaza durur ve namaz sırasında (yarı uyanık yarı uyur iken) üç derviş görür. Bu dervişler kendisine hem bade içirip hem de sonraları pek çok şiirinde aşkla söz edeceği kadını gösterirler. Kadının Afgan Emirinin kızı Mihriban Sultan olduğu kendisine malum olur ve dervişler bir anda ortadan kaybolurlar. İşte bu nedenle şair kaybolmak/gizli kalmak anlamına gelen "Nihani" kelimesini mahlas olarak kullanmaktadır. Aşık Sümmani ile aynı dönemde yaşayan Aşık Nihani kendisi ile görüşme şansı da elde ederek aşıklık geleneğini ve inceliklerini Aşık Sümmani ile Anadolu'yu gezerken öğrenir. Bu geziler sayesinde pek çok aşık ile tanışır ve adını Anadolu'da duyurmayı başarır. Aşık Sümmani'yi kendisine örnek aldığı için olsa gerek, şiirlerinde Sümmani etkisinin çokça görüldüğü da söylentiler arasındadır.


Bazı şiirlerinde eski dilden kelimeler kullansa da (yaşadığı dönem itibariyle normal sanırım) ben Aşık Nihani'nin şiirlerini beğendim. Eski dilden kelimeleri bolca kullanmasını kendi adıma eleştiriyorum zira halk şairlerinin en önemli ve sevilen özelliğinin "halk dili" olması gerektiğini düşünüyorum. Şiirlerinde hem ilahi aşk hem de beşeri aşkı anlatan Aşık Nihani'den bazı alıntılarımı da beğeninize sunuyorum:


***********
Bin üç yüz on sekiz tarih bu müddet
Hudam bana bir ihsanı gösterdi
Geldi selam verdi üçbeş dervişan
Bin derdime bir Lokmanı gösterdi
......
Seyredip cemalin gördüm cismini
Yeşil hat üstüne aldım resmini
Dedim bana söylen yarin ismini
Onlar bana Mehruban'ı gösterdi
.....
Sır taşıyan iki gençtir galiba
Üçler beşler kırklar dedi merhaba
Aceb kimdir buna ola müptela
Yara meftun kul Nihan'ı gösterdi
**************
Hatırıma düşüt canan illeri
Bu saat bu dakka orada olaydım
Bahçıvan bağında gonce gülleri
Derer iken ben o yanda olaydım
.....
Canan ben vuruldum veçhin nuruna
Kaldım bu illerde körü körüne
Evde validemin gelir zoruna
Her dedikçe ben Afgan'da olaydım


Nihani'ye kim söz diye kim haber
Sürür kenar durur rast gelir keder
Her daim yastadır bağlı sim kemer
Belen bağlı o gerdanda olaydım.

26 Eylül 2016 Pazartesi

Yeraltından Notlar - Fyodor Dostoyevski

Bazı giriş cümleleri vardır, kitapla özdeşleşen, Gregor Samsa'nın bir sabah kendini böceğe dönüşmüş olarak bulması gibi ya da Anna Karenina'da olduğu gibi: "Mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." Yeraltından Notlar da aynı şekilde unutulmaz bir giriş cümlesi sunuyor, bütün kitabı özetleyecek şekilde: Ben hasta bir adamım... Kitap bu hasta adamın yazdığı iki bölümden oluşuyor, birincisi günlük gibi, hayata ve insanlara karşı nefretini, iç çatışmalarını ve hezeyanlarını anlatıyor (burayı çelişkilerle dolu bir monolog gibi düşünebiliriz). İkinci bölümde ise başından geçen kısa olaylar silsilesini anı şeklinde okuyucuya aktarmayı seçiyor. Tabiri caizse hasta ruhlu bir adamın kendisine dışarıdan bakma çabaları, insanlar tarafından fark edilebilmek için verdiği acınası mücadele ve bir fahişe ile yaşadığı nefret dolu bir anı ne kadar aşağılayıcı olabilirin net bir cevabı bu kitap. Karakterin artık kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış birisi olduğu çok açık çünkü itirafları veya olayları yorumlayışı fazlasıyla içten ve gerçekçi (ölmeden önce yapılan itiraflar kadar açık fikirli ve dürüst). Bununla beraber, romandaki anlatıcının da belirttiği gibi, bir hikayedeki kahramanın erdemli, yakışıklı, hali vakti yerinde ya da çok iyi niyetli birisi olması gibi bir mecburiyet olmamalı değil mi? Kendisini anti-kahraman olarak tanımlayan Yeraltı Adamı'nın anlattıklarına bir kulak vermekte fayda var.


Kitap bana karakterleri ayrı dünyalar olsa da Albert Camus'un Yabancı'sını anımsattı, aslında tarz anlamında çok da farklı sayılmazlar, her iki eser de Varoluşçulu eserlere örnek olacak niteliktedir. Bu düşünceden yola çıkarak olsa gerek, Zeki Demirkubuz'un Yeraltı filmi Dostoyevski'nin eserinden, Yazgı filmi ise Albert Camus'un eserinden sinemaya uyarlanmıştır (Demizkubuz izleyebiliyorsanız izleyin). Kitap fazla karamsar olsa da, okumanızı tavsiye ederim, kendinize bile ifade edemediğiniz bazı itirafları okuyacaksınız belki de!


"Uzun lafın kısası beyler, hiçbir şey yapmamak en iyisi! Bilinçli tembellik en iyisi! Yaşasın yeraltı! Normal insanları kıskanmaktan çatladığımı söylediysem de şu anda onların bulunduğu yerde bulunmak istemezdim -onları kıskanmaktan hiç vazgeçmem- yo, yo yine de en iyisi yerin altındaki hayat benim için. Orada insan hiç olmazsa... Ah! Şimdi bile yalan söylüyorum! Yalan söylüyorum çünkü iki kere iki dört eder kadar iyi biliyorum ki iyi olan yer altındaki karanlık hücreler değil, bambaşka bir şey, arayıp bulamadığım bir şey..."

20 Eylül 2016 Salı

Sürgündeki Prenses Süreyya - Süreyya İsfendiyari

Geçtiğimiz haftalarda Süreyya İsfendiyari'nin annesinin kızını anlattığı "Kızım Süreyya" kitabını okumuştum ve kitap hakkındaki fikirlerimi belirtmiştim (birkaç entry geriye giderseniz görebilirsiniz). Prenses Süreyya'nın hayatı hakkındaki merak ettiklerim açısından kitabın çok yetersiz olduğunu ve beni tatmin etmediğini de belirtmiştim. Bu nedenle bu kez Süreyya İsfendiyari'nin kendisinin kaleme aldığı hatıralarından oluşan bu kitabı tatilde okudum. Kitabın üç bölümden oluştuğunu söylemek mümkün: Süreyya'nın boşandıktan sonra anılarını anlatığı bölüm ("Hayatım"), anıları yayınlandıktan sonra okurlarının mektuplarına verdiği yanıtların anlatıldığı bölüm ("Unuttuklarım") ve Şah'ın anılarından derlenen bölüm ("Şah Anlatıyor" - Şah'ın hayatı hakkında kısa bir özet mevcut), eserin sonunda da bir fotoğraf albümü bulunuyor. Kitapta Süreyya evliliğine giden süreç ile beraber İran saraylarında geçirdiği yedi yılı, saray hayatının iç yüzünü, kendi gözlemlerini ve bu süreçte İran'ı etkileyen siyasi olayları kendi açısından anlatmıştır (1951-1958). Şah'tn boşandıktan sonra Avrupa'daki hayatını, nasıl sosyeteye girdiğini ve magazin basınının nasıl kendisini adım adım takip edip hakkında yalan haber yaptığını da arada anlatmayı ihmal etmiyor. Bir önceki kitaba göre Prenses Süreyya'nın hayatı hakkında daha fazla bilgi ediniyoruz ancak benim kitapta anlatılanlardan hissettiğim kadarıyla Süreyya oldukça politik davranıyor. Hiç kimseyi özellikle Şah'ı incitmeyecek ifadeler seçerek anılarını anlatmayı seçiyor ki bunu da diplomasiyle geçirdiği yedi yılın bir sonucu olarak görüyorum.

Prenses Süreyya'nın anıları ile anladım ki Avrupa'da (en azından 20. yy'da) magazin basınının ünlü insanların hayatlarına yaptığı psikolojik baskı çok yüksek boyutta. Prenses Diana'dan anımsayacağınız gibi magazin basınının tacizlerinden kurtulmaya çalışırken trafik kazasında vefat etmişti. Tabi yalnızca bu tür konulardan bahsedilmiyor kitapta, İran'da kadınların yaşamı, evlilik prosedürleri, kraliçe konumundaki kadınların hayat tarzları gibi daha ilginç konulara da değiniliyor. Benim merak ettiğim bir diğer husus da Prenses Süreyya'nın manevi çöküşünün nasıl olduğu; buna değinilmiyor. Anılarını 1961 yılında yazan Süreyya, anılarını yazarken henüz çok genç (30 yaşında), halbuki 2001 yılında vefat ettiği için kırk yıl daha hayatta kalıyor. Bu kırk yıllık süreçteki yalnızlığı, sevgilileri, çevirdiği filmler, İran devrimi hakkındaki düşünceleri, yavaş yavaş popülaritesini kaybetmesi ve bu süreçte neler hissettiği şu an tam bir muamma. Bununla beraber, kitabı okumanızı tavsiye ederim.

"Bir prenses de milyonlarca kadının yaptıklarını hiç kimseye konu olmadan yapabilmek ister. Bir dostla sohbet etmeye, bir bardak şarap içemey, bir kahvede oturmaya, dükkan dükkan dolaşmaya, tiyatroya veya sinemaya gitmeye hasrettir. Ender de olsa kabuğundan sıyrılıp tatil yapmaya, sıcak kumların üzerinde mayo ile yatmaya, top oynamaya, koşup zıplamaya, sahilde dalgaların arasında oynamaya ve bu arada mutlu ve sadece kendisi olmaya, kimse tarafından dürbünle tetkik edilmediğini bilmeye hasrettir."

9 Eylül 2016 Cuma

Jeanne D'arc (Orleans Bakiresi) - Nida Yılmaz

Jeanne D'arc (Jan Dark) hakkında yazılmış kitaplar ve çekilmiş filmler olduğundan hayatını merak ediyorsanız öğrenmek için seçenekleriniz mevcut. Ben adını çok duyduğum bu genç kadın hakkında bu kitabı okuyana kadar hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Roman biyografik bir roman tarzıyla yazıldığından, içerikte kişi - tarih bilgilerine de yer verilmiştir. Dolayısıyla Jeanne D'arc'ın hayatını okurken dönemin tarihi gerçekliğini de bir şekilde öğrenmeniz mümkün olabilecektir. Jeanne D'arc 1412 yılında -çok soğuk bir kış gününde- Fransa'nın Güney-Doğu'sunda yer alan Domremy kasabasında doğmuştur. Doğduğu yılarda İngiltere-Fransa arasında devam eden Yüzyıl Savaşları nedeniyle ülkesi İngiliz işgali altındadır. Henüz on altı yaşındayken St. Catherine, St. Margearet ve St. Micheal'in Tanrı adına kendisiyle konuştuğu ve Fransa'yı düşman işgalinden kurtarmak için kendisine manevi bir görev verdikleri iddiasıyla Fransa Kralı VII. Charles ile görüşmek için yola düşmüş ve başarmıştır. Kendisine verilen izinle Fransız Ordusunun başına geçerek Orleans kentini İngiliz işgalinden kurtarmıştır. Bu zafer sonrasında Orleans Bakiresi veya Kızların Hası adıyla anılmaya başlanmıştır. Bu kadar dikkat çekmesi, erkek gibi giyinip savaşması, halk tarafından azize gibi karşılanması dönemin Fransız Katolik Kilisesi'nin hoşuna gitmemiş ve dinsizlikle suçlanmıştır. Kral olmasına yardımcı olmasına rağmen o dönemde dini otoritelerin siyasi otoritelerden daha güçlü olması nedeniyle, VII. Charles kendisine yardımcı olamamış ve İngiliz yanlısı bir piskoposun başkanlık yaptığı Engizisyon Mahkemesinde kafirlik suçlamasıyla yargılanmış ve yakılarak öldürülme cezasına çarptırılmıştır.

Günümüzde öldürme kararını veren Kilise tarafından itibarı iade edilen Jeanne D'arc Katolik Azizesi olarak bilinmektedir. Jeanne D'arc'ın hayatı hakkında bu kadar detayın bilinmesi kiliselerde tutulan tutanak/kayıtlarde adının sıkça geçmesindendir. Yargılandığı Engizisyon Mahkemesi tutanaklarının Fransa Milli Kütüphanesinde saklandığı belirtilmektedir. Nida Yılmaz bu eserinde kronolojik bilgilerin arasına Jeanne D'arc'ın nasıl düşünmüş/davranmış olabileceğini tahmin ederek bir olay silsilesi yerleştirmiştir. Ancak kitabın sonunda veya herhangi bir yerinde kaynakça göremedim, hayatı ve yargılaması hakkındaki bilgileri nereden aldığını yazmamış, ayrıca kitabın çeşitli yerlerinde yer alan resimlerin de alıntılandığı kaynaklar belirtilmemiş.

"Ben Jeanne D'arc, aşağıdaki yüz kızartıcı günahları işlediğimi dorularım. Tanrı, melekler ve ermişlerden buyruklar aldığımı söyledim. Kilise bunların şeytan ayartmaları olduğu yolunda beni uyardı, ama bunu dinlememekte direndim. Kutsal vatan sevgisine; ona ait olan her şeye, kutsal kitaba, din adamlarına karşı gelip erdemli bir kıza yakışmayacak giysiler giydim. Tanrı katında hoşa giden ve asıl görevim olan kadınlık görevlerimi unutup asker oldum..."


4 Eylül 2016 Pazar

Kızım Süreyya - Eva İsfendiyari

O dönemleri yaşamadığımız için 1950'li yılların dünyasını ve yüksek sosyetesinde rol almış, dünyanın takip ettiği kişileri bilmiyoruz (belki en son anımsadığımız Prenses Diana'dır). Bir açıdan bakarsak 20. yy aristokrasi ve yüksek sosyete alışkanlıklarının son demlerinin yaşandığı dönem olabilir. Konuşmaya ve anlatmaya değer pek çok kişi olsa da, bu sefer ölümünden on beş yıl sonra dahi dünya gündemini meşgul edebilen Prenses Süreyya'yı tercih ettim. Süreyya İsfendiyari (Soraya Asfandiyari-Bakhtiyari) son İran şahı (devrik şah) Muhammed Rıza Pehlevi'nin 1951 yılında evlendiği ikinci eşidir, ayrıca Sabık Prenses veya Sürgündeki Prenses olarak da tanınmaktadır. Batı Almanya'nın İran Büyükelçisi'nin kızı olan Süreyya, henüz on sekiz yaşındayken İran Şahı ile evlenmeyi kabul etmiş ve yedi yıl süren evliliğin ardından şaha bir çocuk veremediği çin saraydan uzaklaştırılmıştır. Şahtan boşandıktan sonra Avrupa sosyetesinde tekrar eski yerini alan Süreyya, tekrar evlilik yapmamasına rağmen adı çeşitli aşk dedikodularına karışmış ve sürekli paparazziler tarafından takip edilen birisi olmuştur. Bu kitapta Süreyyâ'nın geçmişine kısaca değinerek boşandıktan sonraki sürecine ve hayata tutunma çabalarına yer verilmiştir denilebilir. Süreyya'nın "Bir Kadının Üç Yüzü" filminin çekimlerinden önce ve çekimler sırasında yaşadıkları ve annesiyle beraberken nelerle meşgul olduğu anlatılmaktadır.


Kitap, Süreyya İsfendiyari'nin annesi Eva İsfendiyari tarafından kaleme alınmıştır ancak kitabın sonunda Hayat Mecmuasında yayınlanan ve İStanbul sosyetesinin on güzel kadını ile güzellik üzerine yapılan uzun bir röportaj yer almaktadır, ilginizi çeker diye düşünüyorum. Bu kitapta Prenses Süreyya ve hayatı ile ilgili detaylı bilgiler edinemiyoruz maalesef, özellikle İran'da geçirdiği yedi yıl hakkında (muhtemelen annesi yanında olmadığı için) neredeyse hiç bilgi yok. Bu nedenle yakın bir zamanda, Prenses Süreyya'nın hayatının bu dönemini öğrenmek için kendi anılarından yayına hazırlanan "Sürgündeki Prenses"i okumak istiyorum. İyi okumalar!


"Bazı anneler, hayallerinde oğullarının bir imparatoriçe, kızlarının bir kral veya prensle evlenişini canlandırır ve kızlarını halktan bir adama verseler bile hayatlarının sonuna kadar aynı hülyalar içinde yaşar. Ben hiçbir zaman böyle hafifliklere kendimi kaptırmadım. Üstelik bu imkansız bir şeydi. Fakat bir mucize oldu ve tarihte Leatitia Bonaparte'dan beri, Avrupa'da ilk defa halktan bir kadın, kızının imparatoriçelik tahtına çıktığını gördü."

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Cemile - Orhan Kemal

Orhan Kemal'in pek çok romanı film/dizi haline getirildi, bu nedenle kitaplarına az çok aşina olduğunuzu tahmin ediyorum (Hanımın Çiftliği, Kötü Yol gibi dizileri duymuşsunuzdur). Üretken olduğu için ve toplumun nabzını tutan eserler vermeyi tercih ettiğinden bu tür televizyon projelerinde sıklıkla esinlenilen yazarlardan olmuştur. Türk Edebiyatının önemli ustaları arasında sayılan Orhan Kemal roman türünün yanı sıra hikaye, oyun ve şiir türünde de eserler vermiş olup, genellikle Adana’daki tarla veya fabrika işçilerinin hayatlarını ya da büyük şehirdeki fabrika işçileri ve gecekondu mahallelerinde yaşayan insanların hayatlarını anlatmayı tercih etmiştir.  Cemile, Orhan Kemal’in 1952 yılında yayınlanmış bir romanı. Konu olarak Çukurova’da bir dokuma fabrikasında çalışan işçilerin hayatı işleniyor. Kitaba adını veren karakter Cemile; Bosna’dan ailesiyle (Adana'da babası ve abisi ile birlikte yaşamaktadır) birlikte Çukurova’ya yerleştirilmiş ve ailesinin geçimi için fabrikada çalışmaya mecbur kalmış bir Boşnak kızıdır. Henüz on beş yaşında olmasına rağmen hayatın da kendisini erken olgunlaştırmasıyla bir genç kızın yükünü omuzlarında taşıyan Cemile, aynı zamanda güzelliğiyle de dikkat çekmektedir. Hem güzel hem de yoksul olması bir işçi kızının hayatını zorlaştıracak iki önemli etkendir.

Yazdığı bazı romanlarda kendi hayatını anlatan ve gözlemlerine sıklıkla yer veren Orhan Kemal'in bu romanda yine kendi hikayesinden esinlendiği söyleniyor. Cemile karakterinin 1937 yılında çırçır fabrikasında katiplik yapan Orhan Kemal'in katiplik yıllarında aşık olduğu işçi kız olduğu iddia edilenler arasındadır. Bu bilgiden ayrı olarak, yoksul kesimlerin ayakta kalma çabasını ve direnişini anlatan kitap arka plana da aşkı alıyor. Orhan Kemal'i okumanızı tavsiye ederim.

Fabrikanın kurşuni boyalı demir kapısı önünden üçe ayırarak her biri bir başka mahalleye giden yollar öküz, camız arabaları, İnegöl çift atlıları, boy boy, renk renk kamyonlar ve yüklü deve dizileriyle doluydu. Geçit vermeyecek şekilde tıkalı üç yol, fabrika kapısında birleşip kalın bir kol halinde içeri giriyor, Malzeme Yedek Ambarını sağına, demirhaneyi soluna alıp, tohumlu pamukların tohumundan ayrılma işinin görüldüğü Çırçır Dairesinin de önünden geçerek, fabrikanın arka mağazalarında yan yana üç kantarın oraya uzanıyordu."

19 Ağustos 2016 Cuma

Parasız Yatılı - Füruzan

Çeşitli kaynaklarda ve bloglarda Füruzan'ın kitaplarından sıklıkla bahsedildiğini ve beğenildiğini fark ettim dolayısıyla bir arkadaşımdan ödünç alarak bu kitabı okumaya karar verdim. Parasız Yatılı, Füruzan'ın 1971 yılında yayınlanan öykü kitabı ve yayınlandıktan sonra Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanmış bir eser. Bu özellikleri sayesinde okumak için bende yeterince motivasyon oluştu. Kitap üç bölümden oluşuyor (hikayeleri üç bölüme ayırmış yazar) ve kitapta toplamda on iki hikaye bulunuyor. İlk bölümde yer alan hikayelerin tarzı biraz farklı, aslında sıklıkla öykü kitabı okuyor olsaydım belki farklı gelmeyebilirdi ama şiirsel bir dil ve bilinç akışı (aşağıdaki paragraf size bu konuda fikir verecektir) tekniği kullanıldığı için okumakta zorlandığımı itiraf etmeliyim. Devam eden hikayeler daha anlaşılırdı, konuları ise genellikle anne-kız ilişkileri, kalburüstü ailelerin yanında yaşayan gündelikçiler, kentin fakir ve ayakta kalmaya çalışan ezilmiş ve hakkı yenmiş insanlarının hayatlarından seçilmişti (dikkatimi çeken bir diğer konu da ana karakterlerin hep kadınlar olmasıydı). Kitabın yazıldığı tarihin üzerinden yaklaşık elli yıl geçtiği için bazı konuların hala gündemde olmadığını da (en azından benim böyle bir gözlemim yok) söyleyebiliriz. Her ne kadar henüz bir kitabını okusam da, yazarın bana genel itibariyle bir toplumcu yazar izlenimi verdiğini belirtmeliyim.

Kitabın içindeki öyküler eleştirmenlerden olumlu eleştiriler almış, hatta Ülkü Tamer tarafından "çağdaş bir klasik" olarak nitelendirilmiş. Ülkü Tamer benim için iyi bir ölçüt zira öykü okumayı kendisiyle sevdiğimi söyleyebilirim (Alleben Öyküleri adında bir kitabı vardı bende yıllar önce). Türk öykücülüğünün önemli eserlerinden sayılan Parasız Yatılı'yı okumanızı tavsiye ederim eğer öykü okumayı seviyorsanız. İyi okumalar!

 "....Yeni genç kız oluyordum. Gipur dantel yakalı robum, Paris esanslarım vardı.... Dedikleri gibi insan gözüne bakamıyor. Müthiş canım. Bir gün bağa giderken annem de landosunda onu görmüş. Atatürk, doru bir kısraktaymış. Mümkün değil gözlerine bakmak... Ha ne diyordum, Hariciye'den birinin ne aşktı adamınki, o zarafet, o yaşamayı bilmesi, çiçek göndermedeki isabeti... Aaaa yani aşkı kabul etmediğimizi nereden çıkarıyorsunuz..."

14 Ağustos 2016 Pazar

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury

Kitabın yeni baskılarından birini okuduğum için kitabın başında Ray Bradbury'nin 1993 yılında yazmış olduğu ön sözünü de okuma şansı elde ettim (bu nedenle yeni baskılardan birini tercih edebilirsiniz). Yazar kitaba yazdığı ön sözde hikayenin nasıl oluşup şekillendiğini, yazarken ve yayınlatmaya çalışırken çektiği zorlukları anlatmış. Bu açıklamaları bana büyük oranda Martin Eden'in hikayesini anımsattı :). Bu kısımları okursunuz zaten, Fahrenheit 451 ilk olarak 1950'li yılların başında basılan bir distopyadır. Hikaye on yıllık bir itfaiye memuru olan Guy Montag'ın tecrübeleriyle şekillenmektedir. Yazıldığı dönem itibariyle olaylar gelecekte geçtiğinden, itfaiye memurlarının görevi artık yangın söndürmek değil kitap yakmaktır. Kitapların itfaiyeciler tarafından yakıldığı, insanların yalnızca evlerinde kurulan dev ekranlardan anlamsız TV programları izleyerek ve anı yaşayarak zaman geçirdiği ve kitapları saklayan insanların ihbar edilerek cezalandırıldığı bir gelecek kurgulanmıştır. Bu sistemi sorgulamadan yıllarca bir parçası olan Guy Montag bir gün tesadüfen tanıştığı yan komşusu olan on yedi yaşındaki Clarisse sayesinde daha önce farkına varmadığı bir dünya keşfeder. Kitap yakarken yaşadığı bazı olaylardan da etkilenerek büyük bir arayışa giren Montag, bu hezeyanlardan kurtulabilmek için hayatındaki doğrularla yanlışları tekrar konumlandırmak ihtiyacı hisseder. Ancak planlamadığı şey sistemi kuran kişilerin sistemi sorgulayan herkesi bir tehlike olarak gördüğüdür.

Kitap ilk basıldığından bu yana bazı revizelerden geçmiş ve eklemeler yapılmış zira yazar ilk olarak hikayeyi gazetelere yazı dizisi şeklinde planlayıp yola çıkmış. Hikayenin ilgi çekerek kitap halinde getirilmesinin akabinde hem operası hem de 1966 yılında Fransız yönetmen François Truffaut tarafından filmi yapılmış (film Türkiye'de Değişen Dünyanın İnsanları adıyla gösterime girmiştir). Okuyucu yorumlarından tespit ettiğim kadarıyla kitabın hem çok sevenleri hem de sıkıcı bulanları var. Ben sevenler grubundayım, umarım siz de seversiniz. İyi okumalar!

"İşte şimdi kitaplardan neden nefret edilip korkulduğunu anlıyor musun? Onlar yaşamın yüzündeki gözenekleri gösterirler. Sadece rahatlık içindeki insanlar ay gibi gözeneksiz, tüysüz, ifadesiz yüzleri balmumuyla sıvar.  Artık çiçeklerin, kara toprak ve bol yağmurla yetişmek yerine, çiçeklerin sırtından geçinmeye çalıştığı bir zamanda yaşıyoruz."

Not: Kitabın adı kitap kağıdını tutuşturmaya yarayan sıcaklık derecesidir. Kitap hakkında sorularınız olursa bazı cevaplar burada:

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Zaman Geçecek ve Ben Yalnızlığımla Öleceğim - Semih Dikkatli

Psikiyatr Semih Dikkatli’den okuduğum ikinci kitap bu, daha önce birkaç meslektaşıyla beraber yazmış olduğu "Doktor Yazısıyla Aşk" kitabını okuyup kitap hakkındaki görüşlerimi sizinle paylaşmıştım. Bu kitap ise Semih Dikkatli'nin yayınlanan son eseri (şimdilik). Genel olarak tespit ettiğim kadarıyla yazar kendi çalışma alanından ve deneyimlerinden faydalanarak yazmayı seviyor, "Doktor Yazısıyla Aşk" eserinde bir kadın psikiyatrisin anlattıklarından yola çıkarak "Aşk" kavramını açıklayan Semih Dikkatli, bu eserinde de bir grup terapisinin katılımcılarını incelemeyi seçmiş. Kitabın asıl karakteri orta yaşın üzerinde olduğunu tahmin ettiğim ve bir hastanede kanser tedavisi gören yalnız adam Uğur. Yıllar önce bir grup insanla grup terapisine katılan ve terapiye katılanlarla yakın dostluklar kuran Uğur, yıllar sonra kendisine ulaşan bir arkadaşının ısrarıyla eski ekiple tekrar görüşme kararı alır. Eski grupla tekrar bir araya gelecekleri güne kadar anımsamalar (flashbacks) ve Uğur'un yıllar önce tuttuğu günlükler sayesinde okuyucuya eski günlerde neler yaşandığı ve kimlerin yeni ve son oturuma katılacağı aktarılır. Bu flashback'ler sayesinde hayatın çok içinden bazı sorunların sadece bizim başımıza gelmediğini tespit edeceksiniz. Belki bazıları için bir çözüm üretemeseniz de, insanların yaşadıkları sorunlar ve sorunlarına çözüm arayışlarının sizin de ufkunuzu ne kadar açtığını fark edeceksiniz. 
 
Kitabın etkileyici olmasını sağlayan etkenlerden birisi de, anlatılanların gerçek olması. Kitapta yer alan ön sözdeki gibi, diyalogların etkileyiciliği bu gerçeklikten kaynaklanıyor. Yıllarca süren bir grup çalışmasının somutlaştığı bu eserde her türlü duygu barınıyor, bu duyguları bir kez daha okuyun. Böylece kaçmamanız gerektiğine ikna olabilirsiniz. İyi okumalar!
 
"Gruba katıldığınız ilk günden itibaren gerçekleştirdiğiniz mucizeye hep hayranlık duydum. Bugün günlüğümü sizlere emanet etmem bu hayranlığın bir ürünüdür. Yıllardır hayatım ve özellikle grup çalışmaları hakkında notlar tutmuştum. Belki bir gün Ertan Hoca bunları kitaplaştırır. ... Sürekli yalnızlıklarla geçirdiğim ömrümde olmayan olur ve hayatım, anılarım başkalarının hayatına dokunur, kim bilir?"
 
Semih Dikkatli'nin meslektaşlarıyla beraber yazdığı diğer kitabı için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2016/02/doktor-yazsyla-ask-dikkatlisayarherken.html

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Yüzbaşının Kızı - Aleksandr Puşkin

Rus Klasiklerini fırsat buldukça okuyorum, bu kitabı da uzun bir zaman önce aldığımı ancak okumadığımı fark ettim. Aleksandr Puşkin (1799-1837) 19. Yüzyıl klasik Rus edebiyatının kurucusu kabul edilen yazarlardandır. Yüzbaşının Kızı 1833 yılında yazılan ve Pugaçov ayaklanmasını konu alan bir eserdir. Kitabın başında yazar “Pyotr Andreyiç Grinyov ” anılarından şeklinde bir açıklama yapmış, bu nedenle kitapta anlatılanların gerçekten yaşamış bir Rus askerinin anılarından yola çıkılarak mı yazıldığı şeklinde bir soru beni meşgul etti. Ancak yaptığım araştırmada bu husus teyit edecek bir açıklamaya rastlamadım, belki de yazar dikkat çekebilmek adına öyle bir giriş yapmış olabilir. Kitapta olaylar genç asker Pyotr Andreyiç’in askerliğini yapması için Orenburg’a gönderilmesiyle başlar. Yolda tipiye yakalnınca esrarengiz bir adamla karşılaşan ve kendisinden yardım gören Pyotr Andreyiç Orenburg’a ulaşınca Belogorsky kalesine Yüzbaşı Mironov’un emri altına göreve gönderilir. Burada tesadüfen Yüzbaşının kızı Marya İvanovna (Masha) ile tanışan Pyotr Andreyiç, bir süre sonra bu kıza âşık olduğunu fark eder. Her ne kadar Pyotr Andreyiç’in aşkı karşılıksız olmasa da, kale içinde kendilerinin yakınlaşmalarını istemeyen kişilerden etkilenirler. Bu sırada ülkede büyük bir isyan patlak verince (Kendisinin Rus İmparatoru III. Petro olduğunu ilan eden Yemelyan Pugachev isyanı) genç sevgililer için işler daha da güçleşir.

Kitapta olaylar o kadar hızlı akıyordu ki bir yerden sonra takip edemedim, bu anlamda bazı bölümleri okuyucu olarak beni tatmin etmedi. Ayrıca kitaptaki en önemli olayların tesadüfler zincirine bağlanması da yaşananların bir Rus askerinin anıları olduğu yönündeki inancımı azalttı. Bununla beraber, edebiyat çevreleri tarafından Rus Edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen Aleksandr Puşkin’in en önemli eseri “Yüzbaşının Kızı” olarak ifade edilmektedir. Okumanızı tavsiye ederim.
“N…’den otuz kilometre uzakta on kişinin malı olan büyük bir köy vardır. Beylerin evinde duvara asılı camlı, çerçeveli bir mektup görülür. Bu Çariçe  II. Katerina’nın kendi eliyle Pyotr Andreyiç’in babasına yazdığı, ona oğlunun suçsuzluğunu bildiren, Yüzbaşı Mironov’un kızının da zekasını, iyi kalpliliğini öven mektuptur."

Yemelyan Pugaçev İsyanı: II. Katerina döneminde Rusya İmparatorluğu'na karşı bir Kazak liderin ayaklanmasıdır.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Haziranda Ölmek Zor - Hasan Hüseyin

Hasan Hüseyin Korkmazgil toplumcu-gerçekçi şiirin temsilcilerinden birisi olarak kısa hayatına pek çok eser sığdırmış şairlerden! Bestelenen şiirlerini veya bazı ünlü şiirlerini (Haziranda Ölmek Zor gibi) daha önce bir şekilde duymuştum ancak bir şiir kitabını ilk defa okuyorum. Aslında Hasan Hüseyin'in şiirleri birden on beşe kadar seri halinde basılmış, dolayısıyla sekizinci kitaptan başlamış olmam size tuhaf gelecek ama bu kitap bana armağan edildi :). Şiir okumayı ve kendime kitap armağan edilmesini sevdiğim için çok vakit kaybetmeksizin bu hafta sonu bu kitabı okudum.  Hem kitabın başında yer alan hem ilk baskısı için (1976 yılında) ve diğer baskıları için yazılmış (1982 yılında) önsözlerini hem de Hasan Hüseyin'in şiirlerini çok beğendim. Kitabının adını neden "Haziranda Ölmek Zor" olduğuna ilişkin yaptığı açıklamayı sizinle de paylaşmak isterim. Bildiğiniz üzere Nazım Hikmet ve Orhan Kemal haziran ayında vefat etmiş iki şairimizdir. Orhan Kemal'in vefatından sonra her ikisine de ithafen yazılan şiir için yazar, kendi memleketinde (Sivas) uzun geçen soğuk kış aylarından sonra haziran ayının allı-güllü ve bereketiyle gelmesinden bahisle böyle bir ayda hiçbir canlının acı çekmemesini, ölüm yüzü görmemesini dilediğini belirtmektedir: Sokaktayım/gece leylak ve tomurcuk kokuyor/ yaralı bir şahin olmuş yüreğim/uy anam anam/ haziranda ölmek zor! Şairin diğer şiirlerinde dönemin bazı olumsuz koşullarından etkilenerek bazen karamsarlığa düştüğü gözlense de, genel itibariyle yaşama sevincini ve memleketinin haziran kokusunu da almak mümkün. Anadolu'yu anlatmayı sevdiği için belki de, ben buram buram toprak, renk ve umut kokan Hasan Hüseyin'in şiirlerini çok sevdim, okumanızı tavsiye ederim.

Yukarıda size şairin bazı şiirlerinin bestelendiğinden bahsetmiştim. Grup Yorum tarafından söylenen "Haziranda Ölmek Zor" şiirinin dışında hepinizin bildiği "Acılara Tutunmak" şarkısının da şairi Hasan Hüseyin'dir. 1984 yılında vefat eden şairimizin mizah dergilerinde yayınlanmış mizah hikayeleri, bir gezi yazısı (Bağdat Basra Yollarında - 1974) ve birkaç tane çocuk kitabı bulunmaktadır.

....
Uzun eski satıcıyım sevda satarım
Sevda satar aç yatarım çağlar üstüne
Bileklerim ta ezelden kandan kınalı
Gelinler hey güzeller hey kızlar hey

Fistanı da allı güllü basmadan
Gelin olmuş ondördüne basmadan
Uzat elin karanlıklar basmadan
Çiçek devşir üzerimden sevdiğim
Toprağıma basmadan

-------------
......
Birdenbire anladım
Sabahleyin balkonda gerinmenin güzelliğini
Otobüste göz göze gelip gülümseşmenin
Bir bayram kartpostalında denzile bakışmanın
gidilmemiş korularda yaz akşamları
Çam kokulu yerllerle öpüşüp koklaşmanın
Birdenbire anladım
Eşsiz güzelliğini
....
Ama işte anlamadım nedense
Severken ağlatmanın güzelliğini

22 Temmuz 2016 Cuma

Gerçek Hesap Bu - Nejat İşler

Bir kitaptan son birisi size hayatını anlatıyormuş gibi sıcak ve samimi bir eser bu! Nejat İşler deneyimli bir yazar değil tabi, kendisinden harika bir iş beklememek lazım ancak anılarını anlattığı bu kitabı hem akıcı hem de eğlenceli buldum. Hepimizin hikayesinden bir parça taşıyor bu kitap. Çocukluğunu anlatırken, okul yıllarını anlatırken, sinemeya nasıl giriş yaptğını, ilk aşkını, tatil anılarını anlatırken kendimizden tanıdığımız bir hikayeye rastlamamak mümkün değil. Eyüp'te muhafazakar bir dedenin torunu ve orta yolcu bir ailenin Necat isimli çocuğu olarak başlayan hayatı Anadolu Lisesine başlamasıyla İstanbul'da devam eder. Peki Eyüp İstanbul'da değil mi? Daha önce Orhan Pamuk'un Kırmızı Saçlı Kadın isimli kitabında da fark ettiğim üzere eskiden (30-40 yıl önce) yalnızca bazı merkezi yerler İstanbul olarak adlandırılıyor, ilçelerde yaşayan insanlar merkeze inmeyi "İstanbul'a gitmek" olarak değerlendiriyorlar. Bu açıklamayla, liseyi kazanarak İstanbul'a gelen Nejat İşler işte o zaman fark eder dünyada ne kadar farklı insanların yaşadığını. Liseden üniversite yıllarına uzanarak oyunculuk kariyerine bir şekilde giriş yapar (bu arada aslında en sevdiği şeyin kitaplar olduğunu ve hayatının ilk dönemlerinde kitap satarak yaşamını sürdürdüğünü öğreniyoruz). Tezgah adındaki bu sahaf anılarından askerlik anılarına, hangi filmlerde ve dizilerde nasıl başladığından gezetelerde okuduğumuz hastalık dönemine doğru hızlı bir hikaye okuyoruz devamında. Şimdi kötü alışkanlıklarını terk ederek Gümüşlük'e yerleşen ve Gümüşlükspor'un kulüp başkanlığını yapan Nejat İşler'e hayatının geri kalan döneminde başarılar dilemekten başka ne yapabiliriz?

Hayat gerçekten beklenmedik sürprizlere gebe, hani eski bir şarkıda olduğu gibi beş dakikada değişiyor her şey. Nejat İşler de bu hikaye ile sürekli değişen hayatını anlatıyor bize. Yazar olarak da bir iddiası olmadığı için yazdıkları ile ilgili bir eleştirim yok, yalnızca Gülbeyaz dizisinden bahsetmemesine üzüldüm. Zira çıkış yaptığı bir projeydi ve biz kendisini bu dizi ile tanıdık, hiç anısı yok muydu acaba bu diziye ilişkin?

"Bu arada babamın dizilerle ilgili çok iyi bir lafı var. Hayatımda duyduğum en güzel tespit: 'Dizileri, insanlar hayatlarına alıyor ancak dizilerde kötü karakterler hiç ölmüyor. İyi karakterler sürekli ölüyor ama dizi bitse bile kötü karakterler hala yaşıyor. Filmde ölüyor ama dizide ölmüyor. Millet de kötüler ölmüyor diye düşünüyor.'"

14 Temmuz 2016 Perşembe

Havva'nın Üç Kızı - Elif Şafak

Elif Şafak'ın bazı kitaplarını sevmişimdir ancak son yıllarda eskiden kendisinde sevdiğim nitelikleri kaybettiğini ve her yeni kitabının bir öncekinden daha kötü olduğunu fark ediyorum. Her ne kadar eleştirsem de ben Elif Şafak okurum, neler yazdığını merak ediyorum ancak her seferinde farklı bir çeşit hayal kırıklığı yaşıyorum maalesef. Şunu söyleyebilirim ki, bu kitap "daha iyi" olabilirdi, ya da ben bu kadarını Elif Şafak'tan beklerdim. Duymaktan sıkıldığım tespitlerin, yaşamaktan sıkıldığım tüm olayların sanki yeni fark ediliyormuş gibi bana sunulmasını pek özgün bir fikir olarak bulmadım (ya da benim farkındalığım yüksektir bilmiyorum). Bir aydının/yazarın içinde yaşadığı dönemin sorunlarını anlatması kaçınılmazdır, yapılması da gerekir diye düşünüyorum. Fakat bunun insanların artık bıktığı bir uslüpla yapılmaması ya da mevcut olan tüm aksaklıkların tek bir kitap içinde sıkıştırılarak verilmesine mecbur hissedilmemesi de gerekir aynı şekilde. Kitapta din ile dinsizlik arasında kalmış Türk kızı Peri, dindar ve dirayetli Mısır kökenli Amerikalı Mona ve inançsız ve inantçı İran kökenli ama kendisini hiçbir yere ait hissetmeyen Şirin'in Oxford'da kesişen hikayeleri yıllar sonra Peri'nin anımsamaları (dün ile bugün arasında gidip gelen flashbackler) şeklinde anlatılıyor. Anlatıcının Türk olmasından bahisle Türkiye'deki kimlik bunalımı ve oturmayan kişiliklerin yanı sıra ülkenin genel bir panoraması (bu yönüyle az da olsa Konstantiniyye Oteli'ni anısmattı bana) ve Doğu-Batı çatışmasına da değiniliyor. Aslında kendini arayışa dair bir roman ve şimdiye kadar bu konularda düşünmediyseniz, zihninizde kapılar açabilir. Ancak ince kitap zevkleri olan bir kişinin genel itibari ile kitabı çok beğeneceğini de sanmıyorum.

Kitapta özgün bulduğum birkaç tespit ve hoşuma giden bazı durumlar da yaşadım (az da olsa). Özellikle bu blogu açtığım ilk gün yukarıda yazdığım Mesnevi'den sevdiğim bir alıntının kitapta da geçiyor olması beni heyecanlandırdı. Biraz tercüme farkı var ama olsun, bir kitabevinin Mesnevi'ye bu şekilde atıf yapması bana etkileyici geldi. Ayrıca kitapta aralara serpiştirilen bazı eski kelimeler sayesinde anlamını bilmediğim yeni kelimeler de öğrendim, en sevdiğim "zerefşan" oldu. Beğendiğim bir tespit:

"Edebiyata tepkisel yaklaşmayı hiçbir zaman anlayamamıştı. Türkiye gibi kimlik sorunlarıyla cebelleşen ülkelerde insanlar, ne okuduklarından ziyade neyi okumayı reddettiklerini konuşuyorlardı. Dolayısıyla okumadıkları kitapları/yazarları tartışmaya daha çok zaman harcıyorlardı."

Şaif Hafız'dan ilk olarak kitapta okuyup beğendiğim bir şiir:

Ben Tanrı'dan o kadar çok şey öğrendim ki
Artık kendimi ne Hıristiyan, ne Hindu, ne Müslüman,
Ne Budist, ne Musevi addediyorum...
Hakikan bana o kadar çok açıldı ki
Artık kendimi ne erkek, ne kadın, ne melek,
Ne de hatta saf bir ruy sayıyorum...

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Martin Eden - Jack London

Amerikan Edebiyatına ile şimdiye kadar Harper Lee dışında pek ilgi gösterdiğim söylenemez. Aslında özel bir sebebi yok, yalnızca fırsat olmadı diyebilirim. Halbuki Amerikan Edebiyatında da Steinback, Edgar Allan Poe, Hemingway, Jack London gibi birbirinden başarılı yazarlar bulunmaktadır. Hepsini sırasıyla okumaya fırsatım olur diye ümit ederek, ilk tercihimi Jack London'dan yana kullandım. Çocukluğumda yazara ait Beyaz Diş kitabını okumuştum, belki de daha önce bir şekilde tanışmış olduğum için kendisini tercih etmişimdir :). Yazar  1909 yılında tamamlamış olduğu Martin Eden'de bir gemi işçisinin ideallerinin peşinden giderek yazar olma çabasını anlatmaktadır. Aslında Martin Eden kendi sınıfında (işçi sınıfı) sıradan ama mutlu yaşamaktayken bir gün tesadüf eseri bir burjuva kızı (Ruth) ile tanışmasının ardından bu hayallere kapılır. Ruth'un eğitimli ve sevgi dolu yaşamından, tavırlarından, kırılgan ve kültürlü halinden oldukça etkilenen Martin, ona daha da yaklaşmak adına eğitim almayı ve para kazanmayı aklına koyar. Bu motivasyonla başlayan serüven Martin Eden'in kendisini hikaye-makale-roman yazarak çeşitli dergi ve yayınlara gönderirken bulmasıyla neticelenir. Bu süreçte uzunca bir süre sıkıntı çeken Martin, Ruth'un her ne kadar kendisini her haliyle sevse de burjuva geleneklerini de aynı ölçüde sevdiğini fark eder. Aralarındaki sınıf farkı çatışmasına ve toplumda bulunan bazı kalıplaşmış düşüncelere kafa tutan Martin Eden, bu cesur ideallerinin peşinden nereye kadar gidebilecektir acaba? İlaveten bir söylentiye göre bu kitapta anlatılanlar aslında Jack London'un başına gelenlerdir.

Kitapta işçi-burjuva sınıfı çatışması çerçevesinde Amerikan toplumunun izlerini görmek de mümkün. Ekonomiye dayalı bir toplumsal sınıflandırmada, zenginleşen kişilerin sınıf atlamasına şaşırmamak gerek zira aynı olay İngiltere'de yaşansaydı Martin Eden gibi işçi sınıfından birinin soylu bir ailenin kızıyla kendisini birlikte düşünmezi mümkün olmazdı diye tahmin ediyorum. Ancak Amerika'da hangi meslekten kazanılırsa kazanılsın para ile beraber bir itibarın da gelmesi söz konusu oluyor. İdeallerini aşkı ve tutkusu üzerine kurmuş olan genç bir adamın bu gerçekle yüzleşmesi de pek kolay olmuyor haliyle. 
 
Bu arada, daha önce Dostoyevski - Kumarbaz yazısında bahsettiğim stenografinin bu eserde sık sık kullanılması dikkatimi çekti, bu nedenle biraz bahsetmek istedim. Stenografi harfleri-noktalama işaretlerini-kelimeleri kullanmadan sembol ve bazı temel kısaltmalarla yapılan bir hızlı yazma biçimi olarak açıklanabilir. Günümüzde kullanılıyor mu bilmiyorum eskiden mahkeme veya meclis gibi yerlerde tutanaklar stenograflar tarafından tutuluyormuş.

"...Çok mutluydu. Yaşamaktan hiç bu kadar haz duymamıştı. İflah olmaz bir hummayla yanıyordu. Tanrılara mahsus olduğu sanılan yaratma zevkine ermişti. Çevresindeki tüm hayat, çürük sebzelerin ve sabun köpüklerinin kokuları, ablasının pasaklı hali, Bay Higginbotham'ın alaycı yüzü, hepsi bir rüyaydı. Gerçek hayat kafasının içindeydi, yazdığı öykülerde kafasındaki gerçeğin parçalarıydı."

8 Temmuz 2016 Cuma

Bir Kadının Hayatından 24 Saat - Stefan Zweig

Bu kitabı, birkaç gün önce kitabımı iş yerinde unuttuğumu fark edince aldım. Bir arkadaşımı beklemem gerekiyordu ve bu süreyi kitap okuyarak değerlendirmek istediğim için ve eser de çok uzun olmadığından (100 sayfa) tercihimi Stefan Zweig'dan yana kullandım. Kitap mutlu bir evliliği olduğu tahmin edilen iki çocuk annesi bir kadının bir sabah eşini yeni tanıştığı bir adam için terk etmsiyle başlıyor. Monte Carlo yakınlarında olduğunu tahmin ettiğim bir pansiyonda geçen olayda Madam Henriette'nin genç bir Fransız adamla kaçması pansiyonda kalan diğer misafirler için bir anda önemli bir yuvarlak masa tartışmasına dönüşür. Pansiyon sakinlerinin genç bir adamla kaçan kadını adeta taşa tutarak acımasızca eleştirmelerine karşın, olayın anlatıcısı -yazar- bu olayda kadın ile empati kurarak madamı bu küçük topluluğa karşı savunur. Bu hararetli tartışmada yazarın ifadeleri tartışmaya hiç katılmamış olan yaşlı bir İngiliz hanımın -Mrs. C.- dikkatini çeker ve yazar ile özel olarak görüşme talebini iletir. Bütün gece sürecek olan bu özel görüşmede Mrs. C. yıllar önce başından geçen bir yirmi dört saatin hikayesini yazara anlatır ve yalnızca bir gün de sürse, tutkunun insan hayatını nasıl değiştirdiğini ve bir ömür sürecek şekilde nasıl etkileyebileceğini açıklar. Zweig'in bu eserindeki ruh çözümlemeleri ve karakterlerin derinliği o kadar etkileyicidir ki, bu eseri Freud'un çözümlediği yapıtlar arasında yerini almıştır.

Art arda okuduğum iki kitapta kumar konusunun işlenmesi ve kumarbazların anlatılması ilginç bir tesadüf olsa gerek. Dostoyevski ve Stefan Zweig gibi iki dev yazarı karşılaştırmak istemem ancak daha kısa bir kitap olmasına ve ana konusu "kumar tutkusu" olmamasına rağmen Stefan Zweig; kumar bağımlılığını, kumarın insanın gözünü kör eden tutkusunu ve pişmanlığını daha etkileyici vermiş kanaatimce. Stefan Zweig'in eserini okurken gerçekten empati yapabildiğimi hissettim. Tabi sizi etkilemiş gibi olmayayım, ikisi de önemli eserler, okumanızı tavsiye ederim.

"...görünüşe göre kendilerini 'kolayca baştan çıkarılabilenler'den daha güçlül, daha edepli ve daha temiz hissetmek insanların hoşuna gidiyordu. Şahsen ben, bir kadının içgüdülerinin peşinden özgürce ve tutkuyla gitmesini, bilinen örneklerdeki gibi kocasını onun kollarındayken, gözlerini kapayarak aldatmasından daha dürüstçe buluyordum."