Yok, bu kitaptan aldığım hazzı o kadar az kitaptan aldım ki hayatımda (Belki Şeker Portakalı veya Parfümün Dansı veya Simyacı). Bu kitap muhteşem, gerçekten öyle! Her okuduğumda yeni bir şey keşfediyorum, her okuduğumda yeni bir tat alıyorum. Cumartesi günü çantamda iki kitap vardı (resim kursundan sonra arkadaşlarla Jolly Joker'e gidecektik, onları beklerken okumak için). Neden bu kitaplardan birisi Küçük Prens'ti? İnanın hiçbir fikrim yok :). Ama bu işin üzerine çok düşünmek istemiyorum ve şu an sadece arkadaşlarımı beklerken bu kitabı okuyup bitirecek kadar vaktimin olmasına memnunum! Hikayeyi ana olaylarıyla hepimiz biliyoruz zaten: Kitapta Sahra Çölüne düşen bir pilotun burada altın saçlı küçük bir çocukla karşılaşması ve uçağını tamir edip geri dönene kadar bu çocukla yaptığı sohbet anlatılmaktadır. Küçük Pren'sin olayları en basit haliyle çocukça kavrayışı ve yaptığı galaksiler arası yolculukta öğrendikleri biz büyüklerin ne kadar aptal olduklarını ortaya çıkarmaktadır: Büyükler hiçbir şeyi asla kendi başlarına anlayamıyorlar; onlara her şeyi açıklayıp durmaksa, çocuklar için gerçekten çok yorucu...
Peki bu kendi kendinin prensi Küçük Prens'in derdi neydi kocaman yüreğiyle minicik gezegeninden kaçıp gezegen gezegen dolaşarak dünyaya, Büyük Sahra'nın tam ortasına geldi? Öncelikle belli ki kendi gezegeninde kafasını karıştıran bir şey vardı: Bir gün günbatımını tam kırk dört kez izledim! ...Biliyor musun.. İnsan günbatımlarını çok kederliyken seviyor..." Aslında aşıktı prensimiz. Çiçek olarak seslendiği (gezegeninde bir tanecik olan) ama aslında Dünya'ya geldiğinde binlercesiyle karşılaştığı bir Gül'e aşıktı. Ama bu çiçek kafasını karıştırmıştı ve o nedenle gezegeninden kaçarcasına uzaklaşmıştı: O zamanlar ne anlayışsızmışım! Onu davranışlarıyla değerlendirmeliymişim, dedikleriyle değil. Benim için kokuyor, benim için parlıyordu. Ondan kaçmamalıydım. Onun gülünç numaralarının ardındaki sevecenliği anlamalıydım. Çiçeklerin bir anları bir anlarına uymuyor. Bense onu sevmeyi bilemeyecek kadar gençtim o zaman." Ah Prens'im, sen ağlama ben ağlarım ikimizin yerine diyorum sana! Artık hiçbir önemi yok. Tabii, sen de benim kadar aptallık ettin. Artık mutlu olmaya bak.
Neler öğrendi bu astral yolculukta bu kendi kendinin prensi? Bir kralla, bir kibirliyle, bir ayyaş, bir iş adamı, bir fenerci, bir coğrafyacıyla karşılaştı ve insanların kötü özelliklerini bu insanlarda gördü: aç gözlülük, hırs, kuralcılık, şüphecilik, kendi kendiyle çelişme... Sonra bu yolculuktan nefret etmesine sebep olacak ve asıl mutluluğun kendi gezegeninde ve oradaki küçücük dünyasındaki huzurda olduğunu anlayacağı bir yere ulaştı: Dünya denen gezegen. "Ne tuhaf bir gezegen bu! diye düşündü... Kupkuru, sipsivri ve çok tuzlu. İnsanlarda da hayalgücü diye bir şey yok. Ne söylense tekrar ediyorlar...Halbuki, gezegenimde bir çiçeğim vardı. Her zaman söze o başlardı...." Yine mi o çiçek? Bak kıskanıyorum onu :). Prensim, nedir senin çiçeğini Dünya'daki binlerce gülden farklı kılan? "Elbette, yoldan geçen sıradan biri gülümü gördüğünde, size benzediğini sanacaktır. Ama, o tek başına hepinizden daha önemli, çünkü, benim suladığım gül o. Çünkü üzerini cam fanusla örttüğüm o....Çünkü sızlanmalarına, böbürlenmelerine, hatta suskunluklarına kulak kesildiğim de o. Çünkü o benim Gülüm!" Tatlım, bu işin sırrı çok basit: En iyi yüreğiyle görür insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez! Dünyadan bakınca yıldızlar bir farklı mı göründü Prens'ime? Yıldızlar gözlerden uzak bir çiçek sayesinde güzeller: "Kendi kendime sorarım hep, dedi, Günün birinde herkes kendi yıldızını bulabilsin diye mi parlaktır yıldızlar? Bak benim gezegenime. Tam üstümüzde. Ama öyle uzaklarda ki!" O yıldızlardan birinde ben yaşıyor, ben gülüyor olacağım...İşte bu yüzden, geceleri gökyüzüne baktığın zaman, bütün yıldızlar gülüyor gibi gelecek sana. Yalnız senin gülmeyi bilen yıldızların olacak. Tatlım, günün birinde üzüntün geçince (bil ki üzüntüler günün birinde mutlaka geçer) beni tanımış olduğuna sevineceksin.
Şu dünyada keşke tanışıp kendileriyle birkaç cümle konuşabilsem dediğim bazı insanlar oldu (bir kısmıyla tanışıp konuşabildim). Yazarımız Antoine'de bunlardan birisi ancak kendisi bu dünyadan Küçük Prens'in gezegenine 1944 yılında gitmiş olduğu için böyle bir şansım hiç olmayacak. Sevgili Kırgız yazarım Cengiz Aytmatov'u da göremeyecek olmak şu an aklıma gelmeseydi, iyiydi!
Peki bu olayların tümü aslında çölün ortasında 8 gün geçiren pilotun o ıssızlıkta hem sıcağın hem de susuzluğun etkisiyle gördüğü halüsinasyonlarsa? Sevgili Küçük Prens'im aslında yoksa ve asteroid B612 diye bir gezegen yoksa o sonsuz galakside? O zaman nasıl seyrederiz yıldızları? Bu işte büyük bir gizem var. Tıpkı benim için olduğu gibi, Küçük Prens'i seven sizler için de, bir yerlerde hiç görmemiş olduğunuz bir koyun, bir gülü yemişse ya da yememişse, hiçbir şey eskisi gibi olmaz... Gökyüzüne bir bakın. Sonra da kendi kendinize sorun... Göreceksiniz, her şey nasıl da değişecek... Son üç gündür hayatıma giren yıldızlar bana "kendi kendimin yıldızı" olduğumu bir kere daha anımsattı :). (İnsan doksan sayfalık kitap için sayfalarca yazabilir mi? Evet, kendimi devam etmemek için çok zor tuttuğumu size belirtmek isterim, sevgilerimle!)
"'O halde, kendi kendini yargılarsın sen de' diye yanıt verdi kral. 'En zoru budur. Kişinin kendi kendini yargılaması, başkalarını yargılamasından çok daha güçtür. Kendi kendini yargılamayı beceriyorsan, hakikaten bilge bir kişisin demektir."
Peki bu kendi kendinin prensi Küçük Prens'in derdi neydi kocaman yüreğiyle minicik gezegeninden kaçıp gezegen gezegen dolaşarak dünyaya, Büyük Sahra'nın tam ortasına geldi? Öncelikle belli ki kendi gezegeninde kafasını karıştıran bir şey vardı: Bir gün günbatımını tam kırk dört kez izledim! ...Biliyor musun.. İnsan günbatımlarını çok kederliyken seviyor..." Aslında aşıktı prensimiz. Çiçek olarak seslendiği (gezegeninde bir tanecik olan) ama aslında Dünya'ya geldiğinde binlercesiyle karşılaştığı bir Gül'e aşıktı. Ama bu çiçek kafasını karıştırmıştı ve o nedenle gezegeninden kaçarcasına uzaklaşmıştı: O zamanlar ne anlayışsızmışım! Onu davranışlarıyla değerlendirmeliymişim, dedikleriyle değil. Benim için kokuyor, benim için parlıyordu. Ondan kaçmamalıydım. Onun gülünç numaralarının ardındaki sevecenliği anlamalıydım. Çiçeklerin bir anları bir anlarına uymuyor. Bense onu sevmeyi bilemeyecek kadar gençtim o zaman." Ah Prens'im, sen ağlama ben ağlarım ikimizin yerine diyorum sana! Artık hiçbir önemi yok. Tabii, sen de benim kadar aptallık ettin. Artık mutlu olmaya bak.
Neler öğrendi bu astral yolculukta bu kendi kendinin prensi? Bir kralla, bir kibirliyle, bir ayyaş, bir iş adamı, bir fenerci, bir coğrafyacıyla karşılaştı ve insanların kötü özelliklerini bu insanlarda gördü: aç gözlülük, hırs, kuralcılık, şüphecilik, kendi kendiyle çelişme... Sonra bu yolculuktan nefret etmesine sebep olacak ve asıl mutluluğun kendi gezegeninde ve oradaki küçücük dünyasındaki huzurda olduğunu anlayacağı bir yere ulaştı: Dünya denen gezegen. "Ne tuhaf bir gezegen bu! diye düşündü... Kupkuru, sipsivri ve çok tuzlu. İnsanlarda da hayalgücü diye bir şey yok. Ne söylense tekrar ediyorlar...Halbuki, gezegenimde bir çiçeğim vardı. Her zaman söze o başlardı...." Yine mi o çiçek? Bak kıskanıyorum onu :). Prensim, nedir senin çiçeğini Dünya'daki binlerce gülden farklı kılan? "Elbette, yoldan geçen sıradan biri gülümü gördüğünde, size benzediğini sanacaktır. Ama, o tek başına hepinizden daha önemli, çünkü, benim suladığım gül o. Çünkü üzerini cam fanusla örttüğüm o....Çünkü sızlanmalarına, böbürlenmelerine, hatta suskunluklarına kulak kesildiğim de o. Çünkü o benim Gülüm!" Tatlım, bu işin sırrı çok basit: En iyi yüreğiyle görür insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez! Dünyadan bakınca yıldızlar bir farklı mı göründü Prens'ime? Yıldızlar gözlerden uzak bir çiçek sayesinde güzeller: "Kendi kendime sorarım hep, dedi, Günün birinde herkes kendi yıldızını bulabilsin diye mi parlaktır yıldızlar? Bak benim gezegenime. Tam üstümüzde. Ama öyle uzaklarda ki!" O yıldızlardan birinde ben yaşıyor, ben gülüyor olacağım...İşte bu yüzden, geceleri gökyüzüne baktığın zaman, bütün yıldızlar gülüyor gibi gelecek sana. Yalnız senin gülmeyi bilen yıldızların olacak. Tatlım, günün birinde üzüntün geçince (bil ki üzüntüler günün birinde mutlaka geçer) beni tanımış olduğuna sevineceksin.
Şu dünyada keşke tanışıp kendileriyle birkaç cümle konuşabilsem dediğim bazı insanlar oldu (bir kısmıyla tanışıp konuşabildim). Yazarımız Antoine'de bunlardan birisi ancak kendisi bu dünyadan Küçük Prens'in gezegenine 1944 yılında gitmiş olduğu için böyle bir şansım hiç olmayacak. Sevgili Kırgız yazarım Cengiz Aytmatov'u da göremeyecek olmak şu an aklıma gelmeseydi, iyiydi!
Peki bu olayların tümü aslında çölün ortasında 8 gün geçiren pilotun o ıssızlıkta hem sıcağın hem de susuzluğun etkisiyle gördüğü halüsinasyonlarsa? Sevgili Küçük Prens'im aslında yoksa ve asteroid B612 diye bir gezegen yoksa o sonsuz galakside? O zaman nasıl seyrederiz yıldızları? Bu işte büyük bir gizem var. Tıpkı benim için olduğu gibi, Küçük Prens'i seven sizler için de, bir yerlerde hiç görmemiş olduğunuz bir koyun, bir gülü yemişse ya da yememişse, hiçbir şey eskisi gibi olmaz... Gökyüzüne bir bakın. Sonra da kendi kendinize sorun... Göreceksiniz, her şey nasıl da değişecek... Son üç gündür hayatıma giren yıldızlar bana "kendi kendimin yıldızı" olduğumu bir kere daha anımsattı :). (İnsan doksan sayfalık kitap için sayfalarca yazabilir mi? Evet, kendimi devam etmemek için çok zor tuttuğumu size belirtmek isterim, sevgilerimle!)
"'O halde, kendi kendini yargılarsın sen de' diye yanıt verdi kral. 'En zoru budur. Kişinin kendi kendini yargılaması, başkalarını yargılamasından çok daha güçtür. Kendi kendini yargılamayı beceriyorsan, hakikaten bilge bir kişisin demektir."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoşgeldiniz :) Yorumlarınız benim için bir kazançtır.