Powered By Blogger

27 Ekim 2013 Pazar

Story - Cahit Külebi

"Story" (aka Song) is one of my favourite poems in Turkish Literature. I would like to share English version of Story for you (translated by Bernard Lewis). Actually, I made a diligent search about Bernard Lewis but i still don't know who he is (there is some information but i have not confirmed yet). Before shraing the poem, it is better to take a look his explanations about this translation: "We all know that translating poems is virtually impossible and that any translation is just one of the many. This poem in particular melts the description of landscape and of some agricultural activities with delicate sensuality (the woman is 'clear and beautiful' like landscape and can scatter her hair in all directions recalling the action of winnowing corn, she is as fresh as the shadow of walnut trees). On the other hand tghe poet describes himself as a man damaged by violence (the bandits, sadness, solitude, the strong northern winds). These contrasting descriptions find rest and meet in sharing stories, in sharing the past and sad remembrances. But at the same time they bring joy and physical communication and contact.
 
I need to keep in short since I want you meet the poem in a short time. (You can criticize the translation - you would be right- but don't forget, the hardest thing in literature is translating the poems). You all know Turkish, you can complete the meaning by reading the original version.
 
Your lips are red / Your hands are white / Take my hands, child / Hold them a while
 
In the village where I was born / There were no walnut trees / That's why I yearn for coolness / Fondle me a while
 
In the village where I was born / There were no cornfields / So scatter your hair child / Flaunt it a while
 
In the village where I was born / The north winds blew / That's why my lips are cracked / Kiss them a while
 
In the village where I was born / Bandits struck by night / That's why I hate to be alone / Speak with me a while
 
In the village where I was born / Men did not know how to laugh / That's why I am still so unhappy / Make me laugh a while
 
You are light and beauty, like my country / The village where I was born was beautiful, too / Now tell me of the place where you were born / Tell me a while

17 Ekim 2013 Perşembe

Anayurt Oteli - Yusuf Atılgan

 Dünyada ne kadar ilginç isimler duyabilirsiniz? Zebercet bunların içinde midir? Yusuf Atılgan nereden buldu bu ismi diye düşünmeden edemiyorsunuz.  Aslında kitapta buna mantıklı bir açıklama var, okuyup öğrenebilirsiniz :) (Zebercet parlak sarı-yeşil renkteki değerli bir taş). Ancak, taşın kendisi gibi değerli ve parlak yaşamı olmuyor kahramanımız Zebercet'in. Zaten kitap tek karakter üzerine kurulduğu (ve kendisinin gözünden anlatıldığı) için, kahramanımızın grilikler içine sıkışmış mutsuz hayatı sizi de etkiliyor haliyle. Zebercet kendisine babadan kalan Anayurt Otelinin katibi ve bütün gününü burada bir resepsiyonda oturarak geçiriyor ve dış dünya ile ilişkisi yok denecek kadar az. Yalnızca uzak bir köyden gelen ve otelin temizlik vb. işleriyle ilgilenen bir kadıncağız var. Zebercet'in bu monoton hayatı, bir gün gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının otelde bir gün kalıp gitmesiyle biraz değişir. Kadından çok etkilenen Zebercet, günlerce kendisini bekler, hayatında biraz hareketlenme olur. Otele giren çıkan insanları farklı duygularla gözlemlemeye başlar mesela: "Dün gece 'nasıl seninim' demişti kadın. Yeryüzünde erkeğiyle böyle konuşan başka kadınlar da vardı elbet." Zebercet'in bu umutlu bekleyişi (yalnız ve yanında seveceği birini isteyen bir adam) ara ara muhabbetle baktığı kadının unuttuğu sarı-kırmızı-siyah çizgili havluyu almaya gelen iki genç ile sona erer. Artık eskisinden daha saçma davranışlar sergilemeye başlayan Zebercet, yavaş yavaş makul düşünme yetisini de kaybetmeye başlar.

Kitabın arkasında Zebercet, "Ne ölü, ne sağ" bir yaşamın kahramanı olarak tanımlanmış. "Gözünü ilk açtığı ve yaşadığı Anayurt Oteli'yle aynı kaderi paylaşıyor: Birbirine benzeyen geçici ilişkilerle geçen günler, yalnız ve tek başına sürüklenen bir hayat." Kitap birkaç cümleyle ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Kitabın baştan sona çirkinlikleri anlatması ancak buna rağmen okunabilmesi de ayrı bir konu tabi. Anayurt Oteli 1986 yılında Ömer Kavur tarafından film olarak da çekilmiş. Henüz izlemedim, bir gün izlemeye arzum da olur mu bilmiyorum ancak bazı anketlerde en iyi 10 Türk filmi arasında kabul edilmiş, bilginize ;).

"- Film iyiydi değil mi abi?
- İyiydi, dedi gülümseyip.

Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak."

10 Ekim 2013 Perşembe

Pratik Hukukta Metot - Prof. Dr. Ernest HİRŞ

Bilenler bilir, Türk Hukuku bu adama çok şey borçludur! Prof. Dr. Ernest Hirş 1933 yılında Almanya'daki anti-semitist hareketler sonucu Tükiye'ye iltica etmiş ve İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültelerinde yıllarca (20 yıl) ders vererek başarılı hukukçular yetiştirmiştir. Türkiye'de ders verdiği dönemde pek çok kanunun kodifikasyonunda yardımı olmuş, özellikle kendi çalışma alanı olan Ticaret Hukuku, Fikri ve Sınai Haklar ve hukuk felsefesi gibi konularda Türk hukukuna değerli katkılarda bulunmuştur. 1944 yılında ilk baskısı yapılan "Pratik Hukukta Metot" kitabı, stajyer avukatlığım sırasında bir avukatın mutlaka okuması gereken kitap olarak bana önerildi ve ben de okudum (sizi şaşırtmadım) :). Kitapta değerli hocamız Hirş'in anılarının da bulunması ve akıcı üslubu kitabı sıkıcılıktan uzaklaştırıyor (okumak isteyenler korkmadın yani, bildiğiniz hukuk kitaplarından değil). Zaten Hirş'in ilk sözü hukukçu olmayanlara: "Hukuki bir uyuşmazlık karşısında kalınca, yapacağımız ilk iş, bir hukukçuya başvurarak fikrini sormak ve uyuşmazlığın çözümünü istemektir." Ama hemen arkasından "Hukukçu hemen cevap veremeyecektir." diyerek biz hukukçuları korumaya çalışmıştır :). Neden hemen cevap veremeyecektir hukukçu? "Çünkü hukukçunun cevap verebilmesi için uyuşmazlığın mahiyeti ve nedenini saptayabilmesi gerekir." diyerek ilk atacağımız adımı bize gösteriyor. Buradan çıkaracağımız ders:

- Hukukçunun değeri, bilgi derecesi ile değil, bilgisini uygulama yeteneğiyle ölçülür!

Peki, hukuki sorun nasıl çözümlenir? Bu konuya Hirş'in cevabı çözümlemenin iki yoldan geçtiği yönünde: Biri uyuşmazlığın esasını teşkil eden problemi keşfetmek; diğeri soruna inandırıcı ve mantıki bir cevap vermektir. Ama bir taraftan da akıl veriyor Hirş: "Olayı saptayın ancak kendinize mal edin!" Olay saptandıktan sonra, bir niteleme yapılarak (olaya uyan bir hukuk kuralının varlığını saptamak) bizi neticeye götürecek yolu bulmak. (Yazarın notu: Talep hakkını ve bu hakkın dayandığı esasları tahlil etmeden, nitelemeye girişmeyiniz!).

Peki, Qualis est actio (davanın türü) ? (İddianın dayanabileceği hukuki ilişki saptandı mı? Hirş burada, saptanılmasında zorlanılan hukuki ilişkinin sistemtiğe dökülmesi, yani şema yaparak ilerlenmesi tavsiyesinde bulunuyor.)

- Jura novit curia (Kanun mahkemece bilinir)
- Da mihi factum, dabo tibi jus (Olayı izah et ki, hükmü vereyim).

Yani, iddiade bulunan taraf, olayın maddi olgularını olduğu gibi anlatmalı, talep ve delillerini mahkemeye sunmalı ki, hakim kanaatini oluşturabilsin. "Milletin karakuşi hükümlerden bıktığını, en önemsiz kararın bile bilgi istediğini unutmayınız!" Burada hakime düşen görev, olayı aydınlatarak hükmünü vermektir (yani yasayı olaya uygulamak). Ama burada Hirş'e göre, uyuşmazlık tam olarak kısa ve öz şekilde açıklanmalı, bununla beraber, dış görünüşe önem verilmelidir (Hukukçu dediğin şekilci olur) :). Kitapta buradan sonra anlatılanlar özellikle dava avukatlarını ilgilendiren anlatılardır. Dava yapan meslektaşlarımın, kitabın 14. bölümünde sonrasını dikkatle okumasında fayda var. ancak bu bölümü bir cümleyle özetleyecek olursak şu çıkabilir ortaya: "Fortiter in re, suaviter in modo!" (Konuda güçlü, müdafaada nazik ol!).

Hirş kitabın içinde bir de komik bir anekdottan bahseder (Maximilian Weber'in Hazırcevap isimli kitabından alıntı):

"Ludwing Uhland'ı en çok kızdıran şey, bazı kimselerin özel hayatında hukuki meselelerle kendisini rahatsız etmeleri idi. Bir akşam bir toplantıda, varlıklı, fakat hasis diye ün yapmış bir bayan yanına sokularak, hukuki bir meselesini ballandıra ballandıra anlatır. Uhland'ın rahat bırakılmak istediğini fark eden bayan özür dileyen bir gülümseyişle şöyle der: "Sayın hukukçu, bir soru sormak her halde para ile olmaz, değil mi?" Uhland hemen şu cevabı verir: "Hayır, ama cevabı para ile."

7 Ekim 2013 Pazartesi

Mahkeme Kapısı - Sait Faik Abasıyanık

Mahkeme Kapısı'nda ünlü öykü yazarımız Sait Faik, Haber gazetesinde çalıştığı dönemde, gazetede yayınlanması için ceza mahkemesine giderek duruşmaları gözlemlemiş ve ilginç bulduğu olayları akıcı üslubuyla hikayeleştirmiş. 28 Nisan - 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında (bir ay gibi bir süre) her gün mahkemeye gitmiş ve 26 kısa öykü çıkmış ortaya. Önceleri her gün gazetede yayınlanan bu yazılar, 1956 yılında Varlık Yayınları tarafından "Mahkeme Kapısı" adıyla kitaplaştırılmış. Şimdi ise Yapı Kredi Yayınlarından yeni baskılarını rahatça bulabilirsiniz. Kitabı okurken hiç sıkılmayacağınızı garanti ederim. Zira her bir hayatın tam içinden ve birkaç sayfadan uzun olmadığı için hemen başlayıp bitiyor. Bazı hikayelerin sonu yok :). Çünkü mahkeme kararın açıklanmasını bir sonraki duruşmaya bırakılmış. Bu beni hem meraklandırdı hem de hüzünlendirdi. Ama sonunu öğrenemediğim hikayelerden daha fazla hüzünledirecek şey vardı zaten kitapta (ceza mahkemesine düşen olaylar gibi). Kıyafet çalmak, ekmek çalmak, yumurta çalıp yemek, kaçak çay satmak gibi suçlardan yargılanan bir - iki ay hapis cezası alan genç insanlar, toplumun içinden garip insanlar... Aslında buradan 1942 yılında ülkenin durumunun pek vahim olduğunu anlayabiliriz. Arkadaşının ceketini çalıp satmak için bir mektep öğrencisinin ne durumda olması gerekir? Ya da sokak satıcısından fındık - fıstık alabilmek veya sinemaya gidebilmek bu kadar lüks müydü gerçekten?
 
"Hakim: Parayı ne yapacaktın?
Çocuk: Fındık, fıstık alırdım. Sinemaya giderdim.
 
Olur şey değil demeyin, bir çocuğun üstünü başını ancak anası babası düşünür, onun üstü başı ne olursa olsun, fındık fıstığa daha çok muhtaçtır. Çocukluk güzel şey! Çocukluk arzuların, hayallerin, ümitlerin, fantezilerin, olmaz güzelliklerin memleketinde yaşar... daha küçük çocukların hırsızlık yapması mümkün olsaydı, dokuz aylık yavrunun hakim huzurunda , "ne için çaldın" sualine şöyle bir cevap vermesi mümkündü: "Gökteki ayı satın alacaktım."
 
Ancak okurken gülümseyeceğiniz hikayeler de mevcut. Özellikle "Çamaşır İpleri ve Don Gömlek Hayaletleri" beni aynı zamanda gülümsetti:
 
"Dört davacıdan ikisi asker, ikisi kadın.
 
Birinci asker: Efendim, çamaşırlarımı bahçeye asmıştım. Kurusunlar diye.
 
Hakim: Çamaşırların neydi?
 
Birinci asker: Gömlek ve şey efendim...
 
Hakim: Ne?
 
Asker: Şey
....
Hakim: Öyleyse ne olduğunu söyle de, yazılacak.
 
Asker: Don, efendim.
 
Hakim: Senin neni aldı?
 
İkinci asker (bir Şarki Anadolu lehçesiyle): Dun gumlek...
 
Hakim: Senin de mi don gömleğin?
 
İkinci asker: Hayır efendim....
 
Hakim: Neyini öyleyse?
 
İkinci asker: Dun gumlek efendim...
 
Hakim: Yani, senin donunla gömleğini mi?"
 
:) Herkese okumasını tavsiye ederim!

3 Ekim 2013 Perşembe

Ölüm Pornosu - Chuck Palahniuk

Kitabın adı dikkat çekiyor, hemfikirim sizinle. Geçtiğimiz yıl tercümanı göz altına alınınca bir şekilde medyatik kitap oluvermişti. O aralar ilgimi çektiği için kitabı aldım ancak okurken biraz sıkıldığım için bir kenara bıraktığımı fark ettim. Bu kitabı ilk okumaya başladığımda bu konu hakkında araştırmalar yapmıştım. Kitabın özgün adı olan "Snuff" kelimesi aslında İngilizcede içine çekmek demek ancak argoda gerçek şiddet ve ölüm sahneleri içeren filmlere verilen isim aynı zamanda. Nicholas Cage'in bu konuda bir filmi de var 8MM adı (Snuff Movie). Bu filmde de, yalnız ve ardında arayacak kimsesi olmayan kızların zorla oynatıldığı gerçek şiddet ve tecavüz sahneleri içeren (sonu ölümle biten) yer altı porno endüstrisinin (inanılmaz miktarda paraların döndüğü bir sektör - ki o porno DVD'si milyon dolar filan ediyordu)  peşinde olan bir polis anlatılıyordu. Böyle diyince heyecanlı bir film gibi görünse de bu sizi aldatmasın :). Her neyse kitaba geri dönersek, kitap da öyle. Dövüş Kulübü (Fight Club) kitabının hatrına yazarın bu son kitabını bitirdim. Dövüş Kulübü gibi müthiş beklentiler içine girmeyin arkadaşlar. Belki Dövüş Kulübü gibi başarılı bir kadro ve senaryoyla filmi çekilirse, bu hikaye de bize kendini sevdirebilir. Kitapta artık olgun yaşlarını yaşayan çok ünlü bir pornostarın -kendi sonunu kendi yazmak istedi belki de- 600 erkekle birlikte olduğu bir porno çekmek istemesi anlatılıyor. İstemekle kalmıyor tabi, uygulamaya koyuyor. Bu hikaye bazen starımızın flashbackleriyle beraber (Cassie Wright neden porno star oldu?) pornoda kendisiyle oynayacak olan erkeklerin bazılarının (bay 27, bay 8 bay 600 gibi numaralandırmışlar - bunlar erkek mi koyun mu?) gözünden anlatılıyor. Hepsinin de bu pornoda oynamak için kendilerince sebepleri var ve kitabın sonunda Cassie'nin aslında bunu neden yaptığını ve büyük sırrını öğreniyoruz. Sıkılmadan okuyabilirim derseniz tavsiye ederim, değişik bir şey...
 
Aslında Cassie'nin genç ve güzel asistanı Sheila'nın filmin sonunda adı sorulduğunda "Adım Zelda Zonk" demesi nedir? Kitabın ara satırlarında anlatılanları anlamadım galiba, tekrar mı okusam?
 
" - Elmasların çok değerli olduğunu söylüyorlar, mücevhercilerin çoğunun elinden geçmişler.
  - Ona bakarsan fahişeler de kıymetlidir?"