Powered By Blogger

23 Haziran 2014 Pazartesi

Üstü Kalsın - Cemal Süreya

Kitaba adını veren "Üstü Kalsın" şiiri Cemal Süreya'nın ölmeden önce yazdığı son şiirlerindendir. Asıl adı Cemalettin Seber olan şairimiz, kitabın sonunda hayatının anlatıldığı bölümde bahsedildiği kadarıyla aralarında son eşi Birsen Sağnak'ın adının da bulunduğu pek çok değişik mahlasla şiirlerini yayınlamıştır (Ali Fakir, Suna Gün, Adil Fırat.. vb). Bununla beraber, anladığım kadarıyla kendisi tam bir aşk adamı! Başından pek çok romantik ilişki ve üç evlilik geçmesinin yanında yazdığı muhteşem şiirlerle de bunu belli ediyor. Gençliğinde pek çok kültür-sanat dergisinin yayınlanmasına öncülük eden ve şiirleri pek çok dergide yayınlanan Cemal Süreya'nın en dikkat çekici şiiri yeni bir akım başlattığı kabul edilen Üvercinka'dır (İkinci Yeni şiriinin öncülerindendir kendisi). Cemal Süraya, İkinci Yeni şiirinin en yetkin örneklerinden biri olarak kabul edilen Üvercinda'ka (Güvercin Kanadı) Garip akımına karşı dursa da, ondan gelen dil ve kültür değerlerini farklı bir duyarlık alanı yaratarak kullandığı söylenebilir. En azından Garipçilerin zekaya dayalı yalın anlatımlarına bazı noktalarda benzediği kanaatindeyim. #ŞiirSokakta akımıyla Cemal Süreya şiirlerinin bazı dizeleri ülkenin pek çok yerinde duvarlara yazıldığı için, şairin şiirlerine biraz aşinalığımız var:  "Ben nerede bir çift göz gördümse / Tuttum onu güzelce sana tamamladım / Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu / Bir bunun için yaptım" Bu kadarı size yeterli gelmez biliyorum, o sebeple sevilen şiirlerinin derlendiği bu kitabı bir okuyun derim!

Oldukça üretken bir yazar olan Cemal Süreya, Üvercinka ile 1958'de Yeditepe Şiir Armağanı; Göçebe ile 1966'da TDK Şiir ödülü, Sıcak Nal ve Güz Bitiği ile 1988 Behçet Necatigil Şiir ödülünü almıştır. 1991 yılından bu yana ise kendi adına şiir ödülü verilmektedir (Cemal Süreya Şiir Ödülü).

Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın  şu hayat
Fena değildir..

Üstü kalsın..

**************************
İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.

Merdivenlerin oraya koşuyorum,
Beklemek gövde kazanması zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki.

Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

***************************

Daha önce Cemal Süreya hakkındaki yazım:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/01/cemal-sureya-bizim-ikinci-yenicilerden.html

17 Haziran 2014 Salı

Sineklerin Tanrısı - William Golding

1983 yılında nobel Edebiyat Ödülü kazanan William Golding'in ("Gerçekle söylenceyi birleştiren, insanın ruhsal ve fiziksel boyutlarını derinlemesine inceleyen romancı") en ünlü ve en çok okunan kitabıdır Sineklerin Tanrısı. Aylardır okuyacaklar listemde bekledi ve şu an okuma fırsatı bulduğum için memnunum. Ancak peşin olarak söylemek gerekirse, okuduğum alegorik eserlerden ve yaşadığım şu kısacık hayatta edindiğim tecrübelerden sonra bana farklı bir şey anlatmadığını belirtmek zorundayım :). Golding bu eseri 1954 yılında yazmış ve öğrendiğim kadarıyla pek çok yayınevinden geri çevrilmiş (bazen bu yayınevlerinin basiretsizliği trajikomik oluyor, J.K. Rowling için de aynı şey yapılmıştı, ah hayatımın hatası). Günümüzde en iyi İngiliz yazarlar arasında sayılan Golding, bu eserinde gerçekçi bir anlatımla kötülüğün insan yaratılışında doğuştan var olduğu iddiası üzerinde bir konu seçmiştir. Hikaye "atom çağının çocukları" denilen bir grup çocuğun ülkelerindeki savaş nedeniyle daha güvenli bir yere nakledilirken bir şekilde uçaklarının düşmesi sonucu bir adaya düşerek burada başlarından geçenleri anlatmaktadır. Hayatta kalan çocukların (ki yaşları 6 ile 12 arasında değişmektedir) adada verdikleri mücadele simgesel olarak geldikleri modern dünyanın küçük bir kopyası gibidir: iktidar kavgası, faşizm, darbe, saf iyilik ve saf kötülük, öğrenilmiş davranışların üzerindeki baskı kalkar kalkmaz ilkel davranışlara dönüşmesi vb.

Kitabın ilk tercümesi ve ilk baskısında adı (1969 yılında) "İşte Bizim Dünya" şeklinde tercüme edilmiş. Her ne kadar bu isim de kitaba uyumlu olsa da, tercümanın yorum yapmasına gerek yoktu kanaatimce. Adın direkt tercümesi (Lord of the Flies) hikayeyi çok iyi temsil ediyor: kitaba adını veren Sineklerin Tanrısı (şeytan), insanlığın başlıca hastalığını (içimizdeki ilkel canavar) ve kötülüğü simgelemektedir. İngilizlerin Beelzebub dedikleri şeytanın Kutsal Kitap'taki İbranice adı, Sineklerin Tanrısı anlamına gelen Ba-al-z-bub olduğu için Golding kitabına bu adı vermiştir (Mina Urgan Eleştirisi)

Şöyle düşünebilirdik belki de, adayı cehenneme çeviren bu çocuklar atom çağında yaşadıkları ve savaş ortamını görüdükleri için travmatik ve kötü olabilirler. Çocukların doğuştan kötü / iyi oldukları üzerine değil de, çocukların gördüklerini ve öğrendiklerini hayata geçirdikleri yönünde bir yorum belki de daha gerçekçidir.

"Roger bir avuç taş topladı, atmaya başladı. Gel gelelim, Henry'nin çevresindeki çapı belki altı yarda olan bir alan vardı ki, oraya taş atmayı göze alamıyordu. Roger'in eski yaşantısına bağlı ve gözle görülmediği halde henüz güçlü kalan keskin yasaklar, çömelen küçüğü korumaktaydı. Roger'in varlığından haberi olmayan, yıkılıp giden bir uygarlık, Roger'in kolunu koşullandırıyordu hala."

9 Haziran 2014 Pazartesi

Kırmızı Pazartesi - Gabriel Garcia Marquez

Kırmızı Pazartesi, 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü alan yazarın ödüllü kitabıdır. Hikaye her ne kadar sizi ortada bıraksa da (en azından bende öyle oldu) başlangıcı gerçekten ilginç: İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin öyküsü (Kitabın İngilizce adı: A Chronicle of a Death Foretold). Kitabın sonunda işlenecek cinayet daha ilk satırda söylenmesine rağmen kitap heyecanından ve gizeminden hiçbir şey kaybetmiyor ve sonuna kadar zevkle okunuyor. Aslında işlenecek cinayet konusu itibariyle (ki bu beni çok şaşırtmıştır) Türk okuyuculara farklı gelmeyecektir: Namus cinayeti. Olay örgüsünden anladığım kadarıyla olay 1950'lerde geçmektedir (1981 yazılan roman aşağıda yukarı 30 yıl öncesini anlatıyor) ve bu durum ister istermez Kolombiya'da bekaret kavramının bu yıllarda önemli olabileceği ve hatta namus cinayetine kadar insanı itebileceği düşüncesiyle sizi baş başa bırakıyor (bu ayrı bir sosyolojik çalışma konusu olabilir). Türkiye'den farklı olan şey düğün gecesi bakire olmadığı için ailesine iade edilen kızın abilerinin Angela Vicario yerine onun bekaretini bozduğu iddia edilen Santiago Nasar'ı öldürmesi. Angela'nın abileri Pedro ve Pablo kızın iade edildiği gece itibarları zedelendiği için büyük bir öfkeyle kasap bıçaklarını alarak Santiago Nasar'ı öldürmek için yola çıksalar da, aslında bu cinayeti işlemek istememektediler. Öyle ki, cinayet işleyecek insan her önüne gelen sebepleriyle beraber yapacağı eylemi anlatmaz. İş ciddileştikçe bir insanı öldürmenin ne kadar zor olduğunun farkına varan kardeşler, işleyecekleri cinayeti herkese anlatarak kanaatimce içten içe birinin engel olmasını veya Santiago Nasar'ın karşılarına çıkmadan kaçıp saklanmasını istemektedirler. Hikayenin ilginç yanı burada başlıyor: Kimsenin Santiago'ya haber vermemesi! (Son ana kadar). Herkesin kendince sebepleri vardı; bazıları Pablo ile Pedro'nun böyle bir işe kalkışamayacaklarını, sarhoş palavrası attıklarını düşünüyor, polis bıçağı ellerinden alarak görevini yerine getirdiğini sanıyor (sanki başka bıçak alamazlar), sevmeyen birkaç kişi ölmesi için uyarıda bulunmuyor, onu görenler de, neşeli ve sağlıklı göründüğü için olayın çözüldüğünü sanıyordu. Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez'in 1981'de yayımlanan yedinci romanı Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir namus cinayetinin öyküsü. Romanın kahramanı Santiago Nasar'ın öldürüleceği daha ilk satırlardan belli. Kırmızı Pazartesi, yalnızca bir cinayetin arka planını değil, bir halkın ortak davranış biçimlerinin potresini de çiziyor. Böylece, sonuna dek ilgiyle okuyacağınız bu kısa ve ölümsüz roman, bir toplumsal ruhçözümü niteliği de kazanmış oluyor.

 Hikayenin rahatsız edici pek çok yönü var: Santiago Nasar'ın gerçekten suçlu mu olduğu yoksa Angela Vicario'nun başka birini korumak için mi onun adını verdiği? Nitekim herkes her şeyi bilirken Santiago Nasarın hiçbir şey bilmemesi ya da çok garip tesadüflerin bir araya gelerek Santiago'nun ölümüne zemin hazırlaması veya son sayfalarda olayın sanki ağır çekimde gibi anlatılarak tüm gerginliğin okuyucuya da geçirlmesi gibi. Kitabın rahatsız edici etkisi uzun bir süre üzerinizden geçmiyor, kime neye inanmanız gerektiğini bir türlü anlayamıyorsunuz. Çok başarılı bir eser, okumanızı tavsiye ederim!

"Sorgu yargıcı onu görmüş olan hiç değilse bir kişiyi aramış, bunu da benim kadar inatla yapmıştı ama o kişiyi bulmak mümkün değildi. Raporun 382. sayfasının kenarına kırmızı mürekkeple bir yargı daha yazmıştı: Kader bizleri görünmez kılar."

5 Haziran 2014 Perşembe

Sandman / Sen Oyunu - Neil Gaiman

Modern mitle karanlık fantezinin, çağdaş edebiyat ve tarihsel dramayla kesiştiği Sandman efsanesi çizgi roman tarihinde eşine rastlanmayan öykülerden bir diğeriyle devam ediyor. İlginç bir şekilde bu kitapta bir öykü var: Barbie ve rüyası. Aslında iki hikaye iç içe geçermiş şekilde anlatılsa da, anlatılan tek bir hikaye. Diğer Sandman serileri içinde (şimdiye kadar) en az sevdiğim bu kitap oldu. Yalnızca bir hikayenin anlatılması, Düş Lordu Morpheus'un çok az rol alması, (hep son anda gelip ortalığı toplamasına bayılıyorum), Death'in şöyle bir görünüp kaybolması ve henüz diğer hikayelerle ne bağlantısı olduğunu kuramamış olmam buna sebep olmuş olabilir (Bir yerde ilk kitaptaki 24 saatlik bölümde ölen bir kişinin sevgilisi vardı bağlantı sağlayan). Yani sanki New York'ta sefil bir apartman dairesinde yaşayan tüm sakinlerin hayatının dağıldığı noktadaki kesit gibiydi tüm kitap. Öncelikle apartmanda oturanları tanıyoruz, Prenses Barbara (Barbie), travesti Wanda, lezbiyen bir çift, sıkıcı bir kadın olan Thessaly ve tuhaf görünüşlü bir adam. Diğer karakterler Barbie'nin çocukluğu ve gençliği boyunca gördüğü bir rüyanın kahramanları olan kuş, fare, maymun ve dev bir köpek (tabi bu karakterler düş resifinde yaşayan bir nevi Barbie'nin hayal gücünün ürünleri). Uzun süredir rüya görmeyen ve bu nedenle bu zavallı yaratıkları rüya aleminde yalnız bırakan Barbie, kendisine iletilen bir mesaj sonucu rüya alemine girerek korkunç yaratık Guguk Kuşu'ndan hem kendisini hem de arkadaşlarını kurtarmaya çalışır. Rüya alemi bir anlamda Barbie'nin kendisinden, korkularından, çocukken sahip olduğu oyuncaklardan ve gerçek hayatta yaşadıklarından şekilleniyor. Rüyaların kabuslara dönüşmekte olduğu sırada sıkıcı bir kadın olan Thessaly (Gaiman'ın Yunanistan'la neden bu kadar bağlantı kurduğunu merak ediyorum) apartmandaki diğer kadınları da yanına alarak Ay'ı aşağı indirip ışığında yürüyerek Barbie'nin rüyasına müdahele etmek ister. Bu noktada hem rüyada hem de dünyada işler çığırından çıkar.

Sevgili Sandman her zamanki gibi sadece izlemekle yetinir. He is cool and nice! Ancak geçmiş sayılarda ne kadar çapkın olduğu ortaya çıkan Morpheus'un bu sayıda Barbie ile bir aşk yaşamasını beklerdim, bekli diğer sayılarda :)

"Bence insanların... bence herkesin içinde gizli bir dünyası var. Herkesin. Dışarıdan ne kadar sıkıcı ve sıkıntılı görünürlerse görünsünler, bütün dünyadaki herkesin gizli bir dünyası var. Hepsinin içinde hayal edilemeyecek, debdebeli, şaşılacak, aptal ve büyüleyici dünyalar var. Tek bir dünya değil. Yüzlerce, belki binlerce. Bu garip bir düşünce, değil mi?"

Sandman 5: Sisler Mevsimi
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/05/sandman-sisler-mevsimi-neil-gaiman.html