Powered By Blogger

28 Aralık 2018 Cuma

Sanık - John Grisham

Son zamanlarda -bir hukuk magazin dergisinde de yazıyor olduğum için- ara ara hukuk konulu kitapları okumaya özen gösteriyorum. Bu nedenle bazı bloglarda veya kitap tanıtım yazılarında da "adli gerilim" (legal thriller) dediğimiz türde başarılı eserler verdiği belirtilen John Grisham'ın adını duyunca kitaplarından birini okumak istedim. Sanırım başlangıç için iyi bir kitap seçmedim :). Grisham, annesi ve babası avukat olan ve bu nedenle de hukuki mevzulara çok aşina olan zeki bir çocuk karakter yaratarak (Theodore Boone) şimdiye kadar yayınlanan altı kitabında bu karaktere yer vermiş. Tesadüfen seçtiğim "Sanık" kitabı da Theodore Boone'un maceralarından birisi. Sanık'ta henüz lise öğrencisi olan Theodore, günlük hayatında da hukuki/adli konulara ilgi duyduğu için, kasabada görülen önemli davalara da gözlemci olarak katılmakta ve okuldakilere bu dava hakkında bilgilendirme de yapmaktadır. Kasaba ise son zamanlarda önemli bir cinayet davası ile çalkalanmaktadır, zengin bir adamın genç ve güzel karısı ölü bulunmuştur ve bütün şüpheler koca üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu dava kasabayı o kadar meşgul etmiştir ki, bu olay dışında konuşulan bir konu yoktur. Kasabalı bu davanın magazinsel yönü ile meşgul olurken, Theodore Boone aslında bir düşmanı olduğunu fark eder. Bu nedenle artık ilgi duyduğu adli konuların merkezinde kendisi vardır ve tüm gözler üzerindedir.

John Grisham kitaplarına başlamak için iyi bir seçim yapmadığımı düşündüğümü belirtmiştim. Zira bu kitabını pek sevmedim çünkü Theodore Boone bir kitap serisinin karakteri olmak için çok yetersizdi (toydu) ve hikayede çok fazla dikkat dağıtan -ilgisiz- etken vardı. Sanki bu kitap yıllarca kitapları filme çekilen başarılı yazar Grisham'ın bir eseri değil gibiydi, bu kadar iddialı olabilirim. Zira 1991 yılında basılan ve 1993 yılında filme uyarlanan kitabı Şirket'in (The Firm), Pelikan Dosyası'nın (The Pelican Brief), Öldürme Zamanı (A Time to Kill) ve Jüri (Runaway Jury)'nin ne kadar güçlü senaryoya sahip kült filmler olduğu düşünülünce, Sanık çok zayıf bir hikaye olarak kalıyor. Adli gerilim meraklısıysanız okuyabilirsiniz ama John Grisham'ın eski kitaplarını okumak sanırım daha iyi bir fikir gibi görünüyor.

"Jüri sıraları boştu. Theo daha önce pek çok duruşma izlediğinden jüri üyelerinin salona en son alındığını biliyordu. Yargıç kürsüsünün arkasında duran kare şeklindeki büyük duvar saati 08.59'u gösterirken savcılar yüzlerinde her zamanki ciddi ifadeyle yan kapıdan aceleyle içeri girdiler. En önce yıllardır bu Strattenburg'da görev yapan tecrübeli savcı Jack Hogan vardı."

14 Aralık 2018 Cuma

Dikiş Nakış - Marjane Satrapi

Kara mizah ustası Marjane Satrapi'nin çizgi romanlarını çok seviyorum, sahip olduğu gözlem yeteneğini başarılı bir şekilde kullanarak çok güzel hikayeler ortaya çıkarıyor. Daha önce Azrail'i Beklerken ve Persepolis isimli çizgi romanları hakkında yazarken de belirttiğim gibi, Satrapi doğu-batı vizyonuna sahip biri olarak, akıcı fakat konu bakımından vurucu eserler meydana getiriyor, bunun sonucu olarak da çizgi roman sevenlerce kısa sürede keyifle okunuyor. Dikiş Nakış da bu çerçevede bir solukta okunan kısa ama etkili bir hikaye sunuyor okuyucuya! Kadınların baş kahraman olduğu bu hikâyeyi okurken İran'ın bambaşka bir yönünü görüyorsunuz: Kapalı kapılar ardında, kültürlerinin bir parçası olan semaver seansındaki kadınların "çok özel" çay sohbetlerini. Bu nedenle bu çizgi romanda anlatılan hikaye daha çok kadınlara hitap ediyor gibi desek de yalan olmaz. Neler konuşulmuyor ki semaver başındaki kadın kadına sohbetlerde? Cinsel deneyimler, gizli evlilik sırları, estetik ameliyatlar, geçmişte kalan aşklar... Tabi her hikayenin arka planında Türkiye'de yaşayan her kadının rahatlıkla anlayabileceği üçüncü dünya problemleri, toplumda var olma çabaları, yaşanan mahalle baskısı, kimlik arayışı ve cinsel tabular var. Anlatılan her hikaye aynı zamanda geçmişten bugüne değişen İran rejiminin de kapalı kapılar ardına nasıl yansıdığını göstermekte.


Dikiş Nakış da tarz olarak Persepolis'e benziyor, çizimler çizgi roman tekniği ile karşılaştırıldığında daha basit kalıyor ve siyah beyaz yapılmış. Ancak Satrapi'nin hikayesindeki içtenlik ve akıcılık içeriğe odaklanmanızı sağladığı için çizimlere dikkat etmenize gerek bile kalmıyor. Satrapi Persepolis ile kendini yeterince kanıtlamış bir çizgi roman sanatçısı olduğu için ayrıca bir nitelik belirtmeye ya da bu kitabını övmeye de ihtiyaç duymuyorum, bu kitabı -özellikle kadınlara- mutlaka tavsiye ediyorum. İyi okumalar!



Satrapi'nin "Persepolis" çizgi romanı hakkında:

Satrapi'nin "Azrail'i Beklerken" çizgi romanı hakkında:

11 Aralık 2018 Salı

Yüce Tanrı Pan - Arthur Machen

Arthur Machen'in karanlık kitaplık serisine dahil edilen bu eseri, her ne kadar korku hikayelerinin en başarılı yazarları arasında sayılan Stephen King tarafından yazılmış en iyi korku öyküsü olarak tanımlansa da, benim tarafsız kalmayı tarafsız kalmayı tercih ettiğim bir kitap. Aslında Machen'in anlatımı/üslubu çağına göre çok başarılıydı ve sonlara doğru gelince hikayeyi de beğendim ama kitabın ilk bölümlerinde yazarın pek çok detayı okuyucunun hayal gücüne bırakması gerçekten hoşuma gitmedi. Bununla beraber Yüce Tanrı Pan'ın bazı dikkat çeken unsurları da yok değil, mesela 1890 yılında yazılmış olması gibi. Bu açıdan, yazıldığı yıl itibariyle düşünüldüğünde fantezi/korku edebiyatının ilk örneklerinden birisi olduğunu söylemek yerinde olacak. Zaten kitaptaki olaylar da on dokuzuncu yüzyılın çılgın İngiliz doktorlarını doğrulamak ister gibi başlamakta: Vücut anatomisi ile birlikte metafizik olaylara ilgi duyan Dr. Raymond'un ruhani dünyaya erişebilmek için yaptığı küçük bir deney ile başlıyor her şey. Dr. Raymond'un amacı yalnızca ruhani dünya ile fiziki dünya arasındaki perdeyi kaldırmak ve Yunan mitolojisinin yarı keçi yarı insan varlığı Tanrı Pan'ı görmektir ancak kalkan perdenin neler getireceğini kim tahmin edebilir?  Deney sonunda Dr. Raymond başarısız olduğunu düşünse de, ileride yaşanan bazı tatsız ve gizemli olaylar başarısız olmadığını, aynı zamanda ruhani dünyaya bulaşmanın da pek iyi bir fikir olmadığını gösterecektir.


Ben Tanrı Pan'ı ilk olarak, en sevdiğim kitaplardan birisi olan "Parfümün Dansı" kitabıyla tanıdım. Tom Robbins, Tanrı Pan'ı bir korku simgesi olarak değil de, yine şehvet düşkünü fakat kendi halinde ve neredeyse silik bir tanrı olarak kurgulamıştı. Bu nedenle Yüce Tanrı Pan'daki korkunç Pan figürünü kavramakta önce çok zorlandım. Belki de bu nedenle kitaptaki hikaye de bana çok korkutucu gelmedi zira okuyucuya bırakılan korkunç sahnelerin betimlenmesinde "yoğun kötülüğün gelmiş geçmiş en canlı temsili" olan kötü bir Pan hayal edemedim :). Fakat bu durum bu kitabın korku edebiyatının ilk örneklerinden birisi olduğu ve H.P. Lovecraft'ın ilham kaynağı olduğu gerçeğini değiştirmez. Bunun yanı sıra Machen'in bu hikayesi Guillermo del Toro'nun ünlü filmi "Pan'ın Labirenti"nin de ilham kaynağıdır. Stephen King'in de övgü dolu sözlerini düşününce, kitabı okumak isteyeceğinizi tahmin ediyorum, şimdiden iyi okumalar!


"...Kızın  gözlerinde korkunç bir ışık yanıyordu, gözleri uzaklara bakıyorlardı. Yüzüne büyük bir merak ifadesi yerleşti ve ellerini uzatıp görünmez bir şeye dokunmaya çalıştı; ama anında merak kayboldu ve yerini berbat bir dehşete bıraktı. Yüzündeki kaslar çirkin bir şekilde kasıldı ve çarpıldı ve tepeden tırnağa titremeye başladı; ruhu et evinin içinde debeleniyor ve titriyor gibiydi..."







6 Aralık 2018 Perşembe

Mavi Tüy (Gönülsüz Bir Mesihin Serüvenleri) - Richard Bach

Martı-Jonathan Livingston kitabının yazarı Richard Bach'ı bir şekilde mutlaka duymuş olduğunuzu düşünüyorum. Ben henüz Bach'ın Martı kitabını okumadım, dolayısıyla Mavi Tüy ile başlamak ne kadar doğru bir fikir bilmiyorum :).

30 Kasım 2018 Cuma

Siyah Orkide - Neil Gaiman

Neil Gaiman'ın kitaplarını ve çizgi romanlarını severek okurum. Daha önce burada da bazı romanlarından (Yıldız Tozu, Yokyer)  ve en sevdiğim serisi olan sürükleyici Sandman Çizgi Roman Serisi'nden de bahsetmiştim. Bu nedenle "Siyah Orkide"yi black friday indirimlerinde görünce hemen aldım ve okudum. Okumak zaten çok zaman almıyor, kısa bir hikaye olduğu için ve çizgi roman olmasından bahisle kısa sürede bitiyor (sonunda da Gaiman'ın orijinal taslakları yer alıyor). Fakat itiraf etmek gerekirse bu eser için beklentiyi yüksek tutmamak gerekiyor zira bu çizgi romanı Gaiman'ın diğer çizgi romanları kadar başarılı değil. Belki de bu durum Siyah Orkide'nin Gaiman'ın 1986 yılında yazılan ilk çizgi romanı olmasından kaynaklanıyordur. Hikayeye gelirsek eğer, hikaye, Siyah Orkide adıyla tanınan ve bir botanikçi tarafından yaratılan, tam insan formunda olmayan (yarı bitki) bir kadın süper kahramanın, yasa dışı işlerle (kadın ticareti, uyuşturucu ticareti gibi) meşgul olan bir şirketin toplantı odasında öldürülmesiyle başlar. Yıllarca örgütün içine sızan ve suçu yok etmeye çalışan Siyah Orkide'nin öldürülmesi aslında her şeyin sonu değil başlangıcıdır. Susan Linden adındaki güzel, soğuk ve gizemli kadının hayatından esinlenilerek yaratılan Siyah Orkide'nin yok edilmesi kendi türünden diğer varlıkların yeniden doğmasını sağlar ve geçmişi arayan bir kadın üzerinden hikaye bir sarmal şeklinde devam eder.

Neil Gaiman bu hikayeyi ve Siyah Orkide'yi yaratırken muhtemelen çizgi roman dünyasına bir kadın kahraman kazandırmayı hedefledi. Ancak hikayedeki eksiklikler ve Siyah Orkide'nin yeterince tanıtılmaması ve süper kahraman geçmişi ya da icraatleri hakkında herhangi bir ip ucu vermemesi nedeniyle bu hikayesi pek tutmadı. Aslında bu eserinde de yine ünlü illustrator Dave McKean ile birlikte çalışmış ancak çizimlerin kalitesi de hikayenin zayıflığını kurtarmamış. Hikayenin güzel tarafları da vardı tabi, mesela DC Comics'in efsanevi karakterleri Batman ve Poison Ivy'ye selam göndermesi ya da Ömer Hayyam rubaisine atıf yapılması gibi. Ama Gaiman'dan daha iyilerini okuduğum için öncelikli tavsiyem Siyah Orkide olamıyor maalesef...

"Sana teşekkür ederim Tanrım bu güzel gün için; ağaçların yemyeşil ruhları için sıçrayan ve sahi mavi bu gökyüzü rüyası ve her şey için tabii o0lan sonsuz olan evet olan (ölmüş olan ben hayattayım bugün, ve bu güneşin doğum günü; yaşamın ve aşkın ve kanatların; ve sınırsız yeryüzünün neşeli muhteşem olayının)."


27 Kasım 2018 Salı

Candide ya da İyimserlik - Voltaire

Bu kitabın adı ilk duyduğumdan beri ilgimi çekiyordu, bu nedenle kitap fuarında görünce hemen aldım.

15 Kasım 2018 Perşembe

Othello - William Shakespeare

Shakespeare'in eserlerini fırsat buldukça okuyorum ama bir sonraki okuma anının heyecanı daha fazla olsun diye araya mutlaka uzun bir zaman dilimi koyuyorum. En son Shakespeare'in Macbeth eserini okumuştum, şimdi ise yine en sevilen eserleri arasında sayılan Othello'yu okumayı tercih ettim. Othello, Macbeth ve Hamlet gibi Shakespeare'in en iyi eserleri arasında sayılmakta. Bu nedenle yazıldığı günden bu yana pek çok kez sahnelenmiş ve sinemaya da birkaç kez uyarlanmış. Hikayenin asıl kahramanı olan Othello, hayatını savaşlarda geçirmiş, Venedik'in ileri gelenlerince savaş sanatı ve zekası övülen Mağripli bir komutandır (kendisine zaten bu lakapla seslenirler). Venedik'te geçirdiği zaman zarfında şehrin ileri gelenlerinden birinin kızı olan Desdemona ile aralarında bir çekim olur ve gizlice evlenirler. Bu durum yükselme ve daha zengin olma hırsı ile yanıp tutuşan Venedikli çavuş Iago'nun hiç hoşuna gitmez. Aynı zamanda yiğit komutan Othello'nun kendisine yaver olarak da Iago'yu değil de Floransalı Cassio'yu seçmesi Iago'nun iyice hırsa kapılmasına neden olur. Bu nedenle, Osmanlı'nın donanma çıkaracağı haberi üzerine Kıbrıs'a gidildiğinde Othello'nun hayatını karartmak üzere kötülük dolu planlarını uygulamaya koyar. Othello'nun karısına olan aşkını, duygusal anlamdaki acemiliğini ve kendi zehirli tatlı dilini kullanarak onun yüreğini kıskançlıktan yakıp kavurur. Savaş sanatının inceliklerini bilen Othello, bilinçaltında yaşadığı  bir nevi aşağılık kompleksinin de etkisiyle, üzerinde durup düşünmediği haberler neticesinde geri dönülemez hatalar yapmaya başlar.

Söylenenlere göre, Shakespeare bu tragedyasının olay örgüsünü Cinthio adıyla ünlenen bir yapıttan esinlenmiş. Yine de yazarın başka bir yapıttan karakterleri veya olayların bir kısmını esinlenmesi kanaatimce eserin değerini azaltan bir unsur değil, netice olarak Shakespeare ortaya muhteşem bir kıskançlık tragedyası çıkarmış: Othello, saf kötülük olarak tasvir edilen Iago ve saf iyilik olarak tasvir edilen Desdemona'nın çatışmasında iyiliğin kötülüğe karşı yenilmesinin trajedisidir. Aslında Shakespeare'nin eserinde bahsettiği karakterler her insanın içinde gömülü bulunan duyguları taşımaktadır, sadece bir şeyin ateşlemesiyle derindeki duygular açığa çıkar. Hatta kıskançlık duygusu o kadar iyi tasvir edilir ki, psikolojide patolojik kıskanma duygusuna "Othello Sendromu" adı verilir. Bu durum beni belki de insan psikolojisini anlamak için zaman zaman Shakespeare okumak gerekiyor diye bile düşündürür :). İyi okumalar!

"...
Deri olmayan ancak bu sözleri çekebilir,
Keyif duyup bunları sevebilir,
Ama derdine sabırdan medet uman
Hem sözleri, hem kederi yüklenir
Özdeyiş insanı ya keyiflendirir ya kederlendirir
Ne yana çeksen o yana gittiğinden, iki anlama gelir;
Ama hep lafta kalır bu sözler sonunda.
Şimdiye kadar hiç görmedim ben
Kulak yoluyla iyileştirildiğini yürek acısının
..."

6 Kasım 2018 Salı

Deniz Duası - Khaled Hosseini

Khaled Hosseini'nin daha önce yayınlanan romanlarını okudum, Afganistan'ı çok iyi anlattığını düşündüğün yazarın kalemini çok severim. Bu nedenle yeni kitabını görünce heyecanla aldım fakat Deniz Duası daha önce okuduğum Khaled Hosseini kitaplarından oldukça farklıydı. Böyle söyleyince kitabı sevmediğim düşünülmesin sadece kitabın tarzı yazarın alıştığım tarzından farklı geldi bana. Deniz Duası 2015 yılında umuda yolculuk sırasında Ege'de batan bot nedeniyle vefat eden üç yaşındaki Suriyeli mülteci Aylan bebeğe ve zulümden kaçarken denizde yitip giden binlerce mülteciye adanmış. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere, yazar küçük bir çocuğun ailesiyle beraber yerini yurdunu terk edip bir mülteci botunda denize açılmasının hikayesini, babasından Mervan adındaki bu küçük çocuğa yazılmış bir mektup aracılığıyla ve çizimi Dan Willliams tarafından yapılan renkli illüstrasyonlarla anlatmayı tercih etmiş. Mervan'ın birkaç yıllık hayatının özetini kısacık bir mektupta anlatan kitap tüm dünyanın bildiği sonu anlatmayı es geçmiş. Sanki anlatmayınca mültecilerin makus talihi değişecekmiş gibi kitabın sonunu denize yapılan bir dua ile bitirmiş. Khaled Hosseini denize yapılan dua ile mültecilerin kimseden görmediği iyiliği en azından denizden görmesini ve değerli yüklerini kendilerine bağışlamasını dilemiş: "Ah nasıl yakarıyorum denize bunu bilmesi için."

Khaled Hosseini'ni pek çok dile çevrilen ve sevilerek okunan kitapları (Uçurtma Avcısı-Bin Muhteşem Güneş-Ve Dağlar Yankılandı) sayesinde çok geniş çevrelerce tanındı. Bu nedenle hem kendi kurduğu kuruluşta hem de Birleşmiş Milletler nezdinde mülteciler için çeşitli çalışmalarda bulunan yazardan son yılların en gündemdeki konusu mülteci sorununa değinmemesi de beklenemezdi. Yazarın mülteci sorununa okuyucuyu rahatsız etmeden ancak çok çarpıcı bir şekilde değindiği bu hikayeyi okumanızı tavsiye ederim, hem kitabın tüm geliri de Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR)'ne aktarılacağından bu çaresiz insanlar için iyi bir adım da atmış olacağız.

"Bu gece annen burada Mervan, bu soğuk havada, ayın aydınlattığı kumsalda, ağlayan bebeklerin ve kaygı içinde bilmediğimiz dillerde konuşan kadınların arasında bizimle birlikte. Afganlar, Somalililer, Iraklılar, Eritreliler ve Suriyeliler. Hepimiz gün doğumunu hem sabırsızlıkla hem korku içinde bekliyoruz. Hepimiz bir yuva arıyoruz."

19 Ekim 2018 Cuma

Akışı Olmayan Sular - Pınar Kür


Arada sırada çizgi roman okumak gibi hikaye okumak da bana ayrı bir zevk veriyor. Pınar Kür de hikayeciliğini beğendiği yazarlar arasında (daha önce belirtmiş olmalıyım, kendisinin roman çalışmalarını hikayeleri kadar beğenmiyorum). Akışı Olmayan Sular, Pınar Kür'ün 1984 Sait Faik Hikaye Armağanı kazanan ve toplamda beş uzun öyküden oluşan bir kitabı. Kitapta geçen ilk dört hikaye, farklı sosyo-ekonomik kültürlerden gelen ve ilerleyen yaşlarında farklı işlerle meşgul erkeklerin bakış açıları ile yazılmış hüzünlü ve imkansız aşk hikayeleri. Tabi yazarın kadın olması aslında bu detayları daha enteresan kılan etkenlerden. Yine de kanaatimce kitabın en etkileyici hikayesi, bir kadının bakış açısıyla yazılmış son hikayesi olan "Bitmiş Zamana Dair" adındaki hikayeydi. Gizemli anlatıcının adını asla öğrenemediğimiz (yalnızca Şatuşka'nın adının kısaltması olduğunu öğrendiğimiz) hikaye klasik anlatım tarzının en iyi örneklerinden birisi. Anlatıcının karakter tasviri, üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen anılarını yer-zaman-mekan detayları ile yalın ve net bir şekilde anlatması ve bir kız çocuğu ile bir kadının bakış açılarının farklarını okuyucuya aktarabilmesi hoşuma giden detaylardan. Okuyucu olarak, hikayede İstanbul'un eski zenginliklerinin yavaş yavaş ortadan kalkmasını gözlemlerken bir taraftan da bir mucize olmasını bekliyorsunuz.

Pınar Kür'ün yazdığı hikayeleri severek okuyabilmek için "durum hikayeciliğini" sevmek gerekir diye düşünüyorum. Zira hikayelerin geçmiş bir zamana sıkışı kalmış gibi akmaması (sanki kitabın adı bu detaydan geliyor gibi) ve anlatıcıların karamsarlığı her okuyucuya hitap eden bir tarz olmasa gerek. Kitabı merak edenlere ve hikaye okumayı sevenlere tavsiye ederim, sadece bir şeyi sorgulamak için: Yaşam ırmağının akmadığını hissedince tam olarak çözüm ne olabilir?

"Bir armonik askı, bir kararmış ayna, bir garip iskemle, bir olası sandık, tozlu bir vitrinin gerilerinde. Gelinlik giymiş, kollarını iki yana açmış dört yapay kadın bir yapının yükseklerinde. Hepsi cansız bunların, hepsi ölü madde. Neden o duraklardan birinde yaşamı bulacağımı sanıyorum, onu da bilmiyorum."

28 Eylül 2018 Cuma

Şair Evlenmesi - Şinasi

Türk Edebiyatı derslerinden de hatırlayacağınız gibi, Şinasi Türk Edebiyatına ilkleri getiren kişidir. Hatta yalnızca tarz olarak yeni edebiyat biçimleri getirmekle kalmaz, aynı zamanda içerik olarak da gözlemlerinden faydalanır, toplumu eğitmeyi amaçlar. Bu çerçevede, Şinasi'nin 1860 yılında yazdığı tek perdelik komedisi, Şair Evlenmesi tiyatro eseri de Batılı anlamdaki ilk tiyatro eseri olarak kabul edilir. Şinasi'nin bu oyunu yazarken amacının ne olduğunu bilemiyoruz ama oyunun kısa olması (tek perdelik), birkaç mekanda geçmesi ve kısa konuşma metinleri olmasından bahisle, aslında oyununu oynatma umudunu taşıdığını söyleyebilmek mümkün. Güldürünün ilk olarak Tercüman-ı Ahval gazetesinde tefrika olarak yayınlanması eserin sahnelenmemesi ihtimalinde yine de topluma ulaştırılmasını amaçlamış olabilir. Şair Evlenmesi konu bakımından dönemin Osmanlı toplumundaki görücü usulü evlenmenin sonuçlarını eleştirmeyi amaçlayan bir hikaye seçer. Oyunun ana kahramanı olan Müştak Bey, Batılı tarzdaki davranışları ve kılık kıyafeti nedeni ile toplumda pek sempatisi olmayan eğitimli birisidir. Sevdiği kadın olan Kumru Hanım'la "Kılavuz Kadın" ve "Yenge Hanım" adı verilen çöpçatan kadınlar aracılığı ile evlenmeyi amaçlar. Ancak toplumda sık sık rastlandığı gibi vekaleten yapılan nikahtan sonra karşısında Kumru Hanım'ın çirkin ve yaşlı ablası Sakine Hanım'ı görür. Bu işten nasıl sıyrılacağı ile merak konusudur.

Henüz tercüme tiyatrolar bile yayılmamışken Şinasi'nin edebiyatta büyük bir adım atarak yayınladığı tiyatro eseri, gazetede yayınlandığı yıldan sonra unutulmuş ve yıllarca kimse tarafından dikkate alınmamış. Şinasi'nin vefatından sonra bir kitapçı Tercüman-ı Ahval koleksiyonunda bu esere rastlayarak onu yayınlamış ve eser birkaç kere de sahnelenerek ünlenmiştir. Tiyatro eseri olarak Şair Evlenmesi'nden bir Moliere ya da Haldun Taner tiyatrosu seviyesini beklememek gerekir, tahmin edileceği üzere edebi anlamda pek çok eksiği var ancak Şinasi tiyatro türü henüz edebiyatımıza girmemişken bu eser ile çağdaş edebiyatta bir dönüm noktası yaratmıştır. Okumanızı tavsiye ederim.

"...Bir de yüz görümlüğünü nasıl etmeli? Adam sen de, o kolay. Şöyle birkaç beyit veriveririm olur biter: Bir kumrusun sen tab'a muvafık / Yapsam yuvanı sinemde layık / Can ü gönülden ben oldum aşık / Yapsam yuvanı sinemde layık. Benim gibi fakir bir şairin vereceği yüz görümlüğü bu kadar olur. "

19 Eylül 2018 Çarşamba

Babil Prensesi - Voltaire

Aslında kitap bana da sürpriz oldu, daha önce Voltaire'nin (1694-1778) bu şekilde bir eseri olduğunu bilmiyordum. İnternetten kitap alış verişi yaparken tesadüfen fark ettim ve aldım. Voltaire benim için "Felsefe Sözlüğü"nün yazarı ve düzyazı eserleri ile tanınan bir filozoftu, o nedenle Babil Prensesi beni biraz meraklandırdı. Adından da anlaşılacağı üzere, kitap masal gibi başlayıp bir tinsel yolculuk şeklinde devam etmektedir. Ayrıca, Voltaire'in bu eserdeki dili o kadar akıcıdır ki kitabın sahneleri adeta bir rüya gibi akıp gider. Kitaptaki her şey Babil hükümdarının güzelliği komşu ülkelere de nam salmış kızı Formozant'a asil bir damat adayı bulmak için yarışma düzenlemesiyle başlar. Formozant'ın hem soylu hem de güzel olması civardaki ülkelerin hanedanlıklarının ilgisini çeker. Formozant için düzenlenen yarışmaya Hint Şahı, Mısır Firavunu ve İskit Hakanı katılır. Son anda bilinmeyen bir ülkeden gelen (Ganj Nehri civarında bulunan Gangaridler ülkesi) ve kendisini çevresine çoban olarak tanıtan genç bir adam yanında mitsel karakterlerden tek boynuzlu atı ve Anka kuşu ile birlikte çıkagelir. Formozant kim olduğunu anlayamadığı bu yakışıklı ve gizemli gence aşık olur, aynı şekilde genç çoban Amazan da Babil Prensesi'ne aşık olur. Ancak kehanete göre Babil Prensesi bütün dünyayı karış karış gezmeden evlenemeyecektir. Bu nedenle hem Formozant'ı hem de Amazan'ı beraberinde kendi içsel yolculuklarını da yaşayacakları uzun bir yolculuk beklemektedir.

Voltaire sivri dili ve eleştirel üslubu ile tanınan hatta bu nedenle sürgün edilmiş ve sürekli yer değiştirmek zorunda kalmış bir yazar. Dolayısıyla yazarın bu tarzını bilerek kitaplarını okumak kitaptan aldığınız mesajın tamamen değişmesini sağlıyor. Voltaire de bu Doğu masalını anlatırken aslında Formozant'ın yolculuğu sırasında uğradığı ülkeleri tek tek eleştirmeyi amaçlamış gibi görünüyor. Babil'den Arabistan'a, Ganj'dan Çin'e, Kimmer yurdundan Batavlar'a, Cermen ülkelerinden İngiltere'ye, Fransa'ya ve İspanya'ya uzanan yolculukta sürekli değişen zaman içinde bu ülkelerdeki sevdiği ve sevmediği alışkanlıkları, kültürel farkları kendi doğrularını da belirterek aktarmayı tercih ediyor. Bir Doğu masalından ziyade bir ustanın elinden çıkmış bu hiciv eserini okumanızı tavsiye ederim. İyi okumalar!

"Ölüp de yeniden dirilmek dünyanın en basit işidir hanımım, karşılığını verdi Zümrüdüanka. İki kez doğmak bir kez doğmaktan daha şaşırtıcı değildir. Bu dünyada her şey yeniden doğuyor; tırtıllar yeniden doğup kelebek oluyorlar; toprağa atılan bir çekirdek ağaç olarak yeniden doğuyor. ... Bedenleri oluşturan tüm zerreler başka varlıklara dönüşür. Benim durumuma gelince, Yüce Orosmad'ın eski haliyle yeniden doğmak lütfunu bağışladığı tek yaratığım ben."

4 Eylül 2018 Salı

Dede Korkut Kitabı

Arada bir dönüp dönüp Dede Korkut'un hikayelerini okuyorum zira hem anlattığı hikayeler hem de hikayelerini anlatırken kullandığı şiirsel dil çok hoşuma gidiyor. Hikayelerin ilk anlatıcısı olan Dede Korkut, olay örgüsünde genelde bir veli kişi namıyla akıl danışılan kişidir, bu nedenle aynı zamanda ozan sıfatını taşıtan eski Türk inancındaki din adamlarından olduğu tahmin etmekteyim. Dede Korkut'un ozan kişiliğinden olsa gerek, hikayeler şiirsel dilin yanı sıra pek çok nazım bölüm de bulundurmakta. Dede Korkut'un anlattığı hikayelerin zamanı hakkında kesin bir bilgi edinilmemekle birlikte anlattığı hikayelerin 15. yüzyılda yazıya geçirildiği düşünülmektedir. Özgün adı "Kitab-ı Dede Korkut Ala Lisan-ı Taife-i Oğuzan" yani Oğuz Diliyle Dede Korkut Kitabı olan eser aynı zamanda Oğuz Türklerinin yaşayışlarını, konuştukları dili, inanışlarını, örf, adet ve geleneklerini, yaşadıkları coğrafyayı, ahlak ve karakterlerini ayrıntıları ile anlatmaktadır. Kitaptaki her bir hikaye ayrı bir Türk boyu için söylenmiştir ancak olaylara bir bütün halinde bakıldığında bu boyların tek bir hakana, Hanlar Hanı lakaplı Bayındır Han'a bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Hikayelerin geçtiği coğrafya -hikayelerde geçen kelimelerden anladığım kadarı ile- Kuzey Doğu Anadolu- Batı Azerbaycan dolaylarıdır. Zira birkaç hikayede tekfurlara ait Bayburt Kalesi veya Trabzon Kalesinden söz edilmektedir, ayrıca "kafir dinli Gürcistan" şeklinde Gürcü topraklarından da söz edilmektedir. Oğuzların yaşam biçiminin hayvancılık olduğu da net bir şekilde anlaşılmaktadır düğün ve kutlamalarda aygır/deve/koç kesilmekte ve kopuzların çalındığı şölenler yapılmaktadır. Hikayelerde Şaman inancının etkileri (Bamsı Beyrek'in kırmızı düğün kaftanı vb. gibi) görülse de Dede Korkut hikayelerin sonunda İslam tasavvufuna uygun kapanışlar yapmaktadır. Ancak hikayelerin yazıya geçirildiği dönemde bu eklemelerin sonradan yapıldığı da düşünülebilir.

Bir mukaddime ve on iki hikayeden oluşan kitabın dünyada bilinen iki nüshası bulunmaktadır, birisi Almanya Dresden'de diğeri de Vatikan'dadır. Nüshalar üzerindeki ilk inceleme ve tercüme Alman bir Türkiyatçı tarafından yapılmıştır, akabinde ünlü şair Orhan  Şaik Gökyay tarafından kitap Türkiye'de yayınlanmıştır. eğer hala okumadıysanız Türk tarihi ve kültürü açısından çok değerli bu eseri okumanızı tavsiye ederim, eğer edebiyatçıysanız farklı, tarihçiyseniz farklı, yalnızca kitapsever biriyseniz daha farklı bir tat alacağınızı düşünüyorum.

"Vay al duvağımın sahibi / Vay alnımın başımın umudu
Vay şah yiğidim vay şahbaz yiğidim
Doyuncaya kadar yüzüne bakamadığım Han'ım
Nereye gittin beni yalnız koyup
Göz açıp da gördüğüm / gönül ile sevdiğim
Bir yastıkta baş koyduğum / yolunda öldüğüm
Vay Kazan Bey'in inançlısı / Vay kudretli Oğuz'un imrenileni
Hay Beyrek"

Dede Korkut Kitabı hakkında yapılmış detaylı bir inceleme:
http://www.acikbilim.com/2015/04/incelemeler/doga-tarihi-acisindan-dede-korkut-hikayeleri-uzerine-bir-inceleme.html



31 Ağustos 2018 Cuma

Katilin Temizliği - Amelie Nothomb

Geçen hafta Tünel'den aşağıya inerken yanıma kitap almayı unuttuğumu fark edince Kırmızı Kedi Kitabevi'nden bu kitabı aldım. Aslında kitap hakkında fikrim yoktu ancak kitabın adı ve tanıtım yazısı ilgimi çekti.

30 Ağustos 2018 Perşembe

Fotoğrafları ve Sözleriyle Tarihe Yön Veren 101 Kişi - Burak Saraçoğlu

Bu kitabı Antalya'da evin kitaplığında buldum, nereden bize geldiğine dair hiçbir fikrim yok. Tatilde kafa dağıtmak maksadı ile biraz göz gezdirdim. Açıkçasını söylemek gerekirse hayatımda bu kadar üstünkörü yapılmış bir iş daha görmedim. Öncelikle kitapta çok fazla yazım hatası vardır, sanki baskıya verilmeden önce hiçbir şekilde kontrol edilmemiş gibiydi. Bir de kitabı derleyen kişinin kitapta anlatılan kişileri ne amaçla bir araya getirdiğine dair bir ipucu yoktu. Kitapta bahsedilen kişilerin yalnızca kısaca hayatlarına değinilmiş ve onlara ait olduğunu tahmin ettim sözlerine yer verilmişti. Derleyen kişi neden bu kişileri seçtiğine dair herhangi bir açıklamada bulunmadığı için, her ne kadar kitabın adı "Fotoğrafları ve Sözleriyle Tarihe Yön Veren 101 Kişi" olsa da seçilen kişilerin pek çoğu ile kitabın adı arasında bir ilişki kuramadım. Özellikle merak ettiğiim husus bir kişinin "fotoğrafı" ile nasıl tarihe yön vereceğidir? Hala ara ara bu ifade ile derleyen kişinin ne demek istediğini düşünmekteyim. Ayrıca bir konuyu kabul etmek gerekir, bir kişi "sözleri" ile de tarihe yön vermez, yalnızca tarihe yön vermiş kişilerin sözlerini dikkate alırız. Örneğin Mustafa Kemal Atatürk. Kaldı ki, kanaatimce tarihe yön verenler de ya bilim insanları ya da politikacılardır. Bir ressamın tarihe nasıl bir yön vermesini bekliyoruz bu arada?

Kitapta bahsedilen kişilerin büyük kısmını çok severim. Bu nedenle bir kısmını burada bir kez daha tanıtmak isterim. Rene Descartes'tan bahsedilmiş (s.60). Descartes tanınmış ve öğretileri dikkate alınan bir filozof, kendisinden alıntılanan söz: "Akıllı olmak bir şey değildir, önemli olan aklını kullanabilmektedir." Leonardo Da Vinci de bahsi geçen kişiler arasında, kendisinin insanlığıa katkısının büyük olduğunu kabul etmek gerekir. Bilim insanı olarak Marie Curie dikkatimi çekenler arasındaydı, iki kez nobel ödülü alan ilk kişidir. Tüm çalışmalarını tek bir cümle ile özetlemiştir: "Hayatta hiçbir şey korkutucu değildir, sadece anlaşılması gerekir." Pakistanlı kadın politikacı Benazir Butto, Türk asker ve devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk, Nobel Barış Ödülü sahibi Rahibe Teresa, Mahatma Gandhi kitapta dikkatimmi çeken isimlerden. Diğer isimlerin önemli kişiler olduklarını kabul etmekle beraber, tarihe yön verdikleri kısmının çok tartışmalı olduğunu düşünmekteyim.

"Öğrendiklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür. Düşüncelerinize dikkat edin duygularınıza dönüşür. Duygularınıza dikkat edin davranışlarınıza dönüşür. Davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür. Alışkanlıklarınıza dikkat edin, karakterinizi biçimlendirir. Karakterinize ise kaderinizdir." (Mahatma Gandhi).

Not: Bir konuyu bahsetmeden geçemeyeceğim, Namık Kemal'in anlatıldığı bölümde kendisinden "İstiklal Marşı"nın yazarı olarak bahsediliyor, bu kadar büyük bir bilgi hatası kitapta yazılı tüm bilgileri şüpheli hale getiriyor.

27 Ağustos 2018 Pazartesi

Efsuncu Baba - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın kalemini çok severim, döneminin İstanbul "sokak" yaşamını ya da "konak" hayatını güçlü gözlem yeteneğini kullanarak hem esprili bir dille aktarır hem de yanlış bulduğu yönlerini eleştirir. Bu kitabında da aynı şekilde batıl inanç ve hurafelerin peşinde koşan insanları Efsuncu Baba lakaplı Ebulfazl Enveri şahsında  ince bir şekilde eleştirmeyi tercih etmiş. Ebulfazl Enveri Bey İstanbul'da Hobyar semtinde simya ve iksir meraklısı bir babanın eğitimi altında güzel bir konakta büyümüş, karısı ve kızı ile yaşayan mirasyedi bir beyefendidir. Babasından sadece para değil, onun bu sıra dışı simya merakını da miras olarak alınca sabah akşam efsun, kehanet, tılsım, yıldız ve fal kitapları ile meşgul olur, hayatının tüm adımlarını yıldız fallarına ve batıl inançlarına göre atar, sağdan soldan topladığı ve çok para vererek aldığı eski kitaplarda yazan efsunlu definelerin peşine düşer. Bir gün yine efsunlu define peşinde iken, Binbirdirek'te kendi hallerinde şarkı söyleyen ve iplik eğirip para kazanmaya çalışan Agop ve Kirkor adındaki Ermeni gençleri ile karşılaşır. Bu gençleri okuduğu define efsanesinde anlatılan defineyi koruyucu Lahur ve Mahur adındaki melekler sanar ve onların da bu saf sofu adam üzerinden menfaat sağlamak üzere melek rolü oynamasıyla birlikte yeni bir define heyecanına beraber atılırlar.
 
Hüseyin Rahmi'nin sofu karakteri üzerinden aktardığı hikayenin anlatımı çok akıcı ve karşılıklı dialoglar şeklinde ilerliyor. Bu tarzıyla ve trajikomik hikayesiyle kitap, Fransız oyun yazarı Moliere'in tarzını anımsatıyor. Bu nedenle midir bilemiyorum, Hüseyin Rahmi kitabın sonunda konuyla alakalı yazdığı birkaç sayfalık didaktik denemesinde Moliere'e de gönderme yapmış ve günümüzde hala rahatlıkla gözlemleyebileceğimiz aldatma/aldatılmaya dair bazı toplumsal konulara eleştiri getirmiş. Bunlardan ayrı olarak Efsuncu Baba'yı okurken öğrendiğim güzel bir konuyu da paylaşmak isterim, 1949 yılında kitabın hikayesi Aydın Arakon'un yönetmenliğinde sinemaya aktarılmış. Ben filmi herhangi bir kaynakta bulup izleyemedim ancak tonton yanaklı Ermeni oyuncu Nubar Terziyan'ın ilk filmiymiş., bulursanız kaçırmayın derim. İyi okumalar & iyi seyirler!
 
"Henüz çooğumuz hayatın özünü anlayamayarak havada saadet, kuyu dibinde cennet arayan, birbirimizden keramet bekleyen, boş şeylere kapılan, vaatlere aldanan saf kimseleriz. Bu dünya henüz büyük komik Moliere çağından üç adım ileri gitmedi. Daima üstadın ebedi komedyanları tekrarlanıp duruyor. Yalnız sahnenin dekorları değişti. Tarzlar başkalaştı. İnsanın mayası hep o maya... Kötüler daha kurnazlaştı. Birbirine zarar verme ilerledi. Fenalık büyüdü."

Not: Daha önce Hüseyin Rahmi'nin Mürebbiye ve Kuyrukluyıldır Altında Bir İzdivaç kitaplarından da bahsetmiştim, okumak isterseniz linklerini paylaşıyorum:

Mürebbiye:

10 Ağustos 2018 Cuma

Azrail'i Beklerken - Marjane Satrapi

Persepolis'i okuduktan sonra Marjane Satrapi'nin diğer eserlerini de okuma kararı almıştım, fakat bazı çizgi romanlarının Türkiye'de maalesef yeni baskıları bulunmadığını fark ettim. Orijinal adı "Erikli Tavuk" olan "Azrail'i Beklerken" kitabını bir kitabevinin tozlu raflarından bulabildim ancak "Dikiş Nakış" kitabının baskıları tükendiği için tek seçeneğiniz sahafları dolaşmak gibi görünüyor. Satrapi'nin kalemini ve kendine has üslubunu beğeniyorum.
 
"Meşhen'de oturan eski bir arkadaşım var. Hemen hemen her şeyi satıyor. Geçen ay onun evindeydim. Bir Yahya Tarı (stradivarius keman değerinde bir tar) edinmişti. Müzelik bir parça! eşsiz bir çalgı!!! Üstelik seni hiç canlı dinlememiş olmasına rağmen ateşli bir hayranın. Haber vermek için ona yazacağım... Mektup ulaşana kadar.. Yirmi gün içinde orada olabilirsen, harika olur! Mutluluğu orada bulacağına eminim."
 
Marjane Satrapi'nin Persepolis eseri hakkındaki yorumlarım için:
 
 

24 Temmuz 2018 Salı

Dava - Franz Kafka

Kafka'nın "Dava" kitabını okumak uzun süredir aklımdaydı, şimdi H Plus Hukuk magazin dergisinde hukuk konulu kitaplar hakkında yazı yazmaya başladığım için bu kitabı öncelikli olarak temin edip okudum. Daha önce Kafka'nın "Dönüşüm" kitabını okumuştum, çok beğendiğimi anımsıyorum. Bu kitabında da Kafka aynen "Dönüşüm" kitabında olduğu gibi doğrudan merak uyandıran bir cümle ile konuya girmeyi tercih etmiş: "Josef K.'ya birisi iftira etmiş olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmadığı halde o sabah tutuklandı." Kafka kendi hayatında da fikir değişimlerini ani mi yaşıyordu yoksa okuyucunun dikkatini çekmek için mi böyle bir giriş yaptı bilinmez ama edebiyat alanında kendine has bir tarzı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Peki Josef K. bir sabah aniden tutuklandıktan sonra ne oldu? Sonrası işte hiç tahmin ettiğiniz gibi değil, Josef K. tutuklanır ama neyle suçlandığını bilmemektedir. Bu süreçte bankadaki şeflik görevine de devam eden Josef K. ilk başlarda durumun vahametini kavrayamaz fakat kendisine tepeden bakan hakimlerin detaylarını asla anlayamadığı yargılamalarından sonra yavaş yavaş umutsuzluk hissetmeye başlar. Her zaman itiraz etme ve aklanma ihtimali vardır, bu nedenle deneyebildiği her yolu dener ancak ne itirazı sonuç verir ne de aslında "tamamen aklanma" diye bir şey söz konusudur. Josef K. bir süre sonra sağlıklı düşünemediğini fark eder, yaşadığı süreçten yılmıştır. Korkularından kaçamadığını fark eder, fiziken tutuklu değildir ancak zihni özgür değildir, çaresiz ve yalnızdır zira niçin tutuklandığını bilemeyen bir insanın kendisini savunması da mümkün görünmemektedir.

Kafka'nın en iyi eserlerinden birisi olarak kabul edilen Dava, gerçekle metaforun iç içe geçtiği ve tüm çaresizlik hissinin okuyucuya net olarak aktarılabildiği başarılı bir eser. Öyle ki pek çok yerde duruma müdahale edecek gücünüz olsun istiyorsunuz, Josef K.'nın yaşadığı bunalımlı bilinmezliğin içinde siz de kayboluyorsunuz. Peki Kafka aslında adalet sistemini mi sorgulamak istiyor? Belki öyle ama kanaatimce adalet sistemindeki aksaklıklardan çok kendi zihnimizdeki prangalardan kurtulmamızı vurguluyor gibi. Kafka'nın referansa ihtiyacı yok ama toplum içinde yalnızlaşan ve hor görülen insanların (böceğe dönüştüğünüz için ya da tutuklanarak yargılandığınız için) hikayesini bir okuyun derim, iyi okumalar!

"...Peki bu büyük örgütün amacı nedir beyler? Amacı masum insanları tutuklamak, sonra da benim durumumda olduğu gibi onlara sonuçsuz davalar açmak. Bu saçma sistem karşısında memurlar nasıl durabilir? Bu imkansız. En yüksek hakim bile bunu başaramaz. Bu nedenle polisler tutukladıkları kimselerin kıyafetlerini çalmaya çalışıyor, polis şefleri tanımadıkları insanları evlerine zorla giriyor, adil bir yargılama yerine, kalabalıkların karşısında küçük düşürülüyor..."

27 Haziran 2018 Çarşamba

Bizans Altınları - David Gibbins

Bu kitabı yıllar önce Çeşme'den almışım (kapağında not yazmışım) ama yıllardır okunmadan beklemiş. Bu aralar kitaplarımı dağıtmaya karar verdiğim için okumadığım kitapları ayırırken bu kitabı da fark ettim ve okumaya karar verdim. David Gibbins'in adını daha önce duymuştum, Atlantis kitabı çok sevilen ve okunan kitaplar arasındaydı, ancak ben Bizans Altınları'ndan çok memnun olduğumu söyleyemem. Ortalama bir kurgu & akıcılıktan uzak bir anlatımı vardı, ayrıca kitabın arkasında yer alan tanıtım yazısı da kitabın hikayesi konusunda yanıltıcıydı. Arkasındaki tanıtım yazısını okuyunca kitaptaki hikayenin İstanbul'da geçtiğine dair bir algı oluşsa da aslında yalnızca tüm hikayenin başlangıcı İstanbul'da geçmektedir. Tarihçi ve arkeolog Jack Howard, İstanbul'da Haliç (Altın Boynuz)'a yaptığı dalışlar ile VI. Haçlı Seferi'nde Bizans'ın elinde bulunan İstanbul yağmalanırken Haliç'e atıldığını tahmin ettiği Menora'ya dair bir iz aramaktadır. Menora Yahudiler'in Kudüs Tapınağı'ndan Hristiyanlar tarafından çalınmış paha biçilemeyen yedi kollu altın şamdanıdır. Howard'ın İstanbul dalışı sırasında İngiltere'de manastır kütüphanelerinin birinin dehlizlerinde tarihçi Maria de Montijo ve öğrencisi tarafından, Michelgard (İstanbul) hazinelerinin Viking diyarında olduğuna dair bir harita keşfedilir. Bir şekilde bir araya gelen ekip, Menora'yı ararken ortaya Roma İmparatorluğu'nun yıkılışından Vikinglere, Kuzey buz denizinden Mayalara ve Nazilere uzanan bir hikaye çıkar.

David Gibbins kitapta pek çoık bilgi vermek istemiş, IV. Haçlı Seferinden Viking savaşçıcı Harald Sigurdsson'a, İskandinav efsanelerinden félag üyeliğine (bir çeşit tarikat), Nazi'lerden Meksika'daki Mayalar'a kadar pek çok tarihi olaya değinmiş. Yazarın kendisi entelektüel seviyesi yüksek bir tarihçi olabilir ancak tarihten esinlenilmiş bir macera kitabı okurken yalnızca bir konuya detaylı odaklanılmasını tercih ederdim. Zira çok fazla olay ve mekan olduğu için hem kitabı okumak ve dikkatimi vermek zor oldu, hem de kitap bitince aklımda çok az bilgi kaldı. Kitabın ana konusu Menora hakkında dahi tatmin edici bir bilgi edindiğim söylenemez. Bu nedenle özel olan Dan Brown tarzında yazarlara ilginiz yok ise, bu kitabı tavsiye etmiyorum.

"Ganimetler genellikle gelişigüzel kümeler halinde taşındı; fakat hepsinden fazla göze çarpanlar Kudüs Tapınağı'ndan ele geçirilenlerdi. Bunlar, her santimetrekaresinden büyük bir ustalık fışkıran altın bir masa ile yine altından yapılmış, ama gündelik hayatımızda kullandıklarımızdan çok değişik bir şamdandı. ... Zafer kutlamaları son buldu ve en sağlam yapıları kurmuş olan Roma İmrapatorluğu'nun son imparatoru Vespasian, bir barış tapınağı dikmeye karar verdi. ... Vespasian Kudüs Tapınağı'ndan getirilen ganimetleri de buraya koydu." (Josephus, Yahudi Savaşı VII)
 

23 Haziran 2018 Cumartesi

Vahşi Kızlar - Ursula K. Le Guin

Daha önce kitapçılarda & sosyal medyada kitaplarına sıkça rastlasam da Ursula K. Le Guin'in (1929 - 2018) herhangi bir kitabını daha önce okumaya fırsatım olmamıştı. Her ne kadar okuyamasam da Le Guin'in kitaplarını özellikle Mülksüzler'i hep merak etmiştim. Yazarın kitaplarını okumaya Vahşi Kızlar ile başlamış oldum. Zaten fantastik edebiyatı çok sevdiğim için yazara hemen ısındım, bu kısa ve çarpıcı hikayesini de çok beğendim. Vahşi Kızlar uzun bir hikaye değil, bu nedenle kitapta hikayenin dışında, yazara ait Okurken Uyanık Kalmak adında bir deneme, şiirleri, Açıksözlü Bir Söyleşi adında bir söyleşi yazısı ve Terry Bisson'la yapılmış samimi bir röportaj yer almaktadır. Vahşi Kızlar, bir kentin çevresinde kırsalda yaşayan ve kentteki savaşçı erkekler tarafından esir alınan yabani kızların hikayesini anlatmaktadır. Şehir'de yaşayan ve kendilerine "Taç Erkekleri" diyen altı savaşçı, kırsal alanda yaşayan ve bataklıktan geçinen göçebe kabileden birkaç köle çocuk yağmalamak için yola çıkar. Toprak insanları adını verdikleri bu insanlar Şehir'de kentin kuralları ile yetiştirilmekte ve büyüdüklerinde yetenekleri çerçevesinde köle olarak satılabilmekte, aralarında güzel olan kızlar ise eş olarak satın alınabilmektedir. Bu hikaye ise kılıç toplumu tarafından yağmalanan iki kız çocuğunun kısa ve hazin hayatlarına odaklanmaktadır.

Le Guin'in enteresan bir kurgusu var, bazı olayları çok hızlı geçerek aradaki boşlukları okuyucunun hayal gücüne bırakmış gibi. Vahşi Kızlar ise kısa olmasına rağmen çok çarpıcı bir dünya sunmaktadır, içinde cinsiyet ayrımcılığı, adalet kavramı ve sınıf ayrımını sorgulatan bir dünya. Hikayenin sonunda yer alan deneme ve söyleşileri ise okuyucuya bambaşka konuları sorgulatmaktadır. Bununla beraber, Le Guin bu eseri ile Nebula ödülünü de kazanmış ve Washington Post tarafından fantezi aleminin kraliçesi ilan edilmiştir. Eğer henüz okumadığınız bir kitap ise, okumanızı tavsiye ederim.

"Vahşi kızlara kentte nasıl yaşanacağını öğretme işini Nata üstlendi ve görevini içtenlikle yaptı. Kuralları öğretti, neye inanıldığını öğretti. Kurallar adalet içermediğinden adaleti öğretmedi."

6 Haziran 2018 Çarşamba

Biz - Yevgeni Zamyatin

Daha önce okuduğum distopya romanları burada paylaşmıştım, neredeyse hepsine ilham olan kitabın Biz olduğunu öğrenince en kısa sürede bu kitabı da edinip okudum.

Yazının girişinde de bahsettiğim gibi Zamyatin'in bu kitabı Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya ve George Orwell'in 1984 eserlerine hem öncü hem de ilham kaynağı olmuştur. Hatta bu konuda 1946 yılında Orwell bir makale yazarak Huxley'i eleştirmiştir ancak bana sorarsanız Orwell'in kendi distopyasını anlatırken Zamyatin'den "esinlenmesi" daha fazladır. Üç kitabın da ortak noktası totaliter rejim/diktatörlük ve makineleşmiş radikal toplumu tüm olumsuz yönleriyle sunmasıdır.

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Persepolis - Marjane Satrapi

Çizgi roman okumayı seven birisi olarak kitabı okumakta geç kaldığımı söyleyebilirim zira Persepolis hem alanında ünlü, hem de insanın içine işleyen bir -kara mizah- kitap olarak biliniyor. İlk olarak 2000 yılında basılan kitabın ilk bölümü, yazar Marjane Satrapi'nin (1969 doğumlu) henüz çocuk iken İran'daki rejim değişikliği sırasında yaptığı gözlemleri ve henüz on dört yaşındayken Avrupa'ya gitmesini konu ediniyor. Daha sonra  Satrapi, Avrupa'dan İran İslam Cumhuriyeti'ne döndükten sonra yaşadıklarını ise devam kitabı olarak çıkarmış. (Şu anda kitapçıların çizgi roman raflarında bulacağınız Persepolis bu iki bölümü de kapsamakta olduğundan ayrı ayrı arayışa girmenize gerek bulunmuyor). Bu nedenle Persepolis'in ilk bölümünde küçük bir kızın (dokuz-on yaşlarında) yetişkinliğe adım atarken yaşadığı kimlik bunalımı ile birlikte değişen siyasi koşullara/yıkılan şahlık rejimine ilişkin çocukça gözlemleri yer almaktayken, ikinci bölümde yetişkin bir kadının baskıcı rejim karşısında yaşadıkları, kaybettiği yaşam enerjisi ve toplumsal değerlendirmeleri anlatılıyor. İran rejiminin halk üzerindeki baskılarını anlatılırken; halkta yaşanan ikilemler, yeni koşullara tutunma çabaları, radikalleşme ve dejenerasyondan da bahsediliyor (bu açıdan Türk halkı ile çok benzer yönler bulacaksınız). Satrapi'nin hikayesinin arka planında siyasi skandallar, yargılamalar, İran-Irak savaşı, ambargolar ve cinayetler yer alırken, otobiyografik hikaye ise siyah-beyaz basit çizimlerle vurucu şekilde sevinç ve göz yaşıyla akıp gidiyor.


Persepolis'in 2007 yılında Fransız yönetmen Vincent Paronnaud'nun da desteğiyle yayınlanmış ve pek çok ödül almış bir animasyon filmi de olduğunu zaten biliyorsunuzdur.  Ben daha önce kitabın animasyona dönüştürülmüş versiyonundan kısa birkaç sahne izlemiştim ancak animasyonun tamamını henüz izlemedim fakat en az çizgi romanı kadar iyi olduğunu tahmin ediyorum. İran'daki İslam devriminin ülkeye ve insanlara yaşattıklarını farkındalığı yüksek bir kızın gözlemlerinden okumak ya da izlemek isteyeceğinizi düşünüyorum. Şimdiden iyi okumalar/iyi seyirler!


Not: Kitap hakkında taraflı olduğu yönünde bazı eleştiriler gördüm, İslam'ı da yanlış tanıttığından da söz etmişler. Ben, insanlar nasıl bir "çizgi romanı" bu kadar ciddiye alabilir  anlamlandıramıyorum. Kaldı ki yazar da kurmaca edebiyat yapıyor, tarihçi de değil, dilediğini yazabilir diye düşünmekteyim. Hayat devam ediyor arkadaşlar, detaylarda boğulmayın derim.


15 Mayıs 2018 Salı

Duman Otel - Bülent Çallı

Duman Otel yine tavsiye üzerine alıp okuduğum kitaplardan. Henüz karşılaşmadığımız yazarlar arasında okuyunca çok farklı bulup beğeneceğiniz cevherler var, Bülent Çallı da bunlardan birisi. Yazarın ilk kitabı olan Simsiyah'ı henüz okumadım ama söylenenlere göre ikinci romanı olan Duman Otel ilk kitabına bazı göndermeler yapmaktadır.  Çallı'nın Sultanahmet ve eski İstanbul dediğimiz semtlerdeki sokak, apartman, deniz kenarı vb. mekanları detaylı şekilde anlatması her iki romanının da ortak özelliği olarak belirtiliyor, bununla beraber detaylandırılan eski semtler de okuyucuda ayrıca bir merak uyandırmış. Aslına bakarsanız Duman Oteli'nin hikayesi de merak uyandırıcı, bazı yerlerde neyin gerçek neyin akıl oyunu olduğunu tam kavrayamasanız da yavaş yavaş açılan ve açıldıkça daha da merak ettiren bir kurgusu var. Kitapta olaylar Sultanahmet'te bir otelde gece resepsiyonisti olan Emin'in anlatılarıyla başlıyor. Daha ilk andan itibaren Emin'de normal olmayan bir şeyler hissedilmeye başlanıyor. Bir gece patronu oteli arayıp kayıt alınmadan bir akrabasının otele yerleştirilmesini talep ediyor. Emin bu kadını otele yerleştirip İstanbul'a kocasını aramaya geldiğini öğreniyor ve hoşlandığı bu kadına bu arayışında yardımcı olmayı teklif ediyor. Emin kadının kayıp kocasını ararken aslında asıl aradığı şeyin "hakikat" olduğunu fark etmek de uzun sürmüyor. Geçmiş ile şimdiki zaman arasında sıkışan hikaye bir sarmal gibi dönüp duruyor. Geriye tek bir soru kalıyor: Dünyada kötülük vardır, ama neden vardır?

Kitaptaki olaylar otel lobisi ve gece karanlığı ile birleşince ortaya insanı huzursuz eden bir hikaye çıkmış yine de gizemli karanlığına rağmen hikayeyi sevdim. İlk anda kitabın bir otel lobisinde resepsiyonistin anlatımıyla başlamasıyla Anayurt Oteli'ni anımsadım, yazarın hemen sonrasında bu romana da selam göndermesi ayrıca hoşuma gitti. Birkaç yerde bazı ontolojik tartışmalar & çıkarımlar olması da yazar hakkında "felsefeci" kimliğine sahip olup olmadığını düşündürdü. Akabinde yazar Bülent Çallı'nın bir ropörtajında İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümü öğrencisi olduğunu okuyunca hikayedeki tartışmaları benim için biraz daha anlam kazandı. Kitabın ana karakteri Emin ile birlikte gerçeğin peşinden gitmek beni heyecanlandırdı, okumanızı tavsiye ederim.

"Kadın, siyah saçlarıyla aynı renkte bir atkının süslediği narin boynunu eğmiş, her parçası sağlam ve eksiksiz bir Venüs heykeli gibi karşımda duruyor. Ona baktığımda, oteldeki bütün ışıklar silikleşiyor, sönüyor sanki. Tam altında durduğu spot lambası adeta bir tek ona yöneliyor. Zavallı lobimiz hemen değişiyor görkemli, kırmızı bir müzeye benzemeye başlıyor. Kadın sanki otelin kayıp olan eski bir parçasıymış gibi oteli tamamlıyor..."

7 Mayıs 2018 Pazartesi

İnsan Neyle Yaşar? - L.N. Tolstoy

İnsan Neyle Yaşar?, hayatının bir döneminde kendisini inançlarına bağlayan Tolstoy'un bu döneminde (1872-1886) yazdığı hikayelerinin bir kısmının derlenmesinden oluşan bir kitaptır (İşbankası yayınları Rusça aslından tercümedir). Eser toplamda yalnızca altı hikayeden ibarettir ve tüm hikayelerin ana temalarını da ortak bir konu olarak "insan" oluşturmaktadır. Yazar bir dönem inançlarının etkisinde kaldığı için kitaptaki bazı hikayelerinde İncil'den de yaptığı alıntılarda insanları eğitmeyi ve iyi bir insan olmak yönündeki  ahlak anlayışını yaygınlaştırmayı hedeflemiştir. Hikayelerde didaktik konuların yanı sıra gözleme dayalı olarak Rus köylülerinin, ihtiyaç içindeki fakir halkın ve göçebe topluklukların yaşam tarzı hakkında da bilgiler bulundurmaktadır. "İnsana Çok Toprak Gerekir mi?" hikayesinde Başkurtlar ve onların yaşam alanları hakkında verilen kısa bilgiler, "Mum" hikayesinde Rus köylüsünün derebeylik (kahyalık da denilebilir) sorunu, "İlyas"  ve "İnsan Neyle Yaşar?" hikayelerinde inanç ve teslimiyet gibi konular işlenmiştir. Yazar yeri geldiğinde Tanrı'nın meleklerini ve şaytanlarını da insanlar arasında yaşıyormuşçasına hikayelerine konu ederek daha soyut mesajlar vermeyi de ihmal etmemiştir. Bu yönüyle Gogol'un Palto hikayesi ile bazı benzerlikleri de bulunmaktadır. Belki de Rus edebiyatçıların realizm akımındaki çizgileri bu benzerliği de ortaya çıkarmış olabilir.

Tolstoy'un her zaman tuhaf bir hayat algısı olmuş, zengin doğmasına rağmen tüm malvarlığını fakir Rus köylüleri ile paylaşarak yaşlılık döneminde onlar gibi yaşamaya başlamış. Ancak Tolstoy hayatının her döneminde mutlaka yazılarına devam etmiş, yalnızca kitaplarında işlediği temalar değişmiş. Bu eserindeki altı hikayenin hepsi de hayatın anlamını anlamaya çalışan inançlı bir adamın arayışları üzerine kurgulanmış. Tolstoy arayışını konu ettiği hikayelere yer yer doğa üstü kavramları da yerleştirmiş, bu durumda eserleri didaktik olmasına rağmen çok akıcı hale getirmiş. Hikaye okuyan biriyseniz bu kitabı seveceksiniz, sevmiyorsanız da, Tolstoy çok üretken bir yazar olduğundan, mutlaka seveceğiniz bir eserini bulacaksınız. İyi okumalar!

Önceleri Tanrı'nın insana sırf yaşasınlar diye can verdiğini sanıyordum; artık diğer nedenleri de biliyorum. Anladım ki Tanrı insanların ayrı yaşamasını istemiyor; bu yüzden tek tek neye ihtiyaçları olduğunu açık etmiyor. Beraber yaşamalarını istediğinden hepsine kendileri ve diğerlerinin neye ihtiyacı olduğunu gösteriyor. İnsanlar sadece kendi hayatları için kaygılandıkları, kendilerini kolladıkları için yaşar sanırdım, oysa onları yaşatan tek şey sevgiymiş."

3 Mayıs 2018 Perşembe

Kırlangıç Çığlığı - Ahmet Ümit

Her seferinde bir sonraki kitabını okumayacağıma dair kendime söz veriyorum ama hayat yine karşıma Ahmet Ümit'in kitabını çıkarıyor. Benim bu kitabı almaya arzum olmadı ama bir arkadaşım aracılığı ile bu son kitabını da okudum ve yine çok olumlu bir düşünceye sahip olduğum söylenemez. Ahmet Ümit'in son kitaplarında yazarlığının ilk zamanlarına ait kitaplarında bulduğum heyecanı tadı bulamıyorum artık. Hatta Bab-ı Esrar kitabını okuduktan sonra da belirttim gibi, yazarın kitaplarını ne zaman okuduğumun önemi yok, sadece eski kitaplarını hem kurgu hem de içerik daha çok beğeniyorum. Bu son kitabında diğer son dönem kitapları gibi Ahmet Ümit  kurguyu yine yüzeysel tutmuş ve karakter sayısı da çok sınırlı olduğundan okuyucuyu katil konusunda şaşırtma ihtimalini azaltmış. Aslında kitaptaki olaylar biraz hızlı ve heyecanlı başlamaktadır, 2012 yılında on iki rakamına vurgu yaparak on iki çocuk tacizcisini öldüren Körebe lakaplı katilin cinayetlerine, beş yıl sonra (2017) yine aynı ritüel ile devam ettiği fark edilecektir. Körebe'nin tekrar sahalara dönmüş olması beş yıldır yakalanamayan bu katilin dosyasının yeniden açılmasına neden olacaktır. Ancak polisin çalışma tarzını çok iyi bilen ve geride hiçbir iz bırakmayan katilin yakalanması da hiç de kolay olmayacaktır. Dosyanın katilin yakalanması ile kapanması için elinden geleni yapmaya hazır olan Başkomiser Nevzat ve ekibi ise pek de vazgeçecek gibi değildir.

Ahmet Ümit hakkında söylenecek güzel şeylerden birisi aktüel bir yazar olduğu yönünde olabilir. Gündemin gelişmelerini yakından takip ederek, o dönemde halkın tartıştığı konu her ne ise, bu konuya bir şekilde değinmeye gayret ediyor. Bu kitabında da ağırlıklı olarak çocuk tacizleri & pedofili sorununa değinmiş aynı zamanda Türkiye'de zor koşullarda yaşayan Suriyeli mülteciler ve göçmen kamplarında yaşanan yasa dışı olaylar hakkında bir farkındalık yaratmaya çalışmış. Bunun dışında bu kitap için olumlu kelam edemiyorum, eğer Başkomiser Nevzat'ın maceralarına devam etmek isterseniz, okuyabilirsiniz.

"... bunları anlatırken fark etitm ki, Körebe olarak dönüşümünü henüz tamamlayamamıştı. Beş yıl önce 12 kişiyi katlederek bir tür intikam almış, öldürmeyi öğrenmiş, yitirdiği güven yerine gelmişti ama cinayetleri sürdürmeyi düşünmüyordu. Belki de kendisiyle mücadele ediyordu. Ama onu taklit edenler, içindeki kan dökücüyü yeniden uyandırmışlardı. Artık zevk için can alacaktı. Belki beni de öldürdükten sonra gerçek bir canavara dönüşecekti."

Bab-ı Esrar kitabı hakkında:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2017/08/bab-esrar-ahmet-umit.html

Beyoğlu'nun En Güzel Abisi kitabı hakkında:

24 Nisan 2018 Salı

Felatun Bey ile Rakım Efendi - Ahmet Mithat Efendi

Türk Edebiyatının en verimli yazarlarından Ahmet Mithat Efendi'nin 19. yüzyılın sonlarında (1875) yazmış olduğu "Felatun Bey ile Rakım Efendi" edebi yönden biraz zayıf olsa da konu itibariyle oldukça hareketli ve enteresandır. Ahmet Mithat Efendi'nin Rodos'ta sürgündeyken yazdığı kitabı, dönemin en popüler konularından birisi olan "yanlış batılılaşmayı" konu edinmektedir. Dönemin pek çok yazarı eserlerinde (Araba Sevdası, Mai ve Siyah gibi) batılılaşmanın yanlış anlaşılması sonucu kendi kimliklerine yabancılaşmayı konu edinmiştir. Ahmet Mithat Efendi de bu eserinde Batı uygarlığını yalnızca şekil olarak taklit eden ancak özde anlayamayan zengin bir ailenin oğlu Felatun Bey ile kendi yağında kavrulan ancak kendisini eğitim ve kültür anlamında geliştirmiş bir Osmanlı beyefendisi olan Rakım Efendi'yi karşılaştırır. Lüks yaşamak, Fransız hanımlarla vakit geçirmek, batılı tarzda kılık kıyafet giymek gibi alafranga alışkanlıkların müptelası olan Felatun Bey bu davranışlarını kendi kültürü ile içselleştiremediği için kendisini toplumda küçük düşürür ancak Rakım Efendi mütevazı ve erdemli kişiliğinin etkisiyle kendisini çevresine çok sevdirir. İyi seviyede Fransızca bilmesi ve Batı edebiyatı hakkında geniş bir bilgiye sahip olmasının yardımıyla yabacılara Türkçe dersi vererek gayrimüslim çevrelerin de sevgi ve takdirini kazanır.
 
Romantizm akımından etkilenerek yazdığı bu romanında Ahmet Mithat Efendi kendisiyle konuşur gibi bir teknik izlemiş, hatta konuyu açıklarken bile sık sık araya girerek kendi yorumlarını da belirtme ihtiyacı hissetmiş. Anlatım tekniğinin seriliğinden olsa gerek Ahmet Mithat Efendi hayatı boyunca çok fazla roman, öykü, tiyatro ve gezi yazısı türünde eserler yazmış, konu olarak ise kadın erkek eşitliği, Osmanlıda batılılaşma süreci, kölelik kurumunun geri kalmışlığı ve toplumda değişmesini düşündüğü ahlak değerlerini işlemiştir. Daha doğrusu, 19. yüzyılda bir Osmanlı aydını bu konuları ne kadar eleştirebilirse o kadar eleştirmiştir de diyebiliriz. Netice olarak, bu kitabın 19. yüzyıl İstanbul'u hakkında -detaylı olmasa da- verdiği bilgiler hoşuma gitti, kitabı okurken ben çok keyif aldım. İlgisini çeken herkese tavsiye ederim.
 
"Saman altından su yürütmek ve karda gezip de izini belli etmemek, Rakım kadar aklı başında delikanlıların karı olup bu durumlarında ters bir yan ararsanız, onun örneğini de Felatun Bey'de bulacaksınız.... Zamanımız gençlerinin genel durumlarından işte size iki ahlak örneği. Fikriniz hangi örneği tercih etmekte ise onu onaylamakta özgürdür. Hiçbirisini beğenmemekte yine özgürdür ya!"

16 Nisan 2018 Pazartesi

Cimri - Jean-Baptiste Poquelin (MOLIERE)

Ara sıra hem Türk hem de yabancı yazarların oyunlarını büyük bir keyifle okuyorum. Aslında keşke vakit ve nakit ayırarak tiyatroya gidebilsem, ancak bu her zaman mümkün olamıyor maalesef. Bu nedenle ara sıra ünlü oyunları okumakla yetiniyorum. Cimri, Moliere'in en tanınmış eserlerinden birisi ve konusu itibariyle de çok trajikomik. Moliere, 1668 yılında yazdığı ve özgün adı "L'Avare" olan eserinin konusunu Plautus'un "Altın Çömlek" (Aulularia) eserinden esinlenerek kurgulamış ve Türkçeye ilk çevirisi Vefik Paşa tarafından "Azarya" adıyla yapılmış. Moliere'in bu eserinin teması, adından da anlaşılacağı üzere "cimrilik"tir. Bir kız bir erkek olmak üzere iki yetişkin çocuk babası olan Harpagon paradan başka hiçbir şeye değer vermeyen, hayatındaki her şeyin değerini kendisine olan maddi getirisine göre belirleyen, erdem ve cömertlik gibi duygulardan çok uzak olan, yani kısaca "hasta ruhlu" bir adamdır. Bu nedenle çevresindeki herkesten şüphe etmekte ve sahip olduğu paralarını olur olmaz yerlerde saklamaktadır. Çocukları Cleante ve Elise'in mutluluklarını bile hiçe sayarak, onları zengin/yaşlı/dul kişilerle evlendirmek ve cebinden beş kuruş harcamaksızın görevlerini yerine getirmek peşindedir. Cimriliği ve tefecilik yapması nedeniyle yaşadığı yerde de kimse tarafından sevilmemektedir. Harpagon'un şahsi ihtirasları artık en yakınlarını da tehdit eder hale gelince oğlu Cleante bir şeyler yapması gerektiği sonucuna varır.

Moliere ile Shakespeare'in tarzının insan gerçekliğine en çok yaklaşan oyun yazarları olması bakımından benzediği söylenmektedir. Hatta Shakespeare'in "Venedik Taciri" oyunundaki tefeci tüccar tiplemesine Moliere'in cimri tiplemesinin esin kaynağı olduğu da iddia edilmektedir. Tiyatroyu salt "edebi eser" olmaktan çıkarıp halk şakalarını da eklemeleri ve aynı zamanda ciddi-güldürü çizgilerini bozmamaları nedeniyle hem Moliere'in hem de Shakespeare'in hem dönemlerin de hem de şu anda sevilerek izlendikleri de aynı bir gerçek olaral değerlendirilmektedir. Moliere'in Paris yeni zenginlerinin para tutkusunu eleştirdiği kara mizah türündeki bu eserini okumanızı ya da fırsat bulursanız bir tiyatroda izlemenizi tavsiye ederim.

"Madem istiyorsunuz söyleyeyim: Dört bir yanda düpedüz alay ediyorlar sizinle. Demedikleri  kalmıyor sizin için. Millet diline dolamış, tefe koymuş sizi; veryansın ediyorlar. Neler neler anlatmıyorlar cimriliğiniz üstüne. Kimi diyor ki, siz özel takvimler bastırıp perhiz, oruç günlerini iki misline çıkarıyormuşsunuz, evinizde az yemek yensin diye..."

7 Nisan 2018 Cumartesi

Yarın - Robert Havemann

Ütopya/distopya kitaplara zaten her zaman ilgim vardır, bir tavsiye üzerine de bu kitabı edindim ve okudum. Bu arada çok bilinen bir kitap değil bu nedenle herhangi bir kitabevinde bulamayabilirsiniz, internet üzerinden sipariş etmeniz daha mantıklı. olacaktır. Robert Havemann'ın 1979 yılında yayınlanan "Yarın: Yol Ayrımındaki Sanayi Toplumu Eleştiri ve Gerçek Ütopya" eserinde kurguladığı ülkede bir grup insan "kapitalizm" ve tüketim çılgınlığından uzakta, kendi geliştirdikleri doğayla barışık teknolojinin de desteğiyle sade ve ortak bir hayat sürmektedir. Ütopya sakinleri yalnızca teknolojik olarak değil aynı zamanda kültürel anlamda da kendilerini geliştirmişler ve insan fıtratının kötü taraflarından da kendilerini törpülemişlerdir (kıskançlık, hırs, rekabet vb. gibi).  Bu nedenle ütopyada her şey ortak mülkiyettir, kültür-sanat faaliyertleri devam etmektedir, kadın ve erkek tam bir eşitliğe sahiptir, herkesin uzman olup severek icra ettiği bir meslek bulunmaktadır ve her şey ihtiyaç kadar üretilmektedir. İdeal bir düzen olduğu için kolluk kuvveti de bulunmamakta ayrıca ütopyada yaşayan toplum da kendisini dinlerin getirdiği dogmalardan yavaş yavaş soyutlamaktadır. Kültürel değişimler ve dinsel inanışlardan soyutlanmak bir anda olmamış, toplum kendi içinde yavaş yavaş geliştiği için fikirler olumlu yönde devinim halindedir. Ütopyada herkesin bir bütünün parçası olduğu huzurlu bir ortam oluşagelmiştir.

Sinop Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi'nde yayınlanan "Ekolojik Ütopyalar" adında bir makale ile Seçil Gül Meydan kitap hakkında başarılı bir inceleme yapmış ve başka iki kitapla bu kitabı karşılaştırmış. Makale yazarının kendi bulduğu bir terim mi bilmiyorum ama "ekolojik ütopya" benzetmesini çok beğendim, Havemann'ın kitabını iki kelime ile özetlemek gerekseydi, daha iyi bir özet olamazdı diye düşünüyorum. Ancak ben bu kitabı okurken yazarı çok eleştirdim, zira Robert Havemann kimya eğitim geçmişi olan bir siyasetçi & düşünür olduğu için, bu kimyager yönü de ütopyasına yansımış ve teknik altyapısı çok eksik olan bir sanayi toplumu kurgulamış. Havemann'ın kurguladığı dünyanın gerçeğe dönüşebilme ihtimali olduğunu hiç düşünmüyorum ancak belki de yazarın bu eseri oluştururken asıl amacı bu değildi. Kendi türü içinde güzel mesajları olan bir kitap, yalnızca yaklaşık 40 yıl önce yazıldığı için kanaatimce eksponansiyel yükselen teknoloji grafiği öngörülememiş. İyi okumalar şimdiden!
 
"...Kutsallıktan vazgeçin, sorumlulukları atın; halk aileye ve sevgiye geri dönecektir. Zenginlikten vazgeçin, atın kazancı; hırsızlar ve soyguncular kalmayacaktır... Bu bölümlerdeki güzel görüntü yeterli değildir. Öyleyse insanların tutunabilecekleri bir şeylerin olmasına çalışın! Sadelik gösterin, dürüstlüğe tutunun; bencillik böyle azalır, tamahkarlık böyle azalır."

30 Mart 2018 Cuma

Delifişek - Jose Mauro De Vasconcelos

Şeker Portakalı serisinin üçüncü ve son kitabı olan Delifişek'i de dün bir solukta bitirdim. Güneşi Uyandıralım kitabından sonra Delifişek hem çok kısa sürede bitti hem de Zeze'nin hayatının çok kısa bir dönemine değindi. Bu açıdan biraz üzüldüm çünkü Zeze'yi daha nice maceralar bekliyor gibiydi ve ben sonrasında neler yaşadığını gerçekten merak etmiştim. Serinin bu son kitabında Zeze artık yirmi yaşına gelmiş bir delikanlıdır ve hem okulu bitirememiş hem de ne iş yapacağına, hayatına nasıl yön vereceğine henüz karar verememiştir. Ayrıca eskisi gibi artık babasının kötü bir adam olduğunu da düşünmüyordur hatta babasını sevmeye bile başlamıştır. Fakat ergenliğinde yüreğinde taşıdığı sevgili kurbağası da yoktur ama Zeze'nin yalnızlığını paylaştığı, boş zamanlarında mutlulukla yanına koştuğu bir dostu vardır: deniz. Yüzmek Zeze için bir tutkudur, hatta yüzmeyi her şeyden vazgeçecek kadar çok sevmektedir. Tüm bu hengamenin içinde bir de aşık olduğu genç bir kadın vardır. Zeze'nin kendi halindeki dünyası zamanla içinden çıkılmaz bir hal alır, hayatın acı gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalan Zeze, artık kaçabileceği başka bir yer kalmadığında hayatta neyi istediğine karar verip harekete geçmesi gerektiğinin farkına varacaktır.
 
Son kitapta, hem hayatın zorluklarıyla yüzleştiği için hem de toplum baskısıyla biraz değiştiği için olsa gerek Zeze'de eski zengin hayal dünyasını ve samimi duygularını bulamadım. Aslında Zeze'yi tekrar okumak güzeldi ancak yaşadıkları artık o kadar gerçekçiydi ki okuyucu olarak ben de kendimle bir yüzleşme yaşadım diyebilirim. Kitabı en çok eleştireceğim nokta kısa sürmesiydi. Belirttiğim gibi, ben Zeze'nin hayatının Delifişek'ten sonrasını hala merak ediyorum, umuyorum ki Vasconcelos'un sandığından kitabın devamı yayınlanmamış olarak bulunur ve baskısı yapılır, başka ne diyebilirim ki :). İyi okumalar!
 
"Benim bir deli olmadığımı kim garanti edebilirdi! Derken içimi yine o sevinç kaplıyordu, o iyimserlik, o yaşama, sevme, yüzme isteği. Deniz. Güzelim deniz. Koskoca deniz. Hepsi benimdi. Ilık deniz, sabahları kumların üzerinde, suyun içinde. Öğle yemeğinde Carao'da. Potengi Irmağı, deniz yükselmiş, ırmak dolmuş, harika. Akşamın neredeyse yedisine kadar..."
 
Şeker Portakalı kitabı hakkında okumak için:

Güneşi Uyandılarım kitabı hakkında okumak için:

20 Mart 2018 Salı

Güneşi Uyandıralım - Jose Mauro de Vasconcelos

Birkaç yıl önce Zeze'nin ilk maceraları hakkında blogda bir yazı yayınlamış ve size bu yaramaz çocuğu tanıtmıştım (aşağıda link bulunuyor). İlk kitap olan Şeker Portakalı'nın devamı olan Güneşi Uyandıralım'da henüz beş yaşındayken tanıdığımız yaramaz Zeze'nin hayatının tamamen değiştiğini ve kendisinin yavaş yavaş büyümeye başladığını okuyoruz.  Ailesinin yanından alınarak on bir yaşındayken başka bir ailenin yanına okuması & yaşaması için evlatlık verilen Zeze yavaş yavaş büyüse de yaramazlığından pek bir şey kaybetmemiş gibidir. Beş yaşındayken kendisine Şeker Portakalı fidanını arkadaş edinen Zeze, evlatlık verildikten sonra yeni gittiği evde içindeki yalnızlık duygusunun da etkisiyle kendisine bir cururu kurbağasını arkadaş edinir. Yüreğinde yaşayan ve Adam adını verdiği kurbağası ile boş zamanlarında vakit geçiren Zeze'nin bir diğer dostu da arada bir kendisini ziyaret eden ve  babası yerine koyduğu hayali arkadaşı aktör Maurice Chevalier'dir. Yüreğinde yaşayan kurbağası ve zor zamanlarında dertleştiği hayali babasının yanı sıra Zeze'ye gerçek hayatta anlayış gösterenlerin sayısı oldukça azdır: Peder Fayolle ve evin aşçısı Dadada. İlk kitaptaki çocuk masumiyetini taşıyan Zeze bu kitapta da masumiyetinden herhangi bir şey kaybetmemiştir, yalnızca biraz daha büyümüş, biraz daha hayata dair bilgi edinmiş ve en önemlisi aşkı tanımıştır.

Zeze'nin içten ve masum hikayesini ilk okuduğum zaman çok dokunaklı bulmuştum fakat Güneşi Uyandıralım ilk kitaptan çok daha etkileyici geldi bana. Beş yaşındaki bir çocuğun masumiyeti yerini farkındalıkları daha yüksek, acıları ve yalnızlığı daha fazla ancak yine yüreği tertemiz saf bir ergen çocuğa bırakmış. Zeze'yi tekrar görmek bana kendimi iyi hissettirdi, bu nedenle serinin üçüncü kitabı olan Delifişek'i de en yakın zamanda okuyacağım. Herkese hayata bambaşka bir gözle bakan haylaz Zeze'nin hikayesini okumasını tavsiye ederim. İyi okumalar şimdiden.

"...Ama ben beni büyük sayan bir baba isterdim. Bana armağan verdiğinde, bunu hak etmediğimi söylemeyen biri. Bir Kızılderili kadının oğlu olduğumu unutan biri. Bir... Odama gelip bana iyi geceler dileyen bir babam olsun isterdim. Elini başına koyan bir baba. Odama giren, üstüm açılmışsa uyandırmamaya dikkat ederek üstümü örten. Bana iyi geceler dileyerek yanağımdan öpen."
 
Şeker Portakalı kitabı hakkında okumak için: