Powered By Blogger

27 Kasım 2014 Perşembe

Alaceren - Nezihe Meriç

Kitabın arkasında yazarın "İstiyorum ki bu yazdıklarımı okuyup sevenler, işi sürdürsünler gönülleri nasıl çekerse. Eksikleri tamamlayıp, geri kalanını dokusunlar..." ifadesinden kitabı hiç sevmeyeceğimi anlamalıydım. Çünkü ben "okuyucunun halay gücüne bırakıyorum" adı altında kitapta anlatılan hikayenin sebep-sonucunun verilmemesini pek sevmiyorum, ayrıca anlamıyorum da. Benim hayalgücüme brakılacaksa ben neden okuyorum ki, tamamen hayal edeyim? Ben senin hayal gücünü merak ediyorum, seni tanımak istiyorum sayın yazar. Ne söylenirse söylensin, ne kadar ilginç bir hikaye olursa olsun, bir sonuca bağlanmıyorsa, ben bu durumu "okuyucunun hayal gücüne bırakılması"ndan ziyade konuyu toplayamamak, kurgulayamamak ve dolayısıyla başarısızlık olarak yorumluyorum. Bu nedenle "Alaceren"i pek sevmedim. Halbuki en başta çok güzel başlamıştı, Bengi adında parçalanmış bir ailenin kızı üzerinden ilginç karakterler tanıtılmıştı: Zarif dedesi, kız kardeşi Gün, psikolojisi bozuk anne-baba ve anlatıcı. Beğendiğim bir diğer yön de, Bengi'nin hayatının hep "sabahlar" üzerinden anlatılmasıydı: anne babanın kavga edip ayrıldığı sabah, dedenin geldiği sabah, annenin geri döndüğü sabah, keyifli sabahlar vb. Ancak henüz daha hikayenin içine giremeden, yan karakterler Bengi'nin arkadaşı mı yoksa anlatıcının özel hayatı mı anlayamadan kitap bitti. Hatta, anlatıcı kimdi, Bengi kendisini üçüncü bir kişi olarak mı anlatıyordu yoksa komşuları mıydı? Baba neredeydi, anne neden dönmüştü, nereye gitmişti? Lafı uzatmaya gerek yok, kitaptaki zaman kavramı gibi muğlak ve anlaşılmaz, yarım kalmış hissettim bu hikaye hakkında. Ben sevmedim ancak bu şekilde kitapları okumaktan hoşlanan varsa, okuyabilirler.
 
"'Her ilk roman, biraz yazarının yaşam serüvenini gözden geçirmesi gibi bir şeydir. Çok şey taşır yazarın yaşamından. Sonraları gözlemler birikip çoğalır, deneyim artar, o zaman başka kişiler, başka dünyalar da yaratılmaya başlanır.' Bengi sesini çıkarmamıştı; düşünüp kalmıştı. Yazdıkları hiç onun yaşamına benzemiyordu. Hayır çok benziyordu. Hem benziyor hem benzemiyordu."

Katıldığım bir nokta var, ilk kitaplar mı bilinmez ancak ben de hikayelerin her zaman yazarlardan -az ya da çok- bir parça taşıdığına inananlardanım. Sabahattin Ali'yi okuduktan sonra gözlem ve deneyimin de bir yazarın sahip olması gereken bir özellik olduğu fikrimin de güçlendiğini söylemek de isterim.

24 Kasım 2014 Pazartesi

Kamyon - Sabahattin Ali

Daha önce de belirttiğim gibi, Sabahattin Ali'nin çok iyi bir gözlemci olduğu ve yaşadığı yerlerde insanları gözlemleyerek hayatlarını hikayeleştirdiği kanaatindeyim. Böyle bir kanıya kapılmamın sebebi toplumcu gerçeki bir yazar olan Sabahattin Ali'nin hikayeyi anlatırken olayın geçtiği yer-zaman hakkında bilgi vermesi ve bu dönemde gerçekten Anadolu'nun o bölgesinde bir vesile ile bulunuyor olmasıdır (öğretmenlik yaptığı için Konya'da, aydın'da evya Ankara'da görev yapmış olması). Derlenmiş hikayelerden oluşan "Kamyon" kitabında yer alan hikayelerin büyük çoğunluğu Konya'da geçmekte ve 1930'lu yıllarda bu çorak topraklarda yaşayan sefil insanları anlatmaktadır. Hikayelerin mahzunluğundan daha üzücü bir şey daha var: Anlatılanların gerçekten yaşanmış olma ihtimali (kurgu olmama ihtimali - ki öyle olmadığını düşünüyorum). Sabahattin Ali yaşadığı dönemin ekonomik, siyasi ve kültürel özelliklerini kendi gerçekliğiyle birleştirerek eserlerini ortaya koymaktadır, zaten birkaç kitabını okuyunca yazarın tarzı ve kitapların çizdiği profil de anlaşılabilmektedir. Kanal, Kağnı, Kazlar, Kamyon ve Bir Orman Hikayesi'nde karakterlerin çaresizliği ve kimsesizliği üzerinde durularak, insanların iç sesleri (yorumları) verilmeden "olay"ın kendisi anlatılmaktadır. Okuyucuda farklı ufuklar açsa da, kabul etmek gerekir ki Sabahattin Ali okumak biraz rahatsız edici, çünkü "....geri bir ekonomik düzenin ve baskıcı bir yönetimin ürünü yoksunluklar, yoksulluklar içinde ekmek uğruna, su uğruna, toprak uğruna ölen, öldüren hapislere düşen Anadolu insanını; ağa, eşraf, esnaf, köylü, bürokrat ilişkilerini konu edinecektir."

Şükran Kurdakul onun öykücülüğünü "Sabahattin Ali'nin 60'ı aşkın öyküsünde köylü kentli kadınlar, mahpuslar, çocuklar, bürokratlar, kendi niteliklerinin yanı sıra, sınıflı toplumun insanı olmaktan gelen nitelikleriyle birlikte yaşarlar. Issız, kendi durumuna bırakılmış Anadolu'nun yalnız insanları, idare lambalarının soluk ışıkları altında hüzünlü bakışlarıyla insanlığımızı arar gibidir." biçiminde değerlendirmiştir.

Hiç okumamış olan yoktur diye umut ediyorum ancak henüz okumadığınız bir kitabı ile karşılaşırsanız Sabahattin Ali'yi okumanızı mutlaka tavsiye ederim. Hikaleyerini akıcı ve içtenlikle yazan bu yazarın eserlerini çok beğeneceksiniz.

"Doğru değil mi ama? Şu dünyayı adamakıllı görmeden, dünyanın ne olduğunu adamakıllı anlamadan buradan gidecek olduktan sonra ne diye buaraya geldik sanki? Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?"

Sabahattin Ali - Sırça Köşk:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/07/srca-kosk-sabahattin-ali.html
Sabahattin Ali - Bütün Şiirleri:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2013/03/butun-siirleri-sabahattin-ali.html
Sabahattin Ali - Kuyucaklı Yusuf:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2013/05/kuyucakl-yusuf-sabahattin-ali.html

14 Kasım 2014 Cuma

Anılar - Av. Halis Özdemir

Bu yılın Nisan ayında kaybettiğimiz değerli Avukat Halis Özdemir'in avukatlık anılarını yazdığı "Anılar" kitabını birkaç sene önce İstanbul Barosundan temin etmiştim. Bir süre zarfında kitabı okumadığımı yakın zamanda fark ettim ve hemen okumaya başladım. Avukatlık mesleğini olması gerektiği gibi -ya da alışageldiği gibi desek daha doğru olur- icra edemediğimden, bu konuda yazılan anı vb. yazılar oldukça ilgimi çeker. Üstad Özdemir de bu anılarını tüm yalınlığıyla bu kitabında (biraz da politikaya ve askerlik anılarına değinerek- anlatmış. 1921 doğumlu olduğu için kendisinin 1951 yılında fiilen avukatlığa başladığı ve neredeyse hayatının son yıllarına kadar (2014) avukatlık yaptığı düşünülürse, bu süreçte ne kadar farklı ve münferit olaylara şahit olduğunu hayal etmek zor olmayacaktır. Avukatlık yıllarının (1979'a kadar) ilk otuz yılını doğup büyüdüğü yerde (Ardahan'da) geçiren Halis Özdemir, Kars, Ardahan ve Artvin civarındaki arazi ve ceza davaları ile ilgilenmiş ve karşılaştığı ilginç olayları ve zorlukları yeri geldiğinde isim vererek aktarmıştır. Ancak kitapta o kadar çok isim ve tarih bilgisi vardı ki pek çoğunu aklımda tutamadım :). Yalnızca profesörler ve bazı edebiyatçılara ilişkin olarak belirtilenler aklımda kaldı. Bununla beraber, olaylar kronolojik sırayla aktarılmadığı için (öyle tahmin ediyorum ki Halis Özdemir anılarını değişik zamanlarda aklına geldikçe yazmış) okurken bazı yerlerde aklımın karıştığını itiraf etmem gerek. Bir diğer eleştirebileceğim nokta da, (muhtemelen bir editör tarafından kontrol edilmediği için) bazı imla hataları ve düşün cümlelerin ve bazı noktalarda anlam akışı kopuyor.

Olgun yaşına ulaşmış ve tecrübelerini genç nesile aktarmak isteyen her üstad gibi, Halis Özdemir de önceliği görgü kurallarına (adab-ı muaşeret) vermiştir. Buna ilişkin verdiği örneklerde, düzgün konuşmanın ve görgü kurallarına uymanın hayatın her evresinde, gerek özel hayatta gerekse meslek yaşantısında her zaman artısı olacağını vurgulamıştır: Yerinde ölçüsüne göre saygılı olan kim kaybetmiş?

"... Hani derler ya boğaz kırk bölümdür; insanın  ağzından muhatabına sarf edilecek, çıkacak sözcükler kırk kez tabiri caizse gümrüğe tabi tutulacaktır. Yoksa yıllarca dost edindiğiniz insanlar anında sizden soğuyabilir. Medeni alemde insan ilişkileri bir nevi sırat köprüsünden geçmeye benzer. Söz ağızda iken sizin esirinizdir. Ağızdan çıktıktan sonra, siz onun esirisiniz."

 "Baki kalan bu dünyada bir hoş seda imiş derler ya. Ceset toprak oldu. Sanıklar belki tutukluluklarını dahi unutmuş olabilirler. Fakat, bizimkinin hoş sadası unutulmadı daha. Hukuk Usulü hocamız rahmetli Sabri Şakir 'Üslupta tatlı, fikirde güçlü olmalıyız' derdi."

7 Kasım 2014 Cuma

Bir Yeryüzü Tanığı - İlhan Berk

Daha önce şairin herhangi bir şiir kitabını okumamıştım ancak birkaç şiirinin hatrına İlhan Berk'i severdim. Sadık Albayrak'ın "ot şairi" olarak nitelendirip eleştirmesinden sonra, kendisini biraz daha merak ettim. "Bir Yeryüzü Tanığı"nda şairin tanınan şiir kitaplarından bazı şiirler alınarak bir derleme yapıldığından, şairi tanımak için bu kitapla başlamak iyi fikir. Bu kitapta şairin değişik zamanlarda yazdığı şiirleri arasındaki (ki kendisi 1918-2008 yılları arasında yaşadığı için şiir yazacak bol bol vakti olmuştur) hem konu hem de tarz olarak mevcut olan farklar kolayca fark edilmektedir. Bir cümle İlhan Berk'i en iyi tanımlar: Her şey şiire dönüştürülmek için vardı zaten, defalarca söylediği gibi: taşlar, ağaçlar, sebzeler, otlar, sular, gök, kentler, aşklar, yanızlık ve hatta kendisi... Her şey... Şair Anadoluda gezdiği şehirlerden, denizden, taştan, balkondan daha doğrusu gördüğü/gözlemlediği her şeyden şiirlerini yazarken faydalanmıştır. Ancak açıkçasını söylemek gerekirse, bazı şiirleri çok sevip, içten bulsam da, bazı şiirlerinden de bir o kadar hoşlanmadım. Belirli bir sebebi yok aslında, yalnızca imgeleri çok kullanmış olması buna etken olabilir. Resim sanatına ilgi duyan birisi olarak, bu tarzdan hoşlanmam gerekirdi (İlhan Berk de aynı zamanda ressamdır) ancak çevresindeki her şeyi ilk kez görüyormuş gibi anlatması, pek çok kez anlatması belki bir noktada bana sıkıcı gelmiş olabilir. Ressamlığına gelince, hayatının son dönemlerinde kendisini resim yapmaya adayan şairimiz, bu durumu yazmanın mutsuzluk olduğu (Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz), resim yapmanın ise onu bu melankoliden çıkardığı şeklinde yorumlamıştır (...yazmak eyleminden kurtulduğum, mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak). Gerçekçi! :)

Behçet Necatigil tarafından "Şiirimizin Evliya Çelebisi" olarak tanımlanan bu şairi bir tanıyın derim. Yaşadığı çevreyi nasıl gözlemlediğini inceleyerek yaşadığınız çevreyi daha farklı gözle görmeye başlayabilirsiniz: "Herkese ait bütün aşklar yataklarda yaşanır / Ben dünyanın bütün yataklarına izinsiz giriyorum."
.....
Yanmış ve yakılmış şehirlerimize bir akşamüzeri askerlerimiz girdi
Kursaklarında bir parça ekmekle insanlar ayaktaydı
O gün dünyayı ve insanları tanıdım
O gün ayağımın dibindeki şehirde ağlamayı öğrendim.
--------------------------
Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeye iner
Çayırları büyürken görürüm

Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni.

Seni düşündükçe
Gül dikiyorum elimin değdiği yere
Atlara su veriyorum
Daha bir seviyorum dağları.