Powered By Blogger

28 Aralık 2015 Pazartesi

Kral Kaybederse - Gülseren Budayıcıoğlu

Kitap o kadar akıcı ilerliyordu ki elimden neredeyse elimden bırakmadan okudum. Aslında kitaba başlarken böyle olacağını tahmin etmemiştim, hatta biraz gönülsüz de başladım diyebilirim. Fakat kitaba başlayınca bir anda kendimi yaşanan olayların içinde buldum, birbirinden farklı üç insan tanıdım: Kenan Bey, Fadi ve hem yazar hem kahraman olan Dr. Gülseren Budayıcıoğlu. Her ne kadar üç kişi tanıdığımı söylesem de, asıl kahramanımız aslında Kenan Baran, diğerleri bir şekilde onun çevresinde olup da Kenan Beyin hayatını derinden etkilemiş kadınlar. Bu girişten de anlaşılacağı üzere Kenan Bey'in hayatını hep kadınlar şekillendirmektedir. Kendisini seven ve her şeye göz yuman güzel bir karısı olmasına rağmen karşısına çıkan her kadında aşk ve dostluk arayan çapkın ve umursamaz bir adamdır Kenan Baran. Hem zengin hem de yakışıklı ve karizmatik olması dolayısıyla kadınlarla sosyal ilişki kurmakta hiç zorlanmayan Kenan Beyin belki de en büyük hatası, hayatının hep aynı tempoyla zirvede ve tabiri caizse kral gibi devam edeceği düşüncesidir. Peki nasıl oluyor da hiç yıkılmayacak gibi görünen bir imparator bir anda alt üst oluyor ve yıllarca inşa ettiği her şey değerleriyle beraber yerle bir oluyor? Bu sorunun cevabı kendi kurduğumuz ilişkilerde, toplumun kadına yüklediği sorumluluklar ve erkeğe biçtiği ataerkil rolde, yaptığımız tercihler ve bizim tercihlerimizden ibaret olan kendi kaderimizde bulunabilir mi?
 
Sayın psikiyatrist kitabın arkasında "bir avcının avına av olup yuvarlanışının hikayesi" demiş ancak kitap kanaatimce bundan daha fazlası. Zirveden uçurumun dibine vuran bir adamın kendisini keşfetme hikayesinin yanında açı çektirdiği kadınların ve psikiyatristin de güncesiyle birden fazla konunun ve tekniğin bulunduğu çok katlı bir roman elimizdeki. Kitap, rahatlıkla okunmasının yanı sıra kendimize ve hayatımıza başka bir pencereden bakmamızı da sağlıyor, bu nedenle kendinizde bir değişim başlatmak isterseniz, bu kitaba bir şans vermenizi mutlaka tavsiye ederim. "Bilinç dışının" kaderimizi nasıl şekillendirdiğini örneklerle görebileceksiniz. İyi okumalar!
 
"...İnsanın kendini tarafsız bir gözle görmesinin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Hatta bunun insanı ne kadar üzeceğinin, korkutacağının da farkındayım ama eğer onu durduramazsam acıları hiç bitmeyecek. Meğer ne kadar korkakmış bu Kenan Bey! Yıllardır korkularının esiri oldu. Kader de onu önüne kattı, oradan oraya sürükleyip duruyor..."

24 Aralık 2015 Perşembe

Selvi Boylum Al Yazmalım - Cengiz Aytmatov

Türk sinemasının en sevilen filmlerinden "Selvi Boylum Al Yazmalım" filmini izlemeyen ya da en azından konusunu bilmeyen yoktur diye tahmin ediyorum. Ancak şimdiye kadar bu eserin asıl sahibi hakkında bilgi sahibi bir insanla karşılaşmadım. Yeri gelmişken belirteyim, Atıf Yılmaz'ın 1978 yılında yönetmenliğini yaptığı film, Cengiz Aytmatov'un 1970 yılında yazmış olduğu "Kırmızı Eşarp" (İngilizce: Red Scarf)  isimli hikayeden esinlenilmiştir. Filmde anlatılan hikaye birkaç küçük farklılık dışında kitap ile neredeyse aynı ilerlemektedir ve duyguların verilişi ve hikayenin insanın gönlüne dokunması bile aynıdır (Ayrıca kitabın yazılış biçiminden yaşananların gerçek olduğu izlenimi de çıkmaktadır). Bu nedenle ilk defa bir eserin hem kitabını hem de filmini eşit ölçüde sevdim diyebilirim (daha önce de Reader için filmi kitaptan daha çok sevdiğimi belirtmiştim). Filmi izleyenlerin bildiği üzere, kahramanımız İlyas kamyon şoförlüğü yapan, fevri ve sabırsız ancak cesur yürekli bir gençtir. Mesleğini icra ettiği sırada köylerden birinde kırmızı eşarplı güzel bir genç kadın ile karşılaşır (Filmde Asya, kitapta ise Aysel). Birkaç görüşmenin ardından birbirlerinden etkilenen gençler, kızın ailesinin muhalefet etme ihtimaline karşı kaçarak evlenirler. Uzunca bir süre mutlu devam eden evlilikleri, İlyas'ın işyerindeki hırslı ve fevri davranışları sonucu yaşadığı sorunları evine yansıtması sebebiyle gölgelenir. Evliliğine karşı acımasız davranan İlyas'ın önceden tahmin edemediği bir durum vardır: Aysel sandığından çok daha onurlu bir kadındır ve onurunu kıran birinin yanında kalmaya da hiç niyetli değildir. Kitabın konusu hakkında bu kadar bilgi vermek istemezdim ancak filmde neler yaşandığını bilmeyen de kalmamıştır diye düşünüyorum.

Bu kitabında olduğu gibi sıradan insanların aşklarını, hayatlarını bu kadar yalın bir anlatımla okuyucuya aktaran Cengiz Aytmatov'u fırsat bulduğum her vakit okuduğumu belirtmek isterim. Eğer şimdiye kadar okumadıysanız, belki de tanıdık bir hikaye olan Selvi Boylum Al Yazmalım ile başlayabilirsiniz.

"İyi günler hey Isık-Göl, sonu getirilmemiş şarkım benim. Seni mavi suların ve sarı kıyılarınla alır götürürdüm benimle. Ama elde değil, sevdiğim insanın aşkını götüremediğim gibi seni yerinden asla kıpırdatamam. İyi günler Aysel! İyi günler benim al yazmalı selvi boylum! İyi günler sevgilim. Sana mutluluklar..."

22 Aralık 2015 Salı

Türkçe Aşk Laçkadır - Burak Akkul

Yazarın evlilik arifesinde biten ilişkisinin üzerine aşk acısıyla yazdığı kısa, akıcı ancak size yeni bir şey öğretmeyen bir kitap (Pucca Günlük gibi düşünebilirsiniz).  Genelde kadınların başvurduğu bir eylem olduğu için, bu kitabı okumamın tek sebebi bir "erkek" tarafından yazılmış olması. Sonuçta biten bir ilişkinin, bitiremeyen tarafı etkilediği çok açık, bu tarafın kadın veya erkek olmasının bir önemi olduğunu veya terk edilen tarafa farklı etkileri olacağını düşünmüyorum. Yine de Burak Akkul'un diğer çalışmalarının da etkisinde kalarak bu kitabını okudum. İçten bir şekilde ve mizahi bir dille yazılan kitap, yazarın çektiği ızdırabı da hissettirmiyor değil. Bu nedenle olsa gerek, yeri gelince işi mizaha vurmaya çalışarak da olsa, "kadınlar"ın aşağılandığını da söylemek mümkün. Yazar biten ilişki sonrası bir erkeğin geçtiği tüm aşamaları ve kurtulma çabalarını kendi tecrübelerinden yola çıkarak sırasıyla anlatmış, ancak bana kitabı hakkında kısa bir bilgi vermem sorulursa aşağıdaki cümleyi (kitaptan alınmış bir paragraf) okursanız kitabın tümünü okumanıza gerek yok diyebilirim. Son olarak yazara buradan seslenmek istiyorum, kitapta eleştirdiğin kadın aslında (eğer varsa paralel bir evren, orada) sensin, yani seçtiğin kadın, senin yansımandır.

Ben kişisel gelişim tarzında kitapları okumaktan hoşlanmadığım için, bu türde kitapları da onlara benzeterek tercih etmiyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi, bir erkek bakış açısından yazılmış olması ve yazarın mizah yazarlığı konusundaki tecrübesi sebebiyle bu kitabı okudum ( ve kadınların yazdıklarından bir farkı olmadığını anladım. Sizi etkilemiş gibi olmayayım, okumak isterseniz eğlenceli bir kitap.

"Peki niye bitti kardeş? Senin ki niye bitti? Yoksa sende mi fazla iyiydin? Bunu okuyan erkekler şimdi hoppa diye ayaklandı biliyorum. Sende fazla iyiydin dimi kardeş? Yani sana da ayrılırken sevgilin, "Sen çok iyi insansın, sana saygı duyuyorum" gibi onur verici, ama dibine kadar delici laflar etti değil mi? Olsun. Üzülme geçer. Ne delikler var şu evrende kara delik var, ozon deliği var, Bolu tüneli var, sende de küçücük bir delik açılmış, çok mu? En azından seninkini açan belli "Kim açtı ya" gitmedin en azından… Bırak… Doğa o deliği zamanla kapatır. Doğa kapatmazsa Melis kapatır."

16 Aralık 2015 Çarşamba

Tutsak Güneş - Ayşe Kulin

Ayşe Kulin benim gözümde bir biyografi yazarıdır. Tarzının tamamen dışına çıkarak bilim-kurgu/distopya türünde bir eser vermiş olması nedeniyle bu kitabını okumak istemedim zira benim distopya türünde okuduğum kitapların çıtası çok yukarıdaydı, dolayısıyla sevmeyeceğimi düşündüm. Kitap bir şekilde elime geçince okumadan da edemedim. Sonuç itbariyle Ayşe Kulin'i çabasından dolayı tebrik edeceğim ama kitabını okuduğum distopya türündeki eserlere göre çok hafif bulduğumu da belirtmek isterim. Konuya gelince... Kitaptaki olaylar, yakın bir gelecekte ve adı belirtilmeyen bir ülkede geçmektedir (Ramanis Cumhuriyeti olarak bir yer yaratılsa da, günümüzde var olan yer adları kitapta belirtilmemektedir). Ülkeyi yöneten diktatör Uluhan ölünce yerine oğlu Oğulhan geçmiş, ülke ekonomik ve teknolojik olarak ilerlemiş ancak hak ve özgürlükler açısından insanlar baskı altına alınmıştır. İnternet erişimleri kısıtlanmış ve dünyanın diğer ülkeleri ile iletişim neredeyse kopma noktasına getirilmiştir. Bütün bunlara ek olarak nereden geldiğini anlamadıkları bir cisim Güneş ile Dünya arasına girmiş ve hava sıcaklığının da aşırı düşmesiyle insanlar neredeyse tüm yıl kar altında yaşar hale gelmişlerdir. İşte bu koşullarda yaşayan ve ülkesindeki çocuk doğurmaktan başka niteliği olmayan kadınlardan araştırmacı bilim-kadını yönüyle ayrılan Yuna, uykusuzluğuna ve yavaş yavaş baş gösteren hafıza kayıplarına (geçmişine ilişkin) çare aramaktadır. Terapiye gittiği psikiyatrın istemeden söylediği bir rahatsızlık (Ofglen Sendromu) Yuna'nın içinde bir sorgulama isteği uyandıracaktır. Ofglen Sendromunun sebep olduğu küçük bir darbe domino taşları gibi, zihninde yer etmiş kalıpları tek tek yıkmasına sebep olacaktır. Hayatını sorgulamaya başlayan Yuna, aslında nasıl bir hayal dünyasında yaşadığını ve çevresindeki hiç kimseyi yeterince tanıyamamış olduğunu fark edecektir.

Kitabın dili akıcıydı ve hikayenin de insanı sıkmadan ve gerilimi okuyucuya hissettirerek ilerlediğini belirtmek isterim. Ancak kanaatimce yazar kitabın "proof reading" dediğimiz düzeltme okumasını yapmamış, sık sık imla hataları ve yazım yanlışlarıyla karşılaştım, bu bakımdan bende kitabın çok aceleye geldiği izlenimi oluştu. Ayrıca bazı diyaloglarda mantık hataları ve uyumsuzluklar mevcuttu, sonu da temellendirilmeden bir anda bitirilmek istenmiş gibiydi, bu durum da eserin "düzeltme okuması"nın yapılmadığının benim açımdan bir diğer göstergesi. Kitapta en beğendiğim bölüm kahramanlardan birinin Ayşe Kulin'in "Adı: Aylin" biyografik eserindeki Aylin Radomisli'ye atıf yaptığı konuşmaydı (mezar taşındaki sufi kanatları).  Yine de, kitabı vaktiniz varsa okumanızı tavsiye ederim, çünkü hikayeye dikkatli baktığınızda, kendimizden ve çevremizden pek çok şeyi içinde bulacaksınız.

"Her şeyimizi borçlu olduğumuz Uluhan'ımızın tüm vatandaşlarının iyiliğini isteyen adil bir lider olduğundan şüphemiz yoktu. Dünyaya geliş anımızdan itibaren, emdiğimiz sütten yiyip içtiğimize, eğitimimizden hayırlı evlilikler yapmamıza, hatta çocuklarımızın sayısına kadar her şeyimizle canla başla meşgul olurdu..."

8 Aralık 2015 Salı

Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Uzun zamandır Hüseyin Rahmi'den bir roman okumak niyetindeydim, kısmet bu günlereymiş. Aslında aklımdan "Şıpsevdi" geçiyordu ama kitapçıda dolaşırken bu kitap beni seçti :). "Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç", sokağı edebiyata getiren bir yazar olarak halk tarafından sevilen Hüseyin Rahmi'nin natüralist yönünün ve hicivlerinin oldukça net olarak gözlenebildiği bir eseridir. Romanlarında sık sık değindiği üzere, bu eseri de eski İstanbul halkının günlük yaşantısını canlı betimlemelerle anlatmaktadır. Hüseyin Rahmi, bu romanında hem halkın cehaletini eleştirmiş hem de dönemin kadına ve evlilik kurumuna bakışını romandaki karakterler üzerinden anlatmıştır. Kitabın konusundan bahsetmek gerekirse, bilimle ilgilenenler belki anımsayacaktır; Halley Kuyrukluyıldızı bundan yüz beş yıl önce (5 Mayıs 1910 tarihinde) Dünya'ya çok yakın geçmiş ve birtakım bilim adamlarının yanlış hesaplamaları nedeniyle Dünya'ya çarpacağı düşünülmüştür. Bu bilgi üzerinde İstanbul halkı da galeyana gelmiş ve kıyamet söylentileri alıp başını gitmiştir. Astronomi hakkında bilgisi olmayan ve bilimsel makaleleri okumak şeklinde bir alışkanlığı olmayan halk, sağdan soldan duydukları ile dedikodu kazanı kaynatmaya başlamışlardır. Bu durumu değerlendirmek isteyen genç ve eğitimli bir genç olan İrfan Bey evinde kuyrukluyıldız hakkında yalnızca kadınların katılacağı konferanslar düzenlemeye karar verir. Gazetelere yazı yazmaktan hoşlanan ve Halley Kuyrukluyıldızı hakkında tüm haberleri kaçırmadan takip eden İrfan Bey'in bir özelliği daha vardır: Reddedilme acısıyla başlayan ve yıllar içinde artık tamamen üzerine sinmiş olan kadın düşmanlığı. Kadınların erkeklere göre daha eksik ve zayıf olduklarını her fırsatta vurgulayan İrfan Bey, bir gün beklenmedik bir şekilde genç ve esrarengiz bir kadından kuyrukluyıldız hakkında bilgi isteyen bir mektup alınca kadınların da kıvrak zekalı ve güçlü iradeli olabileceğini pek hoş olmayan bir şekilde tecrübe eder.

Aslında hepimiz Hüseyin Rahmi ile daha önce karşılaştık: Ertem Eğilmez'in başarılı bir şekilde yönettiği ve Gulyabani'den korkan batıl inanç sahibi saf bir İstanbul ailesini anlatan filmi "Süt Kardeşler (1976)" yazarımızın "Gulyabani (1913)" isimli romanından uyarlanmıştır. Bu eserinde olduğu gibi, Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç'da da Hüseyin Rahmi, Türk edebiyatında İstanbul halkının gündelik yaşamını, batıl inançlarını, halkın toplumsal çıkmazlarını mizahi bir şekilde anlatmıştır. Gözlem yaparak yazmayı sevdiğinden olsa gerek, romanlarında İstanbul dışındaki yaşama (Anadolu hayatına) pek değinmemiştir. Bu eser, Adalet Ağaoğlu'nun "Ölmeye Yatmak" romanı gibi her bir karakteri tek tek inceleyerek üzerinde sayfalarca eleştiri yazısı yazılabilecek potansiyelde bir eserdir ancak uzun yazılar yazmayı sevmediğimden burada bırakmak niyetindeyim. Vaktiniz olursa okumanızı mutlaka tavsiye ediyorum.

"Memleketimizde biraz serbest davranan kızlara herkes hemen kötü gözle bakıyor. Eserlerinizdeki ciddiyete bakarak sizi bu zayıflığın, kusurun dışında kalan, fikir sahibi biri olarak düşünmüştüm. Bizde genel bir hastalık şeklinde olan bu alışkanlığın bulaşıcılığından meğer siz de eksik kalmamışsınız... Sokakta edebiyle giden örtülü bir kadına uşak takımından birtakım aşağılık adamların ne kadar rahat laf attıklarını bilisiniz. Bu neden? Memleketimizde kadının her saldırıya katlanmaya mecbur aşağı bir yaradılışta sayılmasından..."  (Geçen bir asır bu topraklarda çok da fazla bir şeyi değiştirmemiş anlaşılan).

30 Kasım 2015 Pazartesi

Ermiş - Halil Cibran

Halil Cibran hakkında daha önce yazı yazmadım, uzun zamandır kitaplarından birini okumamıştım. Ancak kısa bir sure önce okuduğum "Ölüm İlanı Yazarı"nda kendisinde bahsedilince okumaya karar verdim. Bildiğiniz üzere, Halil Cibran Lübnan kökenli (Doğum yılı 1883, Osmanlı vatandaşı) bir şair, filozof ve ressamdır. Felsefi esintiler içeren ve nazım biçiminde (farklı bir tarzı var) yazılmış pek çok eseri bulunmasına ragmen en ünlüsü ve en sevileni Türkçeye "Ermiş" olarak tercüme edilen "The Prophet" isimli eseridir (1920 ilk basım). Bu eserin Türkçeye bu isimle tercüme edilmesini uygun bulmuyorum zira hem içeriğinden hem de İngilizce adından anlaşılacağı üzere kitabın ana kahramanı aslında bir peygamberdir. El Mustafa adındaki bu peygamber on iki yıldır yaşadığı Orphalese kentinden ayrılarak kendi doğduğu topraklara doğru yola çıkmak ister. Orphalese halkı ise kendisini yolcu etmeden önce günlük hayatın merkezindeki konular hakkında kendisine sorular sorarlar. Tüm kitap halkın bu sorularına El Mustafa'nın verdiği cevapları içermektedir. Bu cevaplar hem halkı bilgilendirmek hem de yönlendirmek adına aşk, evlilik, güzellik, özgürlük, suç ve ceza, din, ölüm gibi konulara yoğunlaşmaktadır. Kitaptaki karakterin İslam peygamberi Hz. Muhammed'i işaret ettiğini iddia edenler olduğu gibi, Halil Cibran'ın üslubunu ve işlediği konuların Matta İncil'indeki Hz. İsa'nın vaazlarıyla paralellik gösterdiğini iddia edenler de vardır. Halil Cibran'ın Hz. İsa'yı işaret ediyor olmasının daha yüksek bir ihtimal olduğu belirtilmektedir, zira hem kendisi Hristiyandır hem de diğer kitaplarındaki çalışmalar da Hz. İsa'nın hayatı ile benzerlik göstermektedir. "Ermiş'in Bahçesi" kitabı da bu eserin devamı niteliğinde kaleme alınmıştır.

Daha önce blogda Paulo Coelho'nun bir eserinden söz etmiştim: Akra'da Bulunan El Yazması. Birebir alıntı olması sebebiyle kitaptan çok hoşlanmadığımı da belirtmiştim. Ermiş de tarz olarak bu kitaba benziyor ancak biraz daha şiirsel bir dili var ve açıklamaları daha başarılı yapılmış. Yine de Paulo Coelho'nun Halil Cibran'a bir şekilde gıpta ettiği izlenimi oluştu bende. Ermiş'i okumanızı tavsiye ederim, beğeneceğinizi tahmin ediyorum, ancak iyi bir yayın evinden tercih etmelisiniz, ya da İngilizcesini de okuyabilirsiniz. Doğunun gizemine bir kez daha hayran olacaksınız.

"İnsan yapısı bir zindan kapısına ilişmeden zihninizdeki boyunduruğunuzu kırarsanız, hangi insan yasası size bağlayabilir?
İnsan elinden çıkma hiçbir zincire takılmadan dans ederseniz, hangi yasa korkutabilir sizi?
... Ey Orphalese halkı, davulun senini susturabilir, lirin telini gevşetebilirsiniz, ama tarlakuşu kim alıkoyabilir şakımasından?"

Akra'da Bulunan El Yazması - Paulo Coelho
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2015/07/akrada-bulunan-elyazmas-paulo-coelho.html

19 Kasım 2015 Perşembe

Şiirimiz Mor Külhanidir Abiler - Ece Ayhan

İkinci Yenici Akımının öncülerinden olan Ece Ayhan muhtemelen bu akımın en güçlü temsilcilerindendir. Muhtemelen bu sebeple şiirlerinin büyük kısmını anlamadım, dolayısıyla da okuduğum kitaptan diğer şiir kitapları gibi zevk almadım. Ece Ayhan'ı ilk defa okudum, ancak günün birinde ikinci kez okur muyum ondan da emin değilim. Anımsayacağınız üzere, İkinci Yeni akımı Garip Akımına tepki olarak doğan ve şiirde imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan bir akımdır. Benim tabirimle "sözcüklerle resim yapmak"tır. Tabi bu resimler bazen figuratif olduğu gibi, bazen de soyut olabiliyor ve ne anladığınız sizing hayal gücünüze bırakılabiliyor. Bu durum görsel sanatta etkili ancak şiir konusunda beni etkilemedi, daha doğrusu Cemal Süreya'nın eserleri gibi etkilenmedim diyelim. Ece Ayhan'ın alışılagelen kalıpları yıkarak vermek istediği duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmesi bazı kesimlerce bir devrim olarak görülebilir, ancak sanırım ben soyut dille anlatmanın yoğun kullanıldığı bir tarzı tercih etmiyorum. Örnek vermek gerekirse, Ece Ayhan'ın "Gül Gibi Kanto" şiiri üzerinde belki saatlerce tartışılabilir, merak ettiğim bir sonuca ulaşılabilir mi? Siz karar verin: "Dipsiz kuyularda analarının kahrı / Azalmış Galata'da iki deli çocuk/ Bacakları uzamış rıhtımda / Enlemlerle boylamların denzileri geçişi / İki deli çocuğun uyuduğu saatlere rastladığı için / Onları hiç görmeyecekler işte"

Bununla beraber, Ece Ayhan'ın kendine özgü bir tarzı olduğu su götürmez. Bu kitabında 1956'dan 1998'e kadar yazdığı şiirlerden örnekler verildiği için bu gözlemi ve Ece Ayhan'ın yıllar içindeki değişimini daha rahat gözlemleyebiliyorsunuz. İlk şiirlerinde sürrealizmi çağrıştıran kurgular olsa da, zamanla daha karamsar bir bakış (bu şiirlerde bir Sadık Hidayet tadı var), lirik hareketler ve bozulan dilbilgisi de göze çarpmaktadır. Ayrıca politik ideolojilerden de etkilendiğini söylenebilir. Ben eebiyatseverleri olumsuz etkilemek istemem, herkesin şiirden beklentileri farklı olduğundan, bir deneyip karar vermenizi tavsiye ediyorum, beğendiğim bazı şiirleri alıntıladım:

"Duyduk ki, bir daha
Kuş getirnek sınıfa
İntihar olmuş cezası
Hal ve gidiş tüzüğünde

Biz kuşları tutmuyoruz ki
Kapıda koyveriyoruz
Dönüp onlar ceplerimize giriyor
N'apalım?"

---------------------------

"Denize atılmış bir şiirdir bence
Yurtsayan, yurdu bilinmeyen bir yıldız

Şiirin deniz kıyısındaki sesine bırakılmış
Yanacak sarayların kestiği bir, yarım ay."

Cemal Süreya "Üstü Kalsın" hakkında:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/06/ustu-kalsn-cemal-sureya.html

16 Kasım 2015 Pazartesi

Cengiz Han'a Küsen Bulut - Cengiz Aytmatov

Daha once "Gün Olur Asra Bedel" kitabını anlatırken bu kitabın bir bölümünün dönemin şartları gereği basılamadığını ve yazar Aytmatov'un bu bölümü ayrı bir kitapta ve KGB'nin eski gücünü yitirmesinden sonra bastırdığını belirtmiştim: Ancak Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra yayınlanabilen Stalinizmin ve totaliterliğin güçlü bir eleştirisi... İşte çıkarılan o bölüm bu kitapta okuyuculara sunulmuştır. Okuyanlar anımsayacaktır, anılarını ve Sarı-Özek efsanelerini yazan öğretmen Abutalip Kuttubayev tesadüfen Boranlı'dan geçen bir müfettişin hırsları sonucu KGB'ye ihbar edilmiş ve tutuklanmıştı. Bu kitapta neden tutuklandığını anlamayan Abutalip Kuttubayev'in sorguda geçirdiği işkenceler ve kaleme aldığı eserlerden söz edilmektedir. Aslında bu kitapta aynı anda iki farklı hikaye de yer alıyor diyebiliriz, birisi Kuttubayev'in sorguda geçirdiği günlerin anlatıldığı bölüm diğeri de Kuttubayev'in unutulmaması için kaleme aldığı Cengiz Han ve bulutunu anlatan efsane. Kuttubayev'i sorgulayan askeri savcı bu Cengiz Han efsanesini birinci derecede suç sayarak Kuttubayev'i (geçmişinin de etkisiyle- Kuttubayev daha once Yugoslavya'da esir düşmüştür) millliyetçiliği övme suretiyle devlete ihanet etmek gibi bir gerekçede toplayabileceğimiz çeşitli sebeplerle suçlar. Aslında işin özünde yine insani hırslar ön plandadır, savcı Tansıkbayev bu şekilde kendi rütbesini de arttıracağını düşünmektedir. Tabi kaderin insanlar için neler planladığı ise ayrı bir konudur.

Kitapta anlatılan Cengiz Han ve bulutunun efsanesi de hikayenin geçtiği Sovyet Dönemi ile inceden ilişkilendirilmiştir. Sefere çıkarken insanların doğal dürtülerini yasaklayan Cengiz Han, yasağa uymayanlar için uygun gördüğü cezayı "otoritesini halk nezdinde kaybetmemek için" vermiştir. Aynı şekilde Tansıkbayev de devletin çıkarları için insanların feda edilebileceği vurgusunu devleti sobaya ve insanları oduna benzeterek her fırsatta yapmaktadır. Aytmatov, Sovyet toplumun içinde yerleşmiş bazı unsurları eleştirirken, herhangi bir rejim ayrımı yapmadan, adalete dayanamayan bir sistemin bedelini her zaman halkın ödediğini bu kısa iç içe geçmiş iki hikaye ile anlatmak istemiştir. Cengiz Aytmatov'un üslubu yalın ve akıcı, konuları oldukça derindir. Yine beni şaşırtmadı, bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.

"Devletin çıkarlarından daha önemli ne olabilirdi? Bazıları insan hayatının önemli olduğunu sanıyorlardı... Ne laf ya! Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiçbir yararı yoktur. Ama öte yandan bu insanlar devlet olmadan yaşayamazlar: Sobayı tutuşturan, yakan onlardır. Sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da ona yakıt temin etmeliydiler. Her şey buna bağlı..."

"Gün Olur Asra Bedel" kitabı hakkında:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/12/gun-olu-asra-bedel-cengiz-aytmatov.html

6 Kasım 2015 Cuma

Değirmen - Sabahattin Ali

Okurken içimi Sabahattin Ali kadar titreten yazar pek azdır, neden olduğunu anlamadığım şekilde (belkide toplumcu yazar olması ve memleketimi tüm gerçekliğiyle gözlemlemesi sebebiyle) ben Sabahattin Ali'nin roman ve öykülerini çok beğenirim. Bu kitabında yazarın gençliğinde çeşitli mecmualarda yayınlanan hikayeleri bir araya getirilmiştir (hikayelerin sonunda hangi yıl hangi mecmuada yayınlandığı belirtilmiştir). Kitaba adını veren "Değirmen" hikayesi kitabın ilk hikayesidir ve diğerlerinden farkı bir Çingene'nin sesinden şiirsel bir dille aşkın anlatılmasıdır. Diğer hikayelerin büyük kısmı yazarın Anadolu'nun (İç Anadolu ve İç Ege bölgeleri) çeşitli yerlerinde görev yaparken yaşanan olaylardan esinlenilerek yazılmış gibidir. "Kırlangıçlar" ve "Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi" diğerlerinden farklı olarak daha fantastik unsurları içermektedir, "Viyolonsel" ise kendi hikayesinin altında politik bir eleştiriyi de içermektedir. Tabi toplumcu bir yazarın halk-bürokrasi çatışmalarını da anlatması kaçınılmaz. "Bir Orman Hikayesi", "Kazlar", "Candarma Bekir", "Bir Firar", "Komik-i Şehir" gibi hikayelerinde bu konulara da değinilmiştir ancak bu yönüyle oldukça acıklı hikayelerdir.  Ezilen insanların acıları, sömürülmeleri dile getirilmiş ve aydınlar ile kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrır eleştirilmiştir.

Sabahattin Ali çok başarılı bir gözlemci ve anlatıcıdır, hasbelkader yolunun düştüğü yerlerde yaşayan insanları (köylü-kentli) yazıya olduğu gibi aktarmıştır. Fakat bir şeyi belirtmek isterim, Değirmen okuduğum kitapları arasında genel itibariyle değerlendirdiğimde en az sevdiğim eseridir, zira kendisi de önsözde bu hikayelerin bir kısmını çok erken yaşta yazdığını (1929-1934 yılları arasında) ve aralarında bulunan bazı eserlerden utandığını ancak yine de baskıdan çıkarmadığını belirtmektedir. Ben de bazı hikayelerini "etkileyici yazar olmaya çalışan genç bir adamın sıkıcı yazıları" olarak değerlendirmedim değil, ancan bir kısmını da çok beğendim. Bu kitap Sabahattin Ali'nin yazarlıkta ne kadar yol aldığının somut bir kanıtıdır, okunmasını mutlaka tavsiye ediyorum, tabi kesinlikle bir "Kürk Mantolu Madonna" değil :).

"İşte adaşım, sana seven bir Çingene'nin hikayesi. Çiçeklerin açtığı bir mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturtmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... (...) Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir."

Yazarın bu blogdaki diğer kitapları:

Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2015/03/icimizdeki-seytan-sabahattin-ali.html
Sabahattin Ali - Kamyon
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/11/kamyon-sabahattin-ali.html
Sabahattin Ali - Sırça Köşk:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/07/srca-kosk-sabahattin-ali.html
Sabahattin Ali - Bütün Şiirleri:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2013/03/butun-siirleri-sabahattin-ali.html
Sabahattin Ali - Kuyucaklı Yusuf:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2013/05/kuyucakl-yusuf-sabahattin-ali.html

26 Ekim 2015 Pazartesi

Ölüm İlanı Yazarı - Ann Hood

Bu kitabı D&R'ın dönem dönem oluşturduğu indirimli kitaplar standından aldım, o nedenle okumaya başlamadan önce nasıl bir kitapla karşılaşacağımı bilmiyordum (maalesef bazen bu tür kitapları sevmeyebiliyorum). Kitaba başlarken de iyi duygular içinde olmadığımı itiraf etmek isterim ancak ilerledikçe hem çok sevdim hem de hiç bitmesin istedim. Kitapta karakter olarak birbirinden farklı iki kadının farklı dönemlerdeki (50 yıllık bir farkla) hayatları anlatılmaktadır. 1960 yılında (Kennedy dönemi) Virginia'da kadınların henüz tam özgürleşemediği ve toplumun kendilerinden beklentilerinin "iyi bir ev kadını olmak" yönünde olduğu bir dönemde kocasıyla sorunları olan Claire ile başlıyoruz hikayeye. Mutlu bir evliliği, maddi açıdan hiçbir sorunu olmayan ideal bir kocası ve tam bir aile olmalarını sağlayan bir de kız çocukları olmasına rağmen evliliğin rutin gidişinden hoşnut olmayan Claire, hayatında tam anlamlandıramadığı bir şeylerin eksikliğini duyumsar. Hayatına her anlamda müdahale eden ve onu edilgenleştiren kocası Peter'in gün geçtikçe daha çok yaşam enerjisini çektiğinin farkına varan Claire, kendisini "birey" olarak hissedeceği başka arayışlara girecektir. Aynı şekilde hikaye elli yıl öncesine akarak toplumun kalıplarına uymayı reddeden Vivien Lowe ile tanıştırır bizi. 1906 San Francisco depreminde deyimi yerindeyse her şeyini kaybeden Vivien yaralı kalbinin ve yaşadığı kederin tesellisini  başka insanları son yolculuklarına şiirsel bir ölüm ilanı ile yollayarak bulur. Ölüm ilanı yazarlığı yaptığı insanlar tanıdığı kişiler değildir, yalnızca hayat hikayelerini sevdikleri aracılığıyla dinleyerek metnini yazar, acının insanları nasıl değiştirdiğini tekrar tekrar gözlemler. Vivien'in gözlemleri o kadar çarpıcıdır ki, insanların yaşadıkları ölüm acılarını somut olarak hissedersiniz (Yazarın kendi kızını da kaybettiğini öğrendiğinizde kendi acılarını çok net aktardığını da düşünebilirsiniz).

Peki bu iki kadını karşılaştıran veya ikisinin de hayatında ortak olan ne? Hem karakter hem de yaşam tarzı olarak farklı olan bu iki kadının birbirleriyle paylaşacak neyi olabilir? İnanın ben de kitabın sonuna kadar bunu merak ettim. Sürprizlerle dolu bir eser, Claire ve Vivien'in ilişkileri ve meydan okumaları incelikle kurgulanmış. Kadının toplumdaki yerini ve toplumun dayatmalarını sorgulayan bu kitabı okunmanızı mutlaka tavsiye ederim. Hakkında sayfalarca yazı yazılabilecek ve her karakterin davranışının incelikle düşünüldüğü bir eser var karşınızda!
 
"Keder insana kendini suçlu hissettirirdi. Beş dakika geç kaldığı için, yanlış tramvaya bindiği için, bir öksürüğü göz ardı ettiği için ya da çok derin uyuduğu için suçlu hissettirirdi. Suçluluk ve keder el ele gezerdi."

16 Ekim 2015 Cuma

Canistan - Yusuf Atılgan

İlk olarak 2000 yılında yayınlanan bu eser aslında yazarın ölümü sebebiyle tamamlanamamıştır. Yazar kitabının dört bölümden oluşmasını istemiş: "Duruşma", "Yargıç", "Tanık" ve "Sanık". Ancak ömrü vefa etmediği için son bölüm olan "Sanık" bölümünü yazamamış. Bu konuda kitabın arkasında yazan ifadeye katılıyorum, bu durum kitabı "yarım kalmış bir roman" yapmıyor, fakat yine de eksikti. Eski bir hesaplaşmanın, hesap soran şahsın ve olaya tanık olan kişinin hikayesinin anlatıldığı kitapta, hesap sorulan kişi olan ("Sanık") neler düşündüğünü okuyamadığıma ben üzüldüm, keşke kitap bugünlere tamamlanmış olarak gelseydi. Tabi bu kısmı kendi hayal gücüme bırakarak, yazarın çok özgün bir teknik izlediğini ve özgün karakterleri konu aldığını belirtmek isterim (Sanık bölümü yazılamadığı için kitabın en dikkat çekici karakterinin Selim olduğunu söyleyebiliriz). Kitap Osmanlı'nın son dönemlerinde (1907-1922) Manisa civarında bir köyde yaşayan ve yoksul bir ailenin oğlu olan Selim'in yıllar sonra çete üyesi olarak geri dönerek daha önce yanaşmalık yaptığı çiftlik sahibinin oğlu Tokuç Ali'ye eski bir olayın hesabını sormasıyla başlıyor.  Kitabın bu girişi oldukça sarsıcı olsa da, devam eden olaylar silsilesi daha farklı bir çerçevede ve daha naif ilerliyor. Çocukluk arkadaşına işkence eden Selim'in ahlaki yapısı ve olaylara verdiği tepkiler ve hayatı algılayış biçimi tüm açıklığıyla okuyucuya açılıyor. Aynı şekilde olaylara tanık olan arkadaşı Kadir'in de yaşantısına bir göz atıyoruz ancak sanığın geçmişi maalesef muallakta kalıyor.  
 
Yusuf Atılgan kitabının adını neden Canistan koydu  (ya da sonradan mı bu isimle adlandırıldı) bilmiyorum ancak yazarın kitap için ilk düşündüğü isim "İşkence"ymiş, sanırım bu hikaye için bu ad daha uygun olurdu. Zira içinde anlatılan karakterlerin bir nevi (fiziksel ve psikolojik) işkence yaşadıklarını söylemek mümkün. Bununla beraber kitabın anlatımı oldukça sade olmasına rağmen kurgusunu ve anlatım biçimini beğendim ancak Yusuf Atılgan'ın diğer kitaplarını daha çok beğendiğimi itiraf etmek isterim. Yazarın bu kitabı bana Sabahattin Ali'yi anımsattı ancak Sabahattin Ali'nin gözlemleri daha başarılı kanaatimce.

"...Nerdeyse kardeş gibiydiler. Sonra bir gün Selim hiçbir neden göstermeden bırakıp gitmişti. Onurlu, inatçı bir oğlandı, bir şeyden alınmış olacaktı; Ali'nin yalvarmalarını dinlememiş, üstelik köyden ve anasından da ayrılıp gitmişti."

Yusuf Atılgan - Aylak Adam:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2015/03/aylak-adam-yusuf-atlgan.html

Yusuf Atılgan - Anayurt Oteli
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2013/10/anayurt-oteli-yusuf-atlgan.html

7 Ekim 2015 Çarşamba

Cümlemiz - Ziya Osman Saba

Muhtemelen lise yıllarından anımsadığınız üzere, Cumhuriyet Dönemi şairleri arasında belirli akımlar vardı; Garip Akımı, İkinci Yeniciler gibi. Ziya Osman Saba da Yedi Meşaleciler'in kurucularından biridir. Yedi Meşaleci'ler 1928 yılında yayınladıkları "Yedi Meşale" adlı edebiyat dergisi ile adını duyuran altı şair ve bir öykü yazarından oluşan bir topluluktur. 1928'de yayınladıkları "Yedi Meşale" adlı ortak kitapta yazılarını bir araya getiren topluluk şu isimlerden oluşmaktadır: Ziya Osman Saba; Yaşar Nabi Nayır; Sabri Esat Siyavuşgil; Muammer Lütfi; Cevdet Kudret; Vasfi Mahir Kocatürk; Kenan Hulusi. O dönemdeki edebi akımlar gibi bir önceki akıma tepki olarak ortaya çıkmıştır. Şiirde yenilik ve canlılık hedefleyerek Fransız şiirini örnek almak istemişlerdir. Hedeflerini ne kadar gerçekleştirdiler bilemiyorum ancak topluluğun en genç üyesi olan Ziya Osman Saba'nın da diğer üyeler gibi Türk Edebiyat Tarihinde hatırı sayılır bir yeri olduğunu söyleyebilirim. Şiirlerini Meşale Dergisi, Varlık Dergisi veya Milliyet gazetesi gibi tanınmış platformlarda yayınlayan şairin "Sebil ve Güvercinler" adında bir şiir kitabı da hayattayken basılmıştır. Şiirlerinde (en azından okuduğum bu Cümlemiz derleme kitabından tespit ettiğim kadarıyla) çocukluk ve gençlik yıllarında özlem (ilk şiirleri), melankoli (muhtemelen mutsuz geçirdiği evlilik yılları), yaşamın küçük sürprizlerinden mutluluk çıkarma ve yaşama sevinci ve ilerleyen yaşlarına ait şiirlerinde ise ölüm konularının işlendiği görülmektedir. Şairin şiirlerinde genellikle serbest ölçüyü tercih etmektedir.

Ziya Osman Saba ağırlıklı olarak şiir yazsa da, öyküleri ve tercüme eserleri de mevcuttur. "Yetişir" ve "Gökyüzü" adındaki şiirlerini sizinle paylaşmak isterim, şiire meraklıysanız, kitabını alıp okumanızı da tavsiye ederim:

Beni hatırladıkça
Ara sıra gönlümü al.
Sokakta görünce, gülümse
Yanıma yaklaş
Az elin elimde kal.

Evine misafir geleyim,
Kahvemi sen pişir.
Taze doldurulmuş sürahiden
Bir bardak su ver
Yetişir...
-----------------------
Bakmak istiyorum günler günü gökyüzüne
Nere olursa olsun, yatıp sırtüstü yere,
Damlardan, bacalardan, duvarlardan öteye
Bakmak istiyorum günler günü
Gökyüzüne.

30 Eylül 2015 Çarşamba

Aya Yolculuk - Jules Verne

Muhtemelen orta okul yıllarında Jules Verne'nin kitaplarını okumuş veya en azından duymuşsunuzdur. Jules Verne'nin kitapları bende her zaman büyük bir ilgi uyandırırdı, isimlerini de çok enteresan bulurdum. Aya Yolculuk (De la Terre à la Lune) o yıllardan aklımda kalan bir kitaptı, Profilo Sinemalarının kitaplığında görünce hemen alıp okudum. İtiraf etmek gerekirse, kitabı daha önce okumadığım için hayıflandım, içeriği de adı gibi ilginçti. Hikaye Amerikan İç Savaşı'ndan sonra Baltimore kentinde şehrin ileri gelenlerinin ve kıdemli askerlerin kurduğu Topçu Kulübü'nün savaştan sonra yeni bir arayışa girerek dev bir top hazırlayıp Ay'a göndermek istemeleriyle başlıyor. Öncelikle Ay'a havan topu fırlatıp burada yaşayanlara Dünya'dan mesaj vermek hedeflenirken, çılgın bir Fransız olan Michael Ardan'ın topun içinde Ay'a gitme sevdası sebebiyle konik mermi şeklinde bir proje hayata geçirilir. Columbiad adı verilen bu konik-merminin dökülmesi ABD'nin ve kulübün maliyetini çok aşınca bütün dünyadan bilimsel araştırma adı altında fon sağlanır (burada Türkiye'nin de oldukça eli açık davrandığı çünkü Ramazan ayında Ay Takvimi kullandığı bilgisi veriliyor). Merminin dökümü, barutunun sağlanması, içine insan gireceği için tepkimesinin azaltılması, hız-zaman-mesafe tahminlerinin akabinde merminin Florida'dan açık bir havada ateşlenmesi planlanır (teleskopla gidişinin ve Ay'a inişinin izlenmesi planlanmaktadır). Son anda değişen planlarla Topçu Kulübü başkanı Barbicane, en büyük hasmı Yüzbaşı Nicholl ve Michael Ardan merminin içine girerler ve mermi üyük bir güçle ateşlenerek Ay'a gönderilir.

Kitabı okurken bende dönemi itibariyle çok ilerde ve detaylı araştırılmış bilimsel bilgilere değinildiği şeklinde bir kanaat oluştu. Ayrıca dönemin astronomiye ilişkin bilimsel bilgilerinin yanı sıra, topçu Kulübü projesini geliştirirken tarihten örneklere de değinerek Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'un Fethinde kullandığı havan toplarından ve Malta Şövalyelerinin mermilerinden de söz etmektedir. Bitirdikten sonra, yaptığım kısa bir araştırmada kitabın 1865 yılında yazılmış olduğunu tespit ettim, Jules Verne'nin yüz yıl önce bu kadar bilgiye erişmiş olması gerçekten hayranlık verici! Her ne kadar pratikte mümkün olmasa da, yapılan tahminlerin gerçeğe yakınlığından dolayı ve yazılış tarihi itibariyle oldukça ufuk açıcı bir hikayesi olduğunu belirtmek isterim. Bilim kurgu türünün ilk örneklerinden olan bu kitabı okumadıysanız mutlaka okuyun derim!

- Spoiler Alert - İnternette incelediğim ve bloglardan okuduğum kadarıyla, sanırım kitabın birkaç versiyonu var. Zira benim okuduğum versiyonda internette yazan yorumlar gibi dünyaya geri dönme veya tekrar denize düşme vb. yoktu. Bu kadar farklı bilgilerin kaynağı nedir bilmiyorum ama benim okuduğum hikayenin sonu çok daha farklı ve muğlak bitiyordu. Bu konu hakkında kitabı okuyan insanların yorumlarını merak etmekteyim.

"...Mermi konusu kesin olarak çözümlenmişti. Ay sakinlerine alüminyumdan yapılmış bir mermi göndermek fikri J.T. Maston'u çok sevindirmişti. Böylece oradakiler Dünya sakinleri hakkında önemli bilgiler öğreneceklerdi."

17 Eylül 2015 Perşembe

Karanlıkta İki Ceset - Suphi Varım

1880'lerin İzmir'inde geçen bu polisiye kitap tam bir Sherlock Holmes tadındaydı. Hem okuyucuyu sıkmadan rahatlıkla okunabilmesi hem de odak nokta olarak cinayet-katil-dedektif üçlüsünü benimsemesi bende bu izlenimi yarattı. Aslında kitaptaki dedektifin asıl işi ticaret şirketleri hakkında araştırmalar yaparak raporlar hazırlamaktır ancak bölgenin emniyet amiri Cevdet Sami, bir cinayeti çözümlemede herhangi bir ilerleme kaydedemeyince, olayları değerlendirmede başarılı bulduğu arkadaşı Sokratis Eliseos'dan yardım ister. Sokratis Eliseos olayı henüz incelemeye başlamışken, şehirde ikinci bir cinayet işlenir. Maktul dedektifin çocukluk arkadaşı olan bir avukat olunca, Sokratis bu olayları oldukça ciddiye alır. Bundan sonrası hakkında bilgi vermek sizin okuma zevkinizi etkileyebilir o nednele farklı konulara değineceğim. Kitabı pek çok açıdan eleştirsem de, beğendiğim en önemli noktalardan birisi bu dedektifin işleniş tarzıydı. Her ne kadar polisiye bir kitap olsa da, yazar dedektifi şaşırtacak kadar zeki veya üstün nitelikli bir karakter olarak karşımıza çıkarmıyor (zaten asıl işinin araştırmacılık olduğunu söylemiştik). Sokratis kendi halinde bir adam ve her insan gibi bazı hatalar yapıyor. Bu nedenle yazarın bu yaklaşımını biraz sıra dışı buldum ve beğendim. Ancak diğer karakterlerin (birkaç tane Türk karakter vardır) çoğunlukla yabancı olması da eleştirdiğim unsurlardan birisi. İzmir ticaret ve siyaset anlamında ele geçirilmiş gibiydi (avukatlar, doktor ve ticaret adamları, liman çalışanları vb. herkes Rum, Fransız veya farklı millettendi). Belki de doğru bir gözlemdir, bilmiyorum.

Yazar romanda mekanlara önem verdiğini ve İzmir'in eski mekansal yapısı üzerinde durduğunu belirtmiş ancak ben buna pek katılamadım. Kitapta birkaç yer hariç her yer "işhanı", "malikane", "liman", "istasyon", "bağ evi", "Ermeni Mahallesi" vb. olarak geçiyordu ve çok detaylı betimlemeler yapılmamıştı. O nedenle benim aklımda bir şehir silueti oluşmadı okurken ve şu an da İzmir'e dair mekansal bir kazanımım yok maalesef. Konudan bağımsız olarak, kitap bana konu olarak farklı da olsa, eski İzmir'i anlatması dolayısıyla Rum yazar Mara Meimaridi'nin "İzmir Büyücüleri" kitabını anımsattı.

"Sokratis Eliseos özel dedektifti. Avrupa'daki şirketlerin ticaret yapmak istedikleri İzmirli tüccarlar hakkında gizli araştırmalar yapar, borcunu ödemeden ortadan kaybolan işadamlarının peşlerine takılır, sahtekârlık olaylarıyla uğraşırdı. Cevdet Sami'yle beş yıldan beri tanışıyordu. İncelediği esrarengiz olayları çözmek için serkomiserin görev yaptığı karakola sık sık gider, ondan bilgiler alırdı. Polisin de ona danıştığı konular olurdu. Ancak Cevdet Sami, ilk kez bir cinayet olayında yardımını istemişti."

8 Eylül 2015 Salı

Sizin Hiç Babanız Öldü mü - Feride Çiçekoğlu

Daha önce Tunç Başaran yönetmenliğinde filmi çekilen "Uçurtmayı Vurmasınlar" (1989) kitabının yazarı olan Feride Çiçekoğlu; bu kitabında muhtemelen kendi anılarından da esinlendiği öykülere yer veriyor. Kendi anılarından esinlendiği yönündeki tahminim, öykülerin 1980-1990 döneminde geçmesi ve çoğunluğunun hapishane ortamlarından ilham alınarak kaleme alınmış olmasından ileri geliyor. Bildiğiniz üzere, 12 Eylül askeri darbesi döneminde dört yıl cezaevinde kalan Feride Çiçekoğlu yazdığı kitap ve film senaryolarında cezaevi anılarından sık sık söz etmiştir. Dolayısıyla eserdeki hikayelerin büyük kısmının -başından geçmese de- cezaevindeki gözlemlerine ve duyduğu yaşam öykülerine dayanmakta olduğu izlenimi oluşuyor. Benim okuduğum kitap Can Yayınlarının 1991 yılında yapmış olduğu baskısı (yeni tarihliler farklı olabilir) ve 1980-1990 dönemini kapsayan on dört öyküden oluşuyor. Sıkça değinilen konular cezaevi koşulları ve fikir suçlularının yaşadığı travmatik işkenceler olmakla beraber, birkaç mahkeme temalı hikaye ve sığınmacı birinin hissettikleri de anlatılıyor. Her bir hikayenin anlatımı farklı olsa da, ortak noktaları anlatımın çok içten olması, iç hesaplaşmaların ve duyguların çok iyi yansıtılmış olmasıdır. Artık yaşananlar ve 80'lerin hatıraları çok uzakta kalsa da (hatta bizim jenerasyonumuz için bir masaldan ibaret olsa da) bu kitabı bir okuyun derim, bazı olaylara bakış açınız kesinlikle değişecek.
 
Uçurtmayı Vurmasınlar filminden sonra büyük beğeni kazanan yazarın 1990 yılında senaryosunu yazdığı ve Maraşlı Alevi bir aileyi anlatan Umuda Yolculuk filmi yabancı dilde en iyi film akademi ödülünü kazanmıştır. Halihazırda İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde sinema bölümünde öğretim üyesi olan Feride Çiçekoğlu'ndan daha fazla eser ortaya çıkarmasını umut ediyoruz.

"...Senin fevkalade başarılı bir tahsil hayatından sonra layık olmadığın sıkıntılarla muhatap olmana 'tökezleme' tabir etmiştim. 'Teşbihte hata olmaz' sözünü bilirsin. Bu ekseriyetle 'her nevi teşbih yapılabilir' şeklinde tefsir edilirse de, aslında 'teşbih hatayı kaldırmaz' manasındadır. Hata yaptımsa kusura bakma güzel kızım."

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Konstantiniyye Oteli - Zülfü Livaneli

Livaneli'nin bu kitabı "ölmeden önce son kitap" gibi olmuş. Bu şekilde düşünmemin sebebi, değinebileceğim tüm toplumsal sorunlara değineyim veya Türk ve dünya edebiyatına katkıda bulunmuş tüm edebiyatçılara, tarihçilere veya sanatçılara bir selam göndereyim tarzında bir içeriğe sahip olması. Bununla beraber, Türk toplumundaki insanların bir profilini oteldeki insan topluluğu üzerinden veren Livaneli'nin analizlerine katılmamak elde değil, ancak benim bazı eleştirilerim oldu ve bazı değerlendirmelerini de yerinde bulmadım. Bu ayrı bir konu olmakla beraber, bir bütün olarak değerlendirdiğimde kitabı beğendim. Livaneli daha önce okuduğum kitaplarındaki gibi bir olayı gözlemleyerek birkaç soruna değinmekle kalmamış, boş verilmemesi gereken akla gelebilecek tüm konulara değinmiş. Yedi yıldızlı Konstantiniyye Oteli'nin açılış gecesine katılan Türkiye'nin siyasi ve sosyo-ekonomik olarak önde gelen insanlarından başlayarak, kat görevlisi, güvenlikçi, garsonuna kadar her kesimden insanın karakteri üzerinden bu coğrafyadaki tüm sorunları bir şekilde ele almış.  Kitabın ana karakteri Konstantiniyye Oteli'nin sahibi olan zengin iş adamının asistanı Zehra Ertan, en azından açılış gecesini düzenleyen kişi olarak kendisinden diğer karakterlere göre daha çok bahsediliyor. Sonra yavaş yavaş belediye başkanları, politikacılar, büyükelçiler, medya patronları, yeni zenginler, salondaki DJ, garsonlar ile ilerleyen şekilde başka hayatlara giriyoruz. Livaneli genelde anlatıcı olmayı tercih etse de, bu kişilerin gözünden de kısa değerlendirmele yapmayı ihmal etmemiş.

Kitap sağa-sola çekilen konusuyla biraz zorlama olmuş kanaatimce, okuyucunun kitabı bitirince "Şimdi ne okudum?" sorusunu düşündürecek kadar hem de. Ancak süreç güzel ilerliyor, okurken daha önce bilmediğiniz pek çok bilgi öğreniyor ve düşünmediğiniz pek çok konuyu düşünmeye başlıyorsunuz. Özellikle yazar olmak isteyen ve ünlü yabancı yazarlara hayran olan bir karakterin Türk yazarların kıymetini anladığı bölüm hoşuma gitti, burada bahsedilen kitapların bir kısmını da okumadığımı fark ettim :). Umarım en kısa sürede okuma fırsatı bulurum. Merak edenler için: Refik Halit - Memleket Hikayeleri, Seyahatname - Evliya Çelebi, Fahim Bey ve Biz - Abdülhak Şinasi Hisar, vb.

"... Aslında yıllardır bu şehri anlatan bir roman konusu dönüp duruyor zihnimde ama öyle bir biçim bulmalıyım ki şehrin hem bugününü kapsamalı, hem de geriye giderek Osmanlı'yı, Roma'yı, Bizans'ı içine almalı. Tarihsel değil ama tarihi de içeren bir roman. Şuraya baksana; bir masal uygarlığı değil mi burası? Zaten binlerce yıl hep masalla ayakta durmuş..."

Daha önce Zülfü Livaneli'den okuduğum ve blogumda paylaştğım kitapların linkeri aşağıdadır, ne tesadüf ki, blogun ilk kaydı Livaneli'nin Serenad'ı. Struma Olayı'nın anlatıldığı kitapta da, "Coğrafya kaderdir" sözünün satır aralarında vurgulandığından söz etmişim. Konstantiniyye Oteli'nde de aynı vurgular mevcuttu, sanırım Livaneli bu sözü her seferinde vurgulamaktan özellikle hoşlanıyor.

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm - Zülfü Livaneli
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2015/05/bir-kedi-bir-adam-bir-olum-zulfu.html

Engereğin Gözü - Zülfü Livaneli
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2013/01/engeregin-gozu-zulfu-livaneli.html

Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2013/06/kardesimin-hikayesi-zulfu-livaneli.html

Serenad - Zülfü Livaneli
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2012/12/serenad.html 

13 Ağustos 2015 Perşembe

Trendeki Kız - Paula Hawkins

Uzun zamandır polisiye kitap okumamıştım, o nedenle kitabı okurken biraz gerildim ve bir an önce bitmesini istediğim için birkaç günde bitirdim. Kitabı polisiye anlamda çok iyi bir kurguya sahip veya şaşırtıcı bir sona ulaştırıyor şeklinde tanımlayamam ama ben yine de daha önce okuduğum Türk polisiyelerine kıyasla daha çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Kitap üç kadın karakterin bakış açısından anlatılıyor (Rachel - Megan - Anna) ve yaklaşık bir yıllık zaman diliminde sürekli ileri gidip geliyoruz (her kadın farklı bir güne ait yaşadıklarını anlatıyor). Dolayısıyla kitap yavaş yavaş açılıyor ve konuya girmek de zorlaşıyor (bu bölümleri sıkıcı bulan pek çok okur var). En akılda kalan karakter olan Rachel, her gün yaşadığı yerden Londra'ya gitmek için bindiği trende eski oturduğu mahallede bulunan ve raylara çok yakın olan bir evde yaşayan bir çifti izlemektedir. Alkol problemi olan, boşanmış ve takıntılı Rachel için bu çift ideal bir aşk yaşamaktadır ve sürekli onların ne kadar mutlu olduğu ile ilgili senaryolar üretir. Günün birinde şahit olduğu bir olay ve hemen ardından kadının kaybolması dolayısıyla kendi geçmişinin de etkisiyle gidip ideal koca ile konuşma zorunluluğu hisseder. Ancak tesadüfen kadının kaybolduğu gece o sokakta görülmesi ve eski eşinin o sokakta oturması gibi durumlar düşündüklerini hayat geçirmesini zorlaştıracaktır. Tabi bu arada kayıp kadının (Megan) geçmişi ve hikayesi ile beraber Rachel'in eski eşinin yeni karısı Anna'nın hikayesi de olaya dahil olunca işler biraz karışacaktır.
 
Kitabın biraz karamsar olduğunu itiraf etmem gerekir, zaten yazar da neşeli bir insan olmadığını belirtmiş (kendinden neler kattı kitaba bilinmez). Bununla beraber, baş karakter Rachel'in depresif ve çaresiz ruh hali, alkol problemi, yalnızlığı ve sefilliği ister istemez okuyucuyu da etkliyor. Ayrıca Rachel'in her gün aynı trene binip hemen her gün aynı şeyleri yaşaması da kitabı biraz sıkıcı hale getiriyor. Kurgu çok zekice sayılmaz, yine de yazarın karakterleri iyi tanımladığını ve psikolojik tahlillerini başarılı yaptığını düşünüyorum. Başlangıç için yazarın bu kitabını beğendim, eğer bir gün yazarsa başka bir kitabına da şans veririm diye düşünüyorum.

"Rachel her gün aynı trene binip aynı çifti izliyordu. Çiftin başına gelenleri bütün ülke duyduktan sonra, hayatlarına dâhil olmaya karar verdi."

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü - Etgar Keret

Etgar Keret'in bu kitabı (daha önce Türkçe iki kitabı daha yayınlanmış) Tanrı olmak isteyen bir otobüs şoförünün kısa hikayesi ile başlıyor ve başka kısa ve çarpıcı hikayelerle devam ediyor (yalnızca son hikayesi biraz uzun). Kitabın ön sözünde Etgar Keret'in ülkesinde çok tanınan bir yazar olduğu ve değişik bir dili olmasının yanında öykülerinin kısa filmlere konu olduğu belirtilmektedir. Aslında yazarın gerçekten çok farklı bir tarzı var, hem kara mizah hem de fantastik unsurları pek çok öyküsünde bir arada kullanıyor. Fantastik unsurlar da ilk aklımıza gelen şekilde bir doğaüstücülük değil, daha ziyade hayata "daha farklı açıdan bakmayı tavsiye etme" diyebiliriz. Ben Etgar Keret'in hikayelerinden pek çoğunu beğendim, ama bazıları için keşke biraz daha uzun tutsaydı, detay verseydi veya nasıl sonuçlandı acaba diye düşünmedim değil. Bazı hikayeleri hayatın olağan akışından bir kesit sunulması şeklinde olsa da, çok ilgin. bulduklarım da oldu. Örnek vermek gerekirse, Özbekistan'da cehennemin ağzına inşa edilen bir kasaba ve cehennemden çıkan insanların yüz yılda bir bu kasabaya inerek normal bir gün geçirip geri dönmesi ya da yetenek toplayıcısı ve gofret seven bir iblisin hikayesi ya da kitabın sonunda bulunan ve intihar eden insanların gittiği, dünyada yaşadıkları hayata çok benzer başka bir sıkıcı yaşamın hikayesi. Kitabın günlük hayatımızda bize çok sıkıcı & korkutucu görünen olayları farklı bir bakıştan vermesi ve olayların derininde yer alan ironi etkileyiciydi. Kitap genellikle kısa hikayelerden mevcut olduğu için rahatlıkla okunabiliyor, okumanızı tavsiye ederim. Eğer Alper Canıgüz seviyorsanız bu yazarı da beğeneceksiniz.

Kitabın son hikayesinin uzun olduğundan bahsetmiştim, bu hikaye, Kneller'in Mutlu Kampı, daha önce Bilekkesenler (Wristcutters) adıyla filme çevrilmiş ve gördüğüm kadarıyla oldukça beğenilmiş. Filmi izlemedim ancak hikaye etkileyici olduğu için iyi bir yönetmenle ilginç bir film ortaya çıkarıldığından eminim. İlgisini çekenler için eklemek isterim, yazarın yine aynı tarzda olduğunu duyduğum Nimrod Çıldırışları ve Filistinli yazar Samir El-Youssef ile beraber yazmış olduğu Gazze Blues adında bir kitabını daha Türkiye'de bulabilirsiniz.

"Kötülüğünden değil, çünkü kötülüğün zerresi yoktu bu otobüs şoförünün ruhunda; ideoloji meselesiydi sadece. Bu şoförün ideolojisine göre, geç gelmiş yolcuya kapıyı açmak otuz saniyenin altında bir zaman alsa ve kapıyı açmamak yolcunun hayatından on beş dakika kaybetmesi anlamına gelse bile, açmamak toplumun yararınaydı; çünkü o otuz saniye otobüsteki her yolcu tarafından kaybedilmiş olacaktı." s.7.

4 Ağustos 2015 Salı

Kelile ve Dimne - Beydeba

Çocukluğumda çocuk klasiklerinin temin edebildiğim kadarını okumuştum, tabi bunların arasında La Fontaine Masalları da vardı. Kısa kısa ibretlik olayların hayvanlara insani özellikler verilerek anlatılması (yeri gelmişken söyleyeyim teşhis sanatıdır bunun adı) çok ilgimi çekerdi ve bu kitabı defalarca okuduğumu, hatta yazdığım kompozisyonlarda sık sık alıntılar yaptığımı anımsıyorum. Üniversiteye hazırlanırken, bu fablların bir kısmının M.Ö. 1. yüzyılda Hindistan'da yaşayan Beydeba adında Brahman bir bilge tarafından yazıldığını öğrendim (La Fontaine bu fablları yazarken atıf yaptı mı bilmiyorum). Hikayeler esinlenilmiş olsa da, La Fontaine ve Beydeba'nın tarzları biraz farklı: La Fontaine şiirsel ve basit bir anlatımla çocukları hedeflese de, Beydeba'nın eseri danışmanlık yaptığı Hint hükümdarına iyi bir devlet adamı olabilmek için verdiği bilgece öğütleri içeriyor. Kelime ve Dimne'nin yazılış hikayesi net bilinmese de, Depşelem adındaki Hint hükümdarı zamanında anlatıldığı içerikten anlaşılmaktadır. Önsözde belirtildiğine göre, önceleri Beydeba'nın kendisini eleştirdiğini (nasihat vermek de denilebilir) duyan Depşelem onu ve öğrencilerini zindana attırmak istemiş ancak öfkesi geçince Beydeba'yı kendisine danışman olarak görevlendirmiş. Böylece ortaya özellikle devleti yöneten kişiye hitaben yazılmış on dört nasihat çıkmıştır. Kitap adını Kelile ve Dimne olan iki çakaldan almaktadır, Kelile ahlaklı iken Dimne hırslarına yenik düşmüş bir simgedir, ikisi arasındaki konuşmalar ve birbirlerine anlattıkları bilge masallar iç içe girmiş hikayelerden bir bütün oluşturmaktadır (Bin Bir Gece Masalları gibi).

Özgün eserin Sanskritçe olduğu sonrasında da Arapça ve Farsçaya tercüme edilerek buradan Avrupa dillerine tercüme edildiği tahmin edilmektedir. Her ne kadar iki çakalın masalları olsa da, aslında ben de hikayelerin her yaşa hitap ettiği kanısındayım ancak kitabı elimde gören herkesin yorumu "Bu çocuk kitabı değil mi?" oldu :). Şimdi okumaya fırsat bulmuş olmam bence hiç okumamaktan daha iyi arkadaşlar, okumak isteyen herkese tavsiye ederim.

"Sen Hindistan'ın en ünlü bilgesisin...Benim adıma bütün aklını ve bilgini katacağın güzel bir yapıt yapmanı diliyorum. Bu kitabın bir yüzü halkı yönetme ve eğitime yönelik olsun. Bir yüzü de yöneticilerin erdem ve siyasetlerini anlatmak olsun. Böylelikle benden sonra gelecek egemenler de gerekli dersleri çıkarsın. Öyle bir yapıt olsun ki, dünya var olduğu sürece bu yapıt da yaşasın. Tüm insanlar tarafından ilgiyle okunsun."

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Okuyucu (The Reader) - Bernhard Schlink

Geçtiğimiz hafta "The Reader (2008)" filmini izleyip çok beğenince, kitabının nasıl olduğu merak edip hafta sonu kitabını da alıp bitirdim. Söylemek isterim ki, ilk defa, bir eserin filmini kitabından daha çok sevdim. Oyuncuların performansından olsa gerek, duygular filmde daha iyi yansıtılmıştı. Konuya aşina olanların bildiği üzere, kitap 1958 yılında yolda rahatsızlanan ve kendisine yardım eden 36 yaşında bir kadına (Hanna Schmitz) duygusal açıdan bağlanan 15 yaşındaki bir gencin dramatik aşk hikayesini anlatıyor. Michael Berg adındaki bu gencin kendisini tanıma ve topluma kanıtlama döneminde arkasına bir kadının desteğini alması ve hayata bakışının değişmesi hikayenin tutkulu yönüdür. Fakat bir gün Hanna'nın aniden ortadan kaybolmasıyla Michael için hüzünlü günler başlar ve bu ani gidişten kendisini sorumlu tutar. Uzun süre bu vicdan azabıyla yaşayan ve yıllar sonra Hukuk Fakültesine başlayan Michael, bir gün gözlem için gittikleri savaş suçları mahkemesinde sanık sandalyesinde bir zamanlar sevdiği kadını görür. Hanna Schmitz II. Dünya Savaşı yıllarında toplama kampında gardiyanlık yaparken işlenen bazı savaş suçlarından yargılanmaktadır. Bu yargılama esnasında, hem kendisini hem de geçmişini sorgulayan Michael, Hanna ile ilgili mahkemenin seyrini değiştirecek bir sırrı keşfeder. Bu sırrı açıklayıp açıklamama ikilemi ve savaş suçlusu bir kadını sevmiş olmanın verdiği vicdan azabıyla karışık duygular içinde olan Michael için hayatının bundan sonraki dönemi çok farklı olacaktır.

Kitabın filmin ilerleyişinden farklı yönleri de vardı, özellikle yargılama sahnelerinde Michael'in Almanya'da işlenen savaş suçlarına ilişkin iç hesaplaşmaları filme göre farklı boyuttaydı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki jenerasyonun, savaş öncesi jenerasyonla hesaplaşması kitapta daha belirgindi. Ek olarak, yazarın 1944 doğumlu bir Hukukçu olması ve Michael'in iç hesaplaşmasının çok gerçekçi ifade edilmiş olması kitapta yaşananlar gerçekten kurgu muydu sorusunu akla getirmiyor değil. Hem kronolojik olarak hem de başka açılardan yazarın karakter Michael Berg ile olan benzerliği hayal gücümü yönlendirse de, söylemek istediğim tek şey, etkileyici bir hikayesi olduğu. Eğer okumayı seviyorsanız, tavsiye ederim ancak zamanınız kısıtlı ise, filmi de izleyebilirsiniz.

"Sonraki ilişkilerimi daha doğru kurmak ve sürdürmek için çaba gösterdim. Birlikteliğimizin yürüyebilmesi için, bir kadının az da olsa Hanna gibi kokması, onun tadında olması, teniyle, dokunurken verdiği hisle biraz olsun Hanna'yı çağrıştırması gerektiğini kendime itiraf ettim. Ve onlara Hanna'dan söz ettim."
 
The Reader (Okuyucu) filmi hakkındaki yorumlarım:

23 Temmuz 2015 Perşembe

Freud'un Kız Kardeşi - Goce Smilevski

Sigmund Freud her ne kadar yakın dönemde yaşamış bir psikiyatr olsa da (1856-1939) hayatına dair detaylar bilinmemektedir. Sigmund Freud kendi prensipleri gereği, anılarını paylaşmamış ve diğer kişisel belgelerinin tümünü (mektup, defter vb.) ölümünden önce yakarak yok etmiştir. Bu nedenle bu kitap ilgimi çekti çünkü Sigmund Freud'un hayatına dair birkaç ipucu alabileceğimi umdum. Ancak adından da anlaşılacağı üzere, kitap aslında kız kardeşinin hayatına odaklanmış. Sigmund Freud'un aşağıdaki aile fotoğrafından anlaşılacağı üzere beş kız kardeşi bulunmakta, fakat kitap özellikle Adolfina'nın yaşam öyküsü olacak şeklinde kurgulanmış. Kitabın en ilginç detayı 1938 yılında Viyana'da Nazi etkisi güçlenirken bağlantıları sayesinde Londra'ya giden Sigmund Freud'un dört kız kardeşini Viyana'da bırakmasıydı. Freud's List olarak bilinen listede, Viyana'dan gitmesine yardımcı olduğu kişiler arasında kendi ailesinden başka, doktoru, doktorunun ailesi, eşinin ailesi, hizmetçileri ve köpeği de bulunmasına rağmen neden kız kardeşlerini listeye eklemediği ve savaşın ortasında bıraktığı bir muamma. Aslında Sigmund Freud savaşın sona ereceğine ve geri döneceklerine inanmaktaydı ancak bu kız kardeşlerini ne zaman biteceği bilinmeyen bir savaşın ortasında bırakması için geçerli bir sebep miydi bilemiyorum. Toplama Kampına götürülen ve orada öldürülen dört kız kardeşin hazin hikayesini okumanızı tavsiye ederim.

Daha önce de belirttiğim gibi, Adolfina Freud'un yaşamına ilişkin detaylar kurgulandığı için ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu tespit edemiyoruz ancak ana hatlarıyla olayların bu şekilde geliştiğine inanıyorum. Kitapta Toplama Kampı'na götürülen kız kardeşlerin kampta Ottla Kafka (ünlü yazar Franz Kafka'nın kız kardeşi) ile karşılaşması ve Adolfina'nın gençlik yıllarının anlatıldığı bölümlerde Klara Klimt (ünlü ressam Gustav Klimt'in kız kardeşi) ile olan arkadaşlığı da erkek kardeşlerinin gölgesinde kalan kadın dayanışmasının vurgulanması gibiydi. Özellikle Klara Klimt'in kadının toplumdaki yeri üzerine yaptığı yorumlar ve Sigmunf Freud ile yaptığı uzun tartışmalar okunmaya değer bölümlerdi. Ancak toplumumuzun şu anda tartıştığı konuların yirminci yüzyılın başında Avusturya toplumunda gençler arasında tartışılıyor olması (kadın hakları - cinsel özgürlük) kültürel anlamda daha fazla yol almamız gerektiğini gösteriyor.


"Kardeşim cinselliğin özgürlük olduğunu söylerken haklı, ama sorun şu ki, kardeşim cinselliği ve özgürlüğü yanlış anlıyor. Cinsellik gerçekten özgürlüktür, toplumun korkusu da bu gücün özgür bırakılmasıyla onu destekleyen hiyerarşi ve sistemleri yıkmasıdır. Bununla birlikte bugünkü haliyle toplum da dağılacak. Bu yüzden toplum cinselliğin samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük ile sarılı olmasına gayret ediyor."

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Akra'da Bulunan Elyazması - Paulo Coelho

Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ancak ben Paulo Coelho'yu çok severim, ancak bu kitabını diğer kitapları kadar sevmediğimi itiraf edeceğim. Aslında bunun nedeni kitabın iyi bir kitap olmaması değil, kaldı ki, eminim bu kitabı beğenen çok kişi vardır. Benim eleştirim kitabın "el yazmasının" aynen aktarılması şeklinde olmasıdır (en azından bende böyle bir izlenim uyandırdı). Coelho'nun içerikte ne kadar emeği var bilmiyorum ama, baş karakter Kıpti'nin monolog şeklindeki sözlerinden ve sonsözden ben el yazmasının tercüme edilerek aktarıldığını anlıyorum. Kitaptaki olayın özü şu: Şehrin surları (Kudüs) karşı konulamayacak kadar güçlü düşmanlarla sarılmıştır ve muhtemelen o günün sabahında şehir ele geçirilmiş olacaktır. Şehrin sakinleri ve semavi din adamları şehrin meydanında toplanırlar ve adına Kıpti dedikleri bir Atinalının vaazlarını dinlerler. Kıpti görmüş geçirmiş bilge bir adamdır ve Kudüs halkına yok olsalar bile arkalarında bırakacakları bilgiler vermek istemektedir. Yerel halktan insanlar hayata dair merak ettiklerini Kıpti'ye sorarlar ve kendisi de sabırla uzun uzun açıklamaya girişir. Neler yok ki sorulanlar arasında? Yenilgi nedir, güzellik nedir, yalnızlık ve korku, işe yaramak nedir, cinsellik, mucize veya zarafet nedir? En önemlisi de yarına ne bırakabiliriz? Bu soruların cevapları bölüm bölüm veriliyor ve Kıpti aslında bir kısmını hayat tecrübesi ile edinebileceğimiz bazı tanımlamalar yapıyor. Ben kişisel gelişim kitaplarından çok hoşlanmadığım için, tamamı bana "öğüt" vermek olan bir kitaba da yeterince ısınamadım sanırım :).

Kitabın ön sözünde el yazmasının geçtiği yollar ve ne şekilde Paulo Coelho'ya ulaştığı yönünde bir açıklama mevcut. 1945 yılında Mısır'da bir mağarada testinin içinde gömülü olarak bulunan papirüslerin MS 100-180 yılları arasında yazıldığı tahmin edilmektedir. İşte hikayenin bu kısmı güzel, zira içerikteki açıklamalardan anladığımız bir şey var: İnsanı insan yapan değerler aradan geçen bütün senelere ve savaşlara rağmen kolay kolay değişmiyor!

"Şehrimizi talan edebilirler, ama burada öğrendiklerimizi silemezler. İşte bu yüzden ilmimizin surlarımız, evlerimiz ve sokaklarımızla aynı kaderi paylaşmasına izin veremeyiz… Peki ilim derken neyi kastediyorum? ... İlimle, gündelik yaşamın karşımıza çıkardığı zorlukların üstesinden gelerek hayatta kalmamızı sağlayan şeyi kastediyorum.

Yarın bize neler olacağını kimse bilemez… Çünkü her günün iyisi ve kötüsü aynı gün içinde olup biter. Öyleyse dışarıdaki askerleri ve içinizdeki korkuyu unutun … Bizler şimdi, gündelik yaşamımızdan, yüzleşmek zorunda kaldığımız güçlüklerden bahsedeceğiz"

7 Temmuz 2015 Salı

Yaşam Başka Yerde - Milan Kundera

Ülkesindeki politik baskılara dayanamayarak Fransa'ya göç eden ve yazdığı kitaplar nedeniyle vatandaşlıktan çıkarılan Çek asıllı yazar Milan Kundera'nın adını son zamanlarda hem takip ettiğim bloglardan hem de sosyal medyadan sıkça duymaya başladım. Çağımızın varoluşçu roman yazarı olarak kabul edilen (muhtemelen son temsilcisidir) Kundera'nın en tanınan eseri "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" romanını okumak isterdim ancak elimdeki şartlarda şimdilik bu kitaba ulaşabildim :).  Aslında daha önce Kundera okumamış kişilere yazarın bu kitabı tavsiye edilmiyor (sanırım biraz ağır olduğu için) ancak ben ilk kitap olarak bunu seçmiş olmaktan memnunum. Yazarın hem kalemini hem de anlattığı hikayeyi ilginç bulduğumu belirtmek isterim (okuduğum ilk kitabını oldukça beğendim). Kitap yedi bölümden oluşuyor ve genç bir şairin hayatını daha doğrusu bir erkek olarak ve bir sanatçı olarak var olma çabasını anlatıyor. Genç şair Jaromil (adı ilkbaharda sevilen anlamına geliyor) babası tarafından istenmemiş ve annesinin isyanıyla dünyaya gelmiş olan, kitabın bazı bölümlerinde kendini sevdirirken bazen de nefret ettiren ilginç bir çocuk olarak karşımıza çıkıyor. Yıllarca annesinin gölgesinde kalan şairin kendini baskı altında hissetmesi ve dönemi itibariyle içinde yaşadığı ülkenin rejiminden (Çekoslovakya-Sosyalist rejim) etkilenerek seçimler yapması hem hayatına giren kadınlarla ilişkilerine hem de kendi hayatına yön veriyor, size de satır aralarından profil çıkarmak kalıyor.

Yazarın bu romandaki anlatım tarzını beğendiğimi belirtmiştim, bunun sebeplerinden birisi baş karakteri okuyucu nezdinde "tek"leştirmesi. Demek istediğim, neredeyse ondan başka herkesi sıfatlarıyla (anne, baba, kapıcının oğlu, fakülteden arkadaş, kızıl saçlı kız vb.) ancak şairimizi adıyla bize tanıtması. Ayrıca kitap yazıldığı dönem itibariyle Çek Cumhuriyetinin politik ve sosyal olarak geçtiği yollar hakkında da okuyucuya fikir verir nitelikte, aynı zamanda bazı Çek şairlerden alıntılar yapılarak dipnotlarda tanıtıldıklarını da görüyoruz. Yalnızca Çek şairler değil, Jaromil'in hayatının evrelerinde Arthur Rimbaud, İngiliz şair Keats ve Rus şair Lermontov'un hayatından kesitler de sunuluyor. Bu üç şairin ortak özelliği çok genç hayata veda etmiş olmaları, kitaptaki ortak özellikleri ise hepsinin Jaromil'de birleşmesi. Okumanızı tavsiye ediyorum!

"Anne, Jaromil'in masası üzerine bıraktığı şiirleri tek kelime etmeden okuyor ve satır aralarından oğlunun yaşamını çıkarmaya çalışıyordu. Bari şiirler daha anlaşılır bir dilden konuşsaydı! İçtenlikleri sahteydi; muamma ve imalarla doluydular; anne oğlunun kafasının kadınlarla dolu olduğunu bildi, ama onlarla ne yaptığı konusunda hiçbir şey çıkaramadı."

29 Haziran 2015 Pazartesi

Doğu'dan Uzakta - Amin Maalouf

Kitabı ilk yayınlandığı günden itibaren okumak istiyordum, bu hafta sonuna kısmetmiş :). Aslında daha önce başladım ancak hafta sonu bol bol vakit ayırarak bitirdim. Uzun bir kitap olmasına rağmen (457 sayfa) akıcı olduğu için kolay okunuyor olması nedeniyle birkaç günde bitirilebiliyor. Kitap, gençliklerinin en güzel dönemlerini bir arada geçiren bir grup arkadaşın ülkelerinde (Maalouf kesinlikle ülke adı kullanmıyor ama Lübnan'ı anlattığı rahatça anlaşılıyor) yaşanan iç savaştan sonra farklı yerlere dağılmalarını ve yıllar sonra bir arkadaşlarının cenazesi dolayısıyla tekrar ülkelerine dönmeleriyle başlayan on altı günlük yüzleşme anlarını anlatıyor. Ancak burada bir yanlış yönlendirme var kanaatimce: Kitap aslında ana karakterin, yani Adam'ın hem kendisiyle hem de geçmişiyle yüzleşmesinin romanı. Üniversite yıllarında ülkeyi terk ederek Fransa'ya giden ve yaklaşık otuz yıl ülkesine hiç dönmeyen Adam'ın gençlik arkadaşının cenazesi dolayısıyla ülkesine dönmesi sonucu hissettikleri, ülkeyi terk etmeyi tercih etmeyen arkadaşlarıyla konuşmaları ve Adam'ın gayreti sonucu dünyanın dört bir tarafından gelen diğer arkadaşları ile yaşadıkları, hikayenin temelidir diyebiliriz. Doğu'nun İncisi Lübnan'ın (adı yazılmasa da) yaşadığı savaş sebebiyle sahip olduğu kültürel zenginliği kaybetmesinin ve ülkeyi terk eden insanlarının özlemlerinin ve kırgınlıklarının güzel bir güncesi veriliyor. Kitapta anlatılan kimi karakterleri ve fikirleri eleştirsem de, Maalouf'un zaten amacının farklı düşünen insanları bir araya getirerek bir mesaj vermek olduğunu düşünüyorum: Kaba kuvvetle ilişkiye maruz bırakılan her şey alçalır. Darbeyi indiren de darbeyi yiyen de aynı kirlenmeyi yaşar.

Adam karakterinin akademisyen olması dolayısıyla sık sık karşımıza çıkan günlüklerinde paylaşılan genel kültür bilgileri ve Doğu'nun etnik ve dini savaşlarına yapılan yorumlar kitabı başarılı kılan önemli detaylardan. Bu yönüyle bu karakteri Amin Maalouf'un kendisiyle de özdeşleştirdim açıkçası. Kitap içeriği ne kadar dolu ve etkileyici ise de, sonu o kadar hüsrandı. Tanios Kayası dışında ilk defa bir kitabının sonu beni biraz hayal kırıklığına uğrattı, sanki toparlayamamış da çalakalem ortaya bırakılmış gibi. Yine de Maalouf okumaya devam etmeyeceğim anlamına gelmez bu :).

Yenikler her zaman kendilerini masum kurbanlar olarak göstermek eğilimindedirler. Ama bu gerçeğe tam uymaz, hiç de masum değildirler. Yenildikleri için suçludurlar. Kendi halklarına, kendi medeniyetlerine karşı suçludurlar. Sadece yöneticilerden değil, benden, senden, hepimizden bahsediyorum. Bugün tarihin mağluplarıysak, hem kendi gözümüzde hem de tüm dünyanın gözünde aşağılanmış durumdaysak, bu sadece başkalarının değil, öncelikle bizim suçumuzdur.

18 Haziran 2015 Perşembe

Vadideki Zambak - Honoré de Balzac

Devrim sonrası Fransa'da yaşayan aristokrat sınıfına mensup evli bir kadın ile genç bir adamın arasındaki imkansız aşkı anlatan kitap Balzac'ın en beğenilen kitaplarından birisi olarak kabul edilmektedir. 19. yüz yılda Fransa'da ortaya çıkan Realizm akımının öncülerinden olan Balzac, bu eserinde günlük yaşamı yapaylıktan kurtararak nesnel bir bakış açısıyla anlatmaktadır (Bu kitapta Balzac'ın kendi hayatında bazı kesitlere de yer verdiği tahmin edilmektedir). Kitapta olaylar Felix de Vandennesse'nin sevgilisi Natalie'ye yazdığı mektup ile başlamaktadır, aslında neredeyse tüm kitap Felix'in anımsalarından (flashbacks) oluşan bir anı kitabıdır da diyebiliriz. Çocukluğu anne sevgisinden ve ailesinden uzak geçmiş olan Felix, ailesinin yanına döndükten sonra bir baloya katılır ve baloda karşılaştığı genç bir kadından çok etkilenir (Kontes Henriette de Mortsauf). Uzun süre bu kadını unutamayan Felix, onunla bir gün karşılaşır ve kadının evinin bulunduğu vadiyi onun güzelliği ile özdeşleştirerek kendisine "Vadideki Zambak" adını verir. Öncelikle aile dostluğu şeklindeki görüşmeleri giderek sıklaşır ve Felix ile Henriette birbirlerinin en büyük sırdaşları olurlar. Henriette'nin mutsuz evliliği, hasta çocukları ve yaşadığı psikolojik sorunlar kadını Felix'e yaklaştırır. Aralarında bir aşk doğar ancak Henriette her zaman Felix'e bir abla şefkati ile yaklaşmaya çalışır, kendisini iş ve mevki sahibi olması konusunda destekler (hayatda dair verdiği nasihatları siz de uygulayabilrisiniz) ve kendi ailesi için büyük bir fedakarlık yapmaya çalışır. Bu süreçte mevki ve güç sahibi olan Felix başka bir kadın ile de tamamen tensel bir kaçamak yaşar (hayatındaki kadınları ruhumun ve bedenimin sevgilileri diye tanımlayacaktır). Kontes Henriette'yi hayatı boyunca unutamayan Felix, eninde sonunda kadınlara dair bazı gerçekler ile yüz yüze gelecektir.

Balzac'ın en popüler kitabı olan Vadideki Zambak, başarılı bir toplum bilimi incelemesi yapmaktadır. Acı ve ızdırabın hissedilir bir şekilde romana yansıtılmış olması ve mekan tasvirlerinin ustalıkla yapılmış olması dolayısıyla da sayılı eserler arasındadır. Bu arada bazı kaynaklar, Balzac'ın kendi hayatından kesitlere de kitapta yer verdiğini söylemektedir. Benim eserde en beğendiğim bölüm - ne yalan söyleyeyim- Natalie'nin kitabın sonunda Felix'e yazdığı mektuptu. Bir kadından da bu beklenirdi!

Suçlu da olsam, nihayet şuramda bir kalp taşıyordum, bütün bu sözler, kalbimin onun özellikle seçtiği en hassas noktalarına soğukkanlılıkla indirilmiş hançer darbeleriydi. Manevi acıların mutlak bir ölçüsü yoktur, ruhların duyarlılığıyla orantılıdır bu acılar.

10 Haziran 2015 Çarşamba

Barbarın Kahkahası - Sema Kaygusuz

Yazarın da dediği gibi, hem öfkeli hem de alaycı bir kitap var karşınızda! Sema Kaygusuz okuyan herkesin rahatça tespit edebileceği üzere bir motelde yaşananlar üzerinden bir ülkeyi anlatıyor. Ancak bir husus gerçekten sorgu gerektiriyor: Hangi ülke? Yaşayanlar ve anlatıcı Türk diye anlatılan ülkenin Türkiye olması bile tartışılabilir zira yazarınn da dediği gibi, hiçbir kara parçası gerçek anlamda bir kültür oluşturmaya yetmeyecektir, yani dünya yalnızca "kendi ülkemizden ibaret" değildir.  Kaldı ki, lokasyon bile bunu kanıtlar nitelikte: Mavi Kumru Moteli. Motelin benzerlerinden ne farkı var ne de artısı, yalnızca içinde yaşayan tatilcilerle bir varlık ifade ediyor. Tatilciler ise yaşadıkları bireysel huzursuzlukları değişen "koku" üzerinden tüm motele yansıtarak toplumsal kırılma noktaları hakkında bir fikir veriyor okuyucuya (her birinin profili yan yana gelince bir ülke tablosu oluşturuyor aslında).  Olaylar tatilcilerden birinin, Turgay'ın gecenin bir yarısı tüm sıkıntısını üzerinden atmak istercesine denize işemesiyle başlıyor. Okey oynayan hanımların bu olaya tanık olup, içlerinden birinin olayı büyütmesinin ardından, bu "çiş hadisesi" boyut değiştiriyor. Turgay'ın yarattığı dalganın bazı kişilerce bir tepki yöntemi olarak görülmesi sonucu, faili meçhul çiş hadiseleri görülmeye başlanıyor (çarşaflara, havlulara, minderlere çiş yapan kişi veya kişiler). İlk bakışta yaşananlar oldukça basit olaylar, ancak bu hadisenin görünmeyen tarafında toplumun farklı kesimlerini temsil eden kişiler var. Herkesin bir yorumu ve tespiti var ama bir soruya cevap yok: Herkes ne kadar temiz acaba?

Kitap anlaşılır bir dille ve heyecanlı ilerliyor, ancak yazarın hangi sembole hangi anlamı yüklediğinin tespiti o kadar kolay değil (belki de ben abartmışımdır). Ancak benim küçük bir eleştirim artık bu konulardan biraz sıkılmış olmam Bu kitabın iyi bir kitap olduğu gerçeğini değiştirmiyor, okunmasını da tavsiye ediyorum (ayrıca yeni kelimeler de öğreniyorsunuz: ışgın, ufunet, kolyoz, kalvados vb). Ben sadece yaşananların ve bu ülkenin travmatik geçmişinin sürekli karşımıza çıkarılmasından kendi adıma rahatsız olmaya başladım, ya da kitapta her yerde karşıma çıkan "sidik kokusu"dur bu düşüncemin sebebi (kitap bu yönüyle bana Sineklerin Tanrısı'nı anımsattı). Bu arada kitaptaki reçetelerden birisine ülke olarak ihtiyacımız var gibi:

"Her gün ağzına bir karanfil tanesi koysa, kahvaltıdan sonra mesela, şu Serpil Hanımın önce kanı temizlenir sonra niyeti. Eski Çin İmparatorluğu'nda diplomatik münasebetler sırasında devlet adamları dillerinin altına karanfil tanesi koyar; karanfilin soğutucu tesiriyle konuşurlarmış... Sabah çayına veya sıcak suya atılan tek bir karanfilin fesatlığa nasıl iyi geldiğini idrak edebilmek çok önemli."

4 Haziran 2015 Perşembe

Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum - Derviş Şentekin

Size söylediğim gibi, bazı konularda takıntılıyım. Bir önceki kitabı çok beğenmeme rağmen, ikinci kitap için beklentimi yükseltip, okudum. İlk kitaba göre daha çok beğensem de, beklentimin daha farklı olduğunu söyleyebilirim. Bu arada beklentiden kastım, benim kafamda kurduğum senaryo farklıydı, yoksa içinde bulunulan şartlar düşünülürse, kitap fena kurgulanmamış (daha önceki yorumunda da bahsettiğim gibi, kitap tam bir Türk polisiyesi). Hikaye yine kahramanın ağzından anlatılıyor ve uzun uzun anlatımlara girilmediği için akıcı ilerliyor. Bir önceki kitabın sonunda tabiri caizse "faili meçhullerin adamı"na rastlayan X (kahramanımız), hayatının sona erdiğini düşünürken, bir şekilde yoluna devam edip bu kez intikam amaçlı olarak faili meçhullerin adamının peşine düşer. Ancak bu kez tek başına değildir, aynı izin peşindeki istihbarattaki amiri Oğuz Sipahi ve birkaç emniyet mensubu ile beraber daha titizlikle ilerleyerek sonuç almaya bakacaktır. Tabi bu süreçte Türkiye'nin yakın dönem siyasi tarihine ve karanlık ilişkilerine değiniliyor, kısa analizler yapılıyor. Dediğim gibi, bir önceki kitaba kıyasla daha çok beğendim ancak bu kitabın benim kanaatimce edebi yönden eksik olduğu gerçeğini değiştimiyor. Üzülerek söylemeliyim ki, kurgu olarak da karşımıza şaşırtıcı sürprizler çıkarmıyor ve derinlemesine karakter incelemesi veya analizler de yapmıyor. Bir de şu toplumsal sorunlara değinme bunalımını da hala anlayabilmiş değilim, aydın kabul edilmek veya yazar olmak bunu mu gerektiriyor?

Neden okuyorum? Yazının başında da söylediğim gibi, kitaplar konusunda takıntılıyım, hatta bu tecrübenin üstüne, eğer üçüncü kitap var olsaydı dahi okuyabilirdim. Sıkılmadan okunacak bir kitap olduğu için, bu sıcak havalarda kendinizi yormak istemiyorsanız, siz de okuyabilirsiniz. Sonuçta okunmayacak bir kitap değil, ama sanırım ben polisiye çıtasını biraz yükseltmişim.

"- Bu işler satranç oynamaya benzemez, demiştin ama yanılmışsın salak Bekir, dedim alaycı bir sesle. Bu işler tam da satranç gibidir.
Birbirine karışan üç el silah sesi, geniş ovanın üzerindeki boşluğa yayılıp yıldızlara doğru yükseldi."


İlk kitap: Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2015/05/bes-paraszdm-ve-kadn-cok-guzeldi-dervis.html