Powered By Blogger

25 Aralık 2013 Çarşamba

Fikrimin İnce Gülü - Adalet Ağaoğlu

Üniversite (neredeyse tek Türkçe dersimiz olan) Türkçe derslerinde konusu birbiriyle alakalı üç kitap seçilirdi ve o kitaplardan birisi sunum, birisi yazı ödevi ve diğeri de final sınavında sorulmak üzere belirlenirdi. Benim okuduğum serinin kitapları bana pek alakalı gelmese de, oda arkadaşım "Fikrimin İnce Gülü", "Buzdan Kılıçlar" ve "Araba Sevdası"nı okumuştu. O dönem aklıma takıldı bu kitap. Şimdi Kış Okuma Şenliği kapsamında Türk Edebiyatında klasik kabul edilen bir kitap kategorisine tercihim bu oldu. Klasik kabul edilen ve çok akıcı bir Türkçeyle yazılmış (Yaşar Kemal'i tenzih ederim) nadir kitaplardan birisi budur herhalde. Hepinizin bildiği gibi, bu kitapta İncegül Bayram'ın Almanya'dan aldığı bal renkli mercedesiyle (Balkız) sınır kapısından geçip köyüne giderken hissettikleri anımsamalar şeklinde (flashbacks) anlatılmaktadır. Sarı Mercedes filmi (1987 - İlyas Salman) bu kitaptan ilham alınarak çekilmiştir. Filmi yıllar önce izlediğim için detaylarını anımsayamasam da, filmin kitapta anlatılanlardan biraz daha farklı bir senaryo izlediğini duymuştum. Kitaptaki karakter, Bayram, neredeyse kimsesiz, sefil bir çocukluk geçirmiştir ve artık itibar görmek istemektedir. Ancak kendisini sosyal olarak tam geliştirememiş materyalist beyni  Bayram'ı bu itibarı Almanya'da kazandığı biraz para ve sarı mercedesiyle elde edebileceğine inandırır. Hatta bu uğurda sevdiceğini yüzüstü bırakır, arkadaşına ihanet eder (İbrahim'e çürük raporu alıp kendisi onun yerine gidebilir mi, olur mu, yok olmaz kanı bozuk değildir İncegül Bayram'ın, ama....). Büyük bir aşkla bağlı olduğu mercedesiyle memleketine dönerken yol boyu köyünde bey gibi karşılanacağını, amcasının onunla gurur duyacağını, sevdiği kızın onu merakla beklediğini düşünmektedir Bayram ancak hem yolda başına gelenler hem de köye varınca yaşadıkları güzel bir hayat dersi olur ona.

Kitap 1976 yılında yazılmış ve Adalet Ağaoğlu'nun ikinci romanı. Aslında ben en çok ilk romanı olan "Ölmeye Yatmak" kitabını merak ediyorum (aldım da kitabı) ancak üçleme olduğu için bu aralar başlamak niyetinde değilim :). Bu arada, kitabın arkasında benim anlatmak isteyip anlatamadığım bir açıklama var: Fikrimin İnce Gülü, Adalet Ağaoğlu'nun hem almanya ve öteki olmak gerçeğine, hem de sistemin insanı neye çevirebildiği üzerine öncü ve farklı bakışıyla öne çıkan ikinci romanı. Almanya'da çalışan Bayram'ın sarı Mercedesiyle Kapıkule'den köyüne giderken yaşadıklarıyla, bellekteki bir yolculuğa da dönüşen roman; pek çok yabancılaşma ve içe "yolculuk" yaratısından önce kaleme alınmış, otuz yıldır tazeliğini yitirmeyen yazınsal bir uyarı...

"Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü / O gün ki gördüm seni / Yaktın ah yaktın beni /

Ellerin ellerimde / Gözlerin gözlerimde / O gün ki gördüm seni / Yaktın ah yaktın beni /

Ateşli dudakların / Gamzeli yanakların / O gün ki gördüm seni / Yaktın ah yaktın beni. "

19 Aralık 2013 Perşembe

Alaycı Kuş - Suzanne Collins

-----Spoiler Alert-----
 
Kış okuma şenliği kapsamındaki kategorilerden biri olan "Bir Üçleme" kategorisini bu kitapla tamamlamış oldum. Anımsarsanız, ikinci kitap için bir misyonu tamamlayamadığından ve merakla üçüncü kitaba devam ettiğimden bahsetmiştim (Bu konuda Kirkus reviews abartılı bir yorum yapmış: "En heyecanlı yerinde kesilen mükemmel kitap okurları üçüncü cilt için feryat ederken bırakacak."). İkinci kitapta yarım bırakılan hikaye Katniss'in kendini yok olduğunu düşündüğü 13. Mıntıka'da bulmasıyla başlıyor (Çeyrek Asır Oyunlarından bir şekilde çıkan Katniss oyun arkadaşlarından bazılarını geride bırakmıştır). Capitol, mıntıkalarda başlayan isyanlara gözdağı vermek için 12. Mıntıkayı bombalarla yok etmiştir ve kaçmayı başarabilen bir grup insan (sekiz yüz kişi olduğundan bahsedilir) 13. mıntıkaya sığınmıştır (Katniss'in ailesi de kurtulmuştur). Burada Katniss'den beklenen bir görev vardır: Alaycı Kuş olarak isyanın yüzü olması ve mıntıkaları birleştirmesi. Ancak Çeyrek Asır Oyunlarında Capitol tarafından esir alınan Peeta'nın durumu ve son zamanlarda yaşadığı ani değişimler sonucu Katbiss'in kendini toparlayarak bu fikre uyum sağlaması oldukça zaman alır. Alaycı Kuş olmaya karar verdikten sonrası çok daha zor olur tabi: Saldırı altındaki mıntıkalara giderek halka moral vermeye çalışmaları, Peeta'nın beyni yıkanmış şekilde Capitol'den kurtarılşması, Capitol'e yapılan Başkan Snow'u öldürme operasyonları... Her ne kadar çoğunluk tarafından destek görse de, bu isyanın ateşi pek çok kişinin canını yakacaktır belki de? Danton'un bu konuda güzel bir sözü vardır: "İhtilal Satürn gibidir, önce kendi evlatlarını yer."
 
Bu serinin en az sevdiğim kitabı bu oldu. Sonunu merak etmeme rağmen, ilk kitabın tadını bu kitapta da alamadım. Ancak, Publishers Weekly'nin yorumu bu kitap için yaşadığım heyecanın sebebidir: "Edward'ı ya da Jacob'u unutun... okurlar taraf tutacak: Peeta mı yoksa Gale mı?" Ben de bunu kitap sonuna kadar merak etmedim değil :). Tam hayal kırıklığına uğramıştım ki, umut ettiğim gibi bitti!

"Adım; Katniss Everdeen, 17 yaşındayım. Evim 12. mıntıkada. Ama artık 12. mıntıka yok. Ben Alaycı Kuş'um... Başkan Snow benden nefret ediyor.... Şimdi de ben onu öldüreceğim ve sonra Açlık Oyunları sona erecek"


16 Aralık 2013 Pazartesi

Ateşi Yakalamak - Suzanne Collins

-----Spoiler Alert-----
 
Neyse uyarımı baştan yapayım da sonra sorun yaşanmasın. "Ateşi Yakalamak" serinin ikinci kitabı olduğundan, olay akışını "spolier" yapmadan nasıl anlatacağımı bilemedim. O nedenle, kitabı okumamış & okumak isteyen kişilerin okuma zevki için bu uyarıyı ciddiye almalarını tavsiye ederim.
 
Panem'de bu kez neler yaşandı acaba? Malumunuz birinci kitapta yaşanan Açlık Oyunlarını kazanan 12. Mıntıka haraçları evlerine döndükten sonra, her yıl oyunları kazanan haraçların yaptığı gibi Zafer turu için hazırlanmaya başlarlar. Ancak Katniss mıntıkaya döndükten sonra büyük bir ikilem içindedir (Birinci kitabı okuyanlar veya filmi izleyenler bu ikilemin sebebini kolayca tahmin edebilirler). Bu Zafer Turu 11. mıntıkadan başlayarak Capitol'e doğru uzanan bir gezi olacaktır. Bu tur sırasında Katniss ve oyundaki partneri Peeta mıntıkalarda yaşanan bazı isyanlara şahit olurlar (zaten barut gibi bekleyen halkı ateşleyen kıvılcım 74. Açlık Oyunları sırasında Katniss'in Capitol'e başkaldırısı olarak değerlendirilmektedir). Bu durum hem Katniss'i hem Peeta'yı hem de ailelerini tehdit eden bir durum haline gelir ve Capitol'ün istediği gibi davranmak zorunda kalırlar.

Daha önceki yazımda bahsetmiştim, 75. yıl oyunlarına (Her 25 yılda bir oyunlara ilk yazıldığı yıl öngörülmüş bir değişiklik yapılıyor ve Çeyrek Asır Oyunları olarak adlandırılıyor) kimlerin katılacağını merak etmekteydim. Tahmin ettiğim gibi, kötü talih peşlerini bırakmadı ve Katniss ile Peeta yine kendilerini arenada buldular ve bu kez önceki yılların galipleri ile beraber: "Yetmiş beşinci yıl dönümünde, asilere içlerinden en güçlü olanların bile Capitol'ü alt edemeyeceklerini hatırlatmak için, erkek ve dişi haraçlar, mevcut galipler havuzundan seçilecek!" Ortada olağandışı bir şey olduğu kesin, ama ne? Kaldı ki, ikinci kitap bir misyonu bile tamamlayamadı, bu nedenle mecburen üçüncü kitabı okumaya devam ediyoruz :).

"Düşman. Düşman. Bu kelime beni yakın zamanda yaşanmış bir olaya döndürdü. Yakın bir hatırayı şimdiki zamana çekti. Haymitch'in yüzündeki ifade. "Katniss arenaya çıktığın zaman..." diye başlıyordu. Yüzü asık ve endişeliydi. "Ne oldu?" dile getirilmemiş bir suçlama karşısında sesimin sertleştiğini duyuyordum. "Düşmanının kim olduğunu aklından çıkarma" dedi Haymitch. "Hepsi bu.""

9 Aralık 2013 Pazartesi

Açlık Oyunları - Suzanne Collins

"Elimden bir türlü bırakamadım, bağımlısı oldum". Stephen King ile kitap hakkında hemfikiriz. Aslında, tam "bağımlısı oldum" diyemesem de, sürekli aklımdaydı: bir sonraki sayfada neler oluyor acaba? Hikayesi çok ünlü olduğu için (kitabı okumayanlar da filmi izlemiştir mutlaka) uzatmadan bahsetmekte fayda var. Teknolojinin günümüzden biraz daha gelişmiş olduğu bir tarihte (belki 50 yıl sonrası) Panem adı verilen bir ülkede, Capitol adı verilen başkent çevresinde yaşayan 12 mıntıka bulunmaktadır. Mıntıkalar anladığım kadarıyla Capitol'e olan uzaklıklarına göre numaralandırılmış ve aynı şekilde yaşam standartları da aynı numaraya göre değişmekte (12. mıntıka aralarında en sefillik içinde yaşayan yer). Tabi ki, hiçbir mıntıka Capitol gibi yüksek yaşam standartlarına ve gelişmiş teknolojiye sahip değil. Capitol mıntıkaları sömürerek zenginlik içinde yaşamanın yanında kendi zevkleri için masum insanların hayatlarıyla oynayacak kadar acımasız da: Tüm mıntıkalarda yaşayan 12-18 yaş arasındaki bir kız ve bir erkek her yıl Capitol'de düzenlenen Açlık Oyunlarına katılacaktır (Bunlara Haraç deniyor ve kura ile belirleniyor). Bu oyunlardan sadece bir kişi sağ çıkabilecek ve sağ çıkan kişi ülke çapında ün ve zenginlik kazanacaktır. Bu kitapta 12. Mıntıkada yaşayan ve 74. Açlık Oyunlarının Haracı olan Katniss Everdeen'in ağzından partneri Peeta ile beraber hissettikleri ve yaşadıkları anlatılmaktadır. Her ne kadar Açlık Oyunları birinci kitapta başlayıp bitse de, hikaye serinin ikinci ve üçüncü kitabı ile devam ediyor. Ben devamında neler yaşanacağını ve eğer anlatılıyorsa bir sonraki Açlık Oyunlarına (75.) kimlerin katılacağını merak etmekteyim.

Yazarımız Suzanne Collins bu kitaba ilham veren asıl ögenin sekiz yaşında okuduğu bir mitolojiye dayandığını belirtmektedir: Mitolojiye göre, Atina halkı, geçmiş eylemlerinin cezası olarak belli aralıklarla yedi genç kız ve yedi delikanlıyı Labirent'e kapatacakları ve canavar Minotor'a yem olacakları Girit'e göndermek zorundaydı. Bu olaya son veren Theseus ile Katniss özdeşleştirildi mi acaba? Bunu de devam eden kitaplardan öğreneceğiz.

"Durumu acı verici olduğu kadar aşağılayıcı bir hale de sokmak için Capitol, Açlık Oyunlarını bir şenlik, bütün mıntıkaları birbirine karşı dolduran bir spor aktivitesi olarak görmemizi tale ediyordu. Hayatta kalmayı başaran son haraç evine döndüğü zaman çok rahat bir hayat sürüyor ve yaşadığı mıntıka büyük kısmı yiyeceklerden oluşan ödüllere boğuluyordu."

5 Aralık 2013 Perşembe

Pinhan - Elif Şafak

Kış okuma şenliği kapsamındaki ilk kitabım Pinhan oldu. 12. Kategori olan "Yayınlanmış en az beş kitabı olan bir yazarın ilk kitabı" kategorisine Elif Şafak'ın Pinhan'ını seçmiştim (Aşağıdaki listeden görebileceğiniz üzere). Çok uzun bir eser olmadığı için (230 sayfa) kısa sürede bitti. Ancak biraz tuhaf bir kitap olduğunu itiraf etmeliyim. Elif Şafak'ın diğer okuduğum kitaplarına kıyasla (Aşk, Baba ve Piç, Bitpalas, Araf, Mahrem ve İskender) daha anlaşılması zor ve farklı bir konusu vardı. Anladığım kadarıyla Osmanlı döneminde geçiyor ve kendini bulmak için yollara düşen çift cinsiyetli derviş Pinhan'ın (bu isim kendisine sonradan verilir ve Farsçada 'gizli, saklı' anlamına gelmektedir) hikayesi dört ana bölümde anlatılıyor: toprak, hava, ateş ve su (bu bölümlerde başka hikayeler de anlatılıyor). Bu parça parça hikayelerin sonunda güzel bir sonla bağlanmasını bekliyordum ancak sanırım bu kitabın sonu yok (yarım kalmışlık hissi). Kitap bittiğinde kendini aramak için İstanbul'a gelen Pinhan'ın kendini bulup bulamadığından emin olamadım ben. Beyaz karınca felaketi nasıl sonuçlandı? Bir şu cin gibi doğaüstü ve kötü bir varlık ile iletişim halinde olan topal kız çocuğu Nevres'e ne oldu acaba? En çok onu merak etmekteyim.

Elif Şafak bu eserinde bol bol eski klasik eserlerden (Özellikle Osmanlı döneminde yazılmış aruz ölçülü şiirlerden) ve Osmanlıca kelimelerden faydalanmış. Romanın dili biraz ağır, zira anlamadığım çok fazla kelime vardı. Bu ağdalı anlatım bana biraz sıkıcı geldi, çünkü tüm kitap böyleydi. Kendim için şaşırtıcı zira Osmanlıcaya ve divan edebiyatına ait eserlere ilgim vardır. Belki de sıkılmamın sebebi, Elif Şafak'ın "müthiş bir eser" yaratmak kaygısıyla biraz fazla abartmış olmasıdır.

"İsimler ki büyülüdür / sade büyülü mü? / isimler hem de büyücüdür / sanmam ki çıkmış olsun hatırından / ismini fasl-ı hazan koyalım / söndüğü yerde aradığını bulasın / lakin fasl-ı hazan demek/ fasl-ı hüzün demek / söndüğü yerde / sana kavuşmam gerek/ onun söndüğü yerde / benim tutuşmam gerek..."

29 Kasım 2013 Cuma

Kristal Kılıç - Eren Demir

Kitaptan bahsetmeden önce yazarından bahsetmek isterim. Sizin de fark ettiğiniz üzere, fantastik bir kitabın yazarı bu kez yabancı değil :). Üstelik yazarımız (Eren Demir) 1998 doğumluymuş ve şu an okuduğum bu kitabı henüz 12 yaşındayken yazmış (Uzun zamandır "Başka Psikiyatri ve Düşünce Dergisi"nda yazıları yayınlanmaktaymış). Bu bilgilere yazarın hayatını merak edip araştırınca ulaştım ki bu kadar genç bir yaşta böyle güzel ilgi alanlarının olmasını da takdir ettim. Kitaba gelince, henüz ilk romanı olması (170 sayfa civarında) nedeniyle büyük bir beklentiyle okumamak gerek. Sanki bir FRP oyunu gibi ilerliyor hikaye. Birkaç karakter aşağıdaki harita (kitabın ilk sayfasında yer alıyor) üzerinde bulunan orman, vadi, çöl, yer altı dehlizi vb. yerlerden ilerleyip, Kristal'e ulaşıp onu yok etmeyi misyon edinmişler. Ben olay akışından pembe kalemle çizdiğim gibi bir rota izlendiğini tahmin ediyorum. Karakterler cüce savaşçı Galor, eski bir intikamcı Vedi, daha sonra yolda karşılaştıkları yeni intikamcı Letaf, birkaç insan büyücü ve yolda savaşarak ilerledikleri orklar, goblinler, glavlar ve karşılaştıkları birkaç farklı türden ibaret. Hikayenin içinde biraz ilerleyince Vedi ve Letaf arasında eskiden var olan bir bağ ortaya çıkıyor ve intikam silahı "Retan"ın (Kristal Kılıç) Letaf'ı ele geçirmesine şahit oluyoruz. Eninde sonunda misyon tamamlanıyor elbette. Bu şekliyle hikaye bana basit mantıkla hazırlanmış bir FRP oyunu gibi geldi, ancak bu eleştirilerim kitabı ister istemez diğer fantastik kitaplarla karşılaştırmamdan kaynaklanıyor. Her şeyden bağımsız olarak bakınca sevebileceğimiz yönler de görebiliriz.

"Bu silah kullanıcısından güç alıyordu, fakat kullanıcısının fiziksel ve ruhsal enerjisi yerine, duygularından yararlanıyordu. Kullanıcının intikam ihtiyacı ve hırs gibi duygularını silaha inanılmaz bir keskinlik kazandıran bir sise çeviriyordu. Duyguların keskinliği enerjiden çok daha fazla olurdu."
 

25 Kasım 2013 Pazartesi

Kış Okuma Şenliği Okuma Listesi

Kış Okuma Şenliği şeklinde bir organizasyonu tesadüfen fark ettim. birkaç kitap blogu gezerken bir okuma listesi gördüm. Kategorilere ayrılmış okuma listesi bana biraz ilginç geldi. Daha sonra gfark ettim ki, bu bir şenlik içinmiş meğer! Ben de kendi okuma listemi oluşturdum. Umarım, hepsini okuyabileceğim. 3 Mart 2014'e kadar sürem var, görelim bakalım neler olacak! Vaktiniz varsa siz de katılın derim, yarışabiliriz :)
 
 
 
 
 OKUMA LİSTEM:
 
1. Kategori (10 puan): Altın Kitaplar Yayınevi'nden çıkan bir kitap: Agatha Christie: Sonunda Ölüm Geldi

2. Kategori (10 puan): Kütüphaneden ödünç alınmış veya sahaftan satın alınmış bir kitap: Henüz bir Sahafa uğrayamadığım için yazmadım. Aklımdaki kitabı bulup bulamayacağımdan emin değilim.

3. Kategori (10 puan): Adında bir hayvan adı olan bir kitap: William Golding: Sineklerin Tanrısı

4. Kategori (15 puan): 600 sayfadan uzun bir kitap: İvan Gonçarov: Oblomov

5. Kategori (15 puan): Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir yazarın bir kitabı: Gabriel Garcia Marquez: Yüzyıllık Yalnızlık

6. Kategori (15 puan): Türk Edebiyatında klasik kabul edilen bir kitap: Adalet Ağaoğlu: Fikrimin İnce Gülü

7. Kategori (15 puan): Hiç okumadığınız bir ülke edebiyatından bir kitap: Aslında Japon Edebiyatı seçecektim ancak sayfa sayısına takıldım :). Mısır Edebiyatı seçiyorum, onu da hayli zamandır istiyordu. Necib Mahfuz'un Midak Sokağı'nı okuyacağım.

8. Kategori (20 puan): Sinemaya uyarlanmış bir kitap: J.R.R. Tolkien: Hobbit

9. Kategori (20 puan): Adında kış mevsimine ilişkin bir sözcük olan veya konusunda kış teması olan bir kitap: Kristin Hannah: Kış Bahçesi

10. Kategori (25 puan): Yasaklanmış bir kitap: Aldous Huxley: Cesur Yeni Dünya

11. Kategori (25 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hakkında yazılmış olan bir kitap: Falih Rıfkı Atay: Çankaya

12. Kategori (25 puan): yayınlanmış en az beş kitabı olan bir yazarın ilk kitabı: Elif Şafak: Pinhan (ilk romanı)

13. Kategori (25 puan): Bir biyografi veya otobiyografi: Justine Picardie: Coco Chanel - Efsanesi ve Hayatı

14. Kategori (30 puan): Okuma yazmayı öğrendiğiniz yıl ilk kez yayınlanmış bir kitap: Bu demek oluyor ki, 1995 yılında ilk kez yayınlanan bir kitap bulmam gerek :). "Nick Hornby: Ölümüne Sadakat" ilk 1995 yılında yayınlanmış, sanırım bunu okuyacağım.

15. Kategori (40 puan): Bir üçleme veya aynı seriden üç kitap: En kolay kategori bu oldu. Zira ne zamandır Suzanne Collins'in "Açlık Oyunları Serisi"ni okumak istiyordum.

Daha fazla bilgi için:

http://pinucciasbooks.blogspot.com/2013/11/okuma-senligi-kis-2013.html

22 Kasım 2013 Cuma

Beyoğlu'nun En Güzel Abisi - Ahmet Ümit

Son umut olarak aldığım bu kitabın amacına ulaşmadığını belirtmeliyim. Son umut diyorum, zira Ahmet Ümit'in son zamanlarda çıkardığı kitaplardan pek hoşnut kalmadım. İlk olarak "Beyoğlu Rapsodisi"ni okumuştum ve açıkçası hala beni o kadar şaşırtan ve memnun eden bir kitabını daha göremedim. Beyoğlu Rapsodisi'nde zekice bir kurgu vardı, özellikle bu son kitabı çalakalem yazılmış gibi geldi bana. "İstanbul Hatırası" fena değildi ancak "Sultanı Öldürmek" kitabını okurken buhranlar geçirdiğimi anımsıyorum :). Bu son kitabı, "Sultanı Öldürmek"ten farklı olarak, sıkıcı değil, merak uyandıran olaylar var sonuçta. Ancak, ben bu kitapta zekice bir kurgu görmedim. Benim polisiye kitaptan anladığım zekice kurulmuş bir olay örgüsü ve polisiye seven okurların katili kitap bitmeden tahmin etmeye çalışması. Ahmet Ümit'in bana hep sürprizlerle gelmesi zekamı kullanmamı engeliyor :). Bu hikayede, mafyaya yakınlığıyla bilinen genç ve yakışıklı bir adam Tarlabaşı'nda yılbaşı gecesi öldürülüyor. Olayı araştırdıkça, kumar mafyaları, "baba" adını verdiğimiz şu malum kişiler arasındaki hesaplaşma, rant ve hatun meseleleri çıkıyor ortaya. Ve yine beni hayal kırıklığına uğratan bir son ile hikaye sona eriyor. Ancak yine Başkomiser Nevzat'ın geçmişiyle hesaplaşması ve yine Evgenia var ve ara ara Gezi olaylarına atıf yapılıyor. Boş vaktiniz varsa, okumayı bir deneyebilirsiniz.

"'Kadınlar' diyor bir ses zihninin derinliklerinden, 'Kadınlar, onlarla oynayamazsın... Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun."

"Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder."

"Azraile koz vermek istemiyorsan, sevdiklerinin sayısını az tutacaksın bu dünyada."

Ahmet Ümit'in diğer bir eserine ilişkin olarak yaptığım yorum aşağıdaki linktedir:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com/2012/12/sultan-oldurmek-ahmet-umit.html

18 Kasım 2013 Pazartesi

Veronika Decides To Die - Paulo Coelho

"The best often die by their own hand / just to get away / and those left behind / can never quite understand / why anybody / would ever want to / get away from them." Charles Bukowski opposes the traditional statement of suicide that is intentional killing of one's self. However, he emphasizes that remaining people never understand why that person wants to end his life, as they do with Veronika. Veronika has anything she could wish for; young and pretty, with plenty of attractive boyfriends, a steady job, and a loving family (lives in Slovenia). So, what kind of person decides to die if she has a good life? Nevertheless, Veronika is not happy and she achieved to take a sleeping pill box which is very powerful narcotic drug. One winter morning, Veronika takes an overdose of sleeping pills but she becomes awaken later in a Vilette asylum. There, she is told that her heart is now irreparably damaged and she has only a few days to live. Veronika is waiting for an end in Vilette asylum and there, some people who she does not know before play vital roles in Veronika's short stay in the mental institution. One of them is Zedka (a Serbian woman - suffers from an impossible love), Eduard (schizophrenia) and also Dr. Igor. Readers can ask how come Dr. Igor is important to her life? Well, Dr. Igor is the one who tells her the only sentence that she could not decide whether she wants to hear or not: "Your heart was irreversibly damaged and soon it will stop beating altogether."

According to Veronika, one of the two reasons of choosing death instead of life is the strong belief of her commonsense that the life would be always same, everyhing would be worse by time, friends would die one by one, for other words, making life longer would bring her nothing but pain. The second reason is the consideration of anything is wrong in the world and she does not have power to correct them. We all ask ourselves these questions at least once in our lives, why we continue living if the life has nothing to give us? This question has two answers: either we are coward to kill ourselves or we are brave enough to carry the life with all negativity. Veronika experiences and considers about her second chance but the rest who do not understand that every second of existence is a choice they all make between living and dying must have still asked that "Is life ALWAYS WORTH living?"

"Veronika Decides to Die" is a novel to show people who do not come face to face with death and do not question the life how they squander the chance which is given them only once (or twice). Have we ever thought that we have a long list which we still didn't do and probably we won't until the death? Veronika makes us to think about that: "...I need to visit Ljubljana castle. It's always been there and I have never has the curiosity to go and see it close to.... I want to go out without a jacket and walk in the snow, I want to find out what extreme cold feels like...I want to feel the rain on my face, to smile at any man I feel attracted to, to accept all the coffees men might buy for me... I want to give myself to one man, to the city, to the life and, finally, to death".

11 Kasım 2013 Pazartesi

Ve Dağlar Yankılandı - Khaled Hosseini

Khaled Hosseini'nin "Bin Muhteşem Güneş" ve "Uçurtma Avcısı" kitaplarını çok beğenmiştim. Bu kitabı da beğendim elbette ama ilk iki kitap kadar beni etkilemedi nedense. Sevgili Khaled Hosseini beklentilerimizi biraz yükseltmiş anlaşılan. Afganistan'ın kadınlarına adanmış Bin Muhteşem Güneş (ki adını İran'lı bir şairin, Saib-i Tebrizi'nin şiirinden almaktadır: Bu kentin ne çatılarını aydınlatan ayları sayabilirsin, ne de duvarların gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi) ve Afganistan'ın çocuklarına adanmış Uçurtma Avcısı'nın ardında bu kitap anlatım olarak biraz daha yavan geldi bana. Kitapta hikaye, Şadbağ adındaki başkent Kabil'e yakın sayılan bir mesafede bulunan bir köyde doğuyor ve kitabın arkasındaki tanıtımda yer aldığı gibi, Paris'e ve San Francisco'ya doğru savruluyor. Şadbağ'da yaşayan iki köylü çocuğunun (Abdullah ve Peri) kendi hallerindeki sefil ama mutlu yaşamları Peri'nin bakımsızlık sebebiyle Kabil'de yaşayan bir aileye evlatlık verilmesiyle son bulur. Bu andan sonra on yaşındaki Abdullah'ın hayattaki tüm amacı kardeşi Peri'yi bulup geri almaktır. Ancak üç yaşındaki Peri, yıllar geçtikçe yeni hayatına yavaş yavaş alışmaktadır. Kitap, Abdullah ve Peri'nin hayatına bir şekilde etki eden insanların hayatlarına da değiniyor. Tabi bu sebeple Abdullah ve Peri'nin başlarına gelenlere de kısaca değinmekle yetiniyor. Baş karakterlerin hayatlarını tüm detaylarıyla anlatan ilk iki kitaptan sonra bu tarzı biraz yadırgamadım değil. Yine de yazarın hakkını vermek lazım, kötü bir kitap değil, ben özellikle sonunu beğendim her ne kadar pek çok soruma yanıt alamamış ve merak etmiş olsam da :).

"...İyi şeylerin hiçbiri bedava değildi. Sevgi bile. Her şeyin bedelini ödüyordun. Ve eğer yoksulsan, elindeki tek nakit, kahır çekmekti."

"....Kendi canına kıydığını öğrenmek beni o kadar da şaşırtmamıştı. Bazı insanların mutsuzluğu, diğerlerinin aşkı hissettiği gibi hissettiğini biliyorum artık: mahrem, yoğun ve karşılık beklemeksizin."

1 Kasım 2013 Cuma

Yetmiş Yaşım Merhaba - Aziz Nesin

Aziz Nesin'in "Şimdiki Çocuklar Harika" kitabından sonra başka bir eserini okumaya fırsatım olmamıştı. Aslında, okuyacaklar listem çok uzun olduğu için yine fırsatım olmayabilirdi ancak bu kitabı bir tavsiye üzerine öne aldım :). Kitaptaki öykülerde Aziz Nesin'in diğer hikayeleri gibi mizahi bir anlatım yerine duygusal ve hüzünlü bir uslüp kullanılmış. Hikayelerin büyük çoğunluğu 1984 yılında (Aziz Nesin yetmiş yaşında iken) yazılmış ve kitap ilk olarak 1984 yılında yayınlanmış. Zaten bazı anlatımlardan yazarın hikaye ortaya çıkarmaktan daha ziyade kendini anlattığı söylenebilir (en azından ben böyle hissettim). Hikayelerin büyük çoğunluğunda aynı konu var: yetmiş yaş civarında - genelde olduğundan genç görünen- - bir adam ve onun hayatına bir şekilde giren genç kadın ve dünyanın değişik yerlerinde yaşanan aşk serüvenleri. Bu kitabı genç bir yaşta okumanın bazı avantajları oldu tabi ki: mesela hayatta bazı şeylerin kıymetini anladım, baktığım şeylerin tadını çıkarmayı öğrendim ve henüz vakit varken zevk almayı. Yine de, yeterince empati kuramamış ve anlatılan bazı hikayeleri anlayamamış olabilirim. Daha farklı açılardan bakabilmek için bu kitap da "Benim Hüzünlü Orospularım" veya "Simyacı" gibi 20-30 yıl sonra tekrar okunmalıdır belki de.

Kitapta en çok "Tülsü'yü Sevmek" ve "Kan Yüzüğü" hikayesini beğendim. Diğer hikayelerde de altını çizdiğim ve beğendiğim anlatımlar vardı ancak kitaba hakim olan melankolik hava beni biraz etkiledi.

"Kızın bu denli güzel olabileceğini düşünmemişti. Güzel ama, güzellikten başka bişeydi bu; hani yıldız barışması denilen, kan kaynaması denilen, iki insan arasındaki o tam bilinemeyen bağ...Birbirinin çekiciliğine kapılan böyle insanlar hep güler, gülümserler; herşeyde gülünecek biyan bulur ya da gülünecek yanı bulunan şeylerden konuşurlar."

Kan Yüzüğü

 "Hiçbir yerde yerleşip kalmak istemeyen şair, 'burası dünyanın en güzel kenti, burada kalacağız' dedi. Orası neden dünyanın en güzel kentiydi anladınız mı? Çünkü dünyanın en güzel kızı o kentteydi."

Masal Kız

"Yabancısı olduğum dünyanın bu sayılı kalabalık kentinde bir haftadan beri ilk o gece bibaşıma kalmıştım. Yabancı bir kentte insanın yalnızlığı daha bir katmerleniyor. Yalnızlıktan, içinde bulunduğum hava sanki yoğunlaşıp ağdalandı ve ben bu ağda içinde zorlukla kımıldıyordum."

Tülsü'yü Sevmek

27 Ekim 2013 Pazar

Story - Cahit Külebi

"Story" (aka Song) is one of my favourite poems in Turkish Literature. I would like to share English version of Story for you (translated by Bernard Lewis). Actually, I made a diligent search about Bernard Lewis but i still don't know who he is (there is some information but i have not confirmed yet). Before shraing the poem, it is better to take a look his explanations about this translation: "We all know that translating poems is virtually impossible and that any translation is just one of the many. This poem in particular melts the description of landscape and of some agricultural activities with delicate sensuality (the woman is 'clear and beautiful' like landscape and can scatter her hair in all directions recalling the action of winnowing corn, she is as fresh as the shadow of walnut trees). On the other hand tghe poet describes himself as a man damaged by violence (the bandits, sadness, solitude, the strong northern winds). These contrasting descriptions find rest and meet in sharing stories, in sharing the past and sad remembrances. But at the same time they bring joy and physical communication and contact.
 
I need to keep in short since I want you meet the poem in a short time. (You can criticize the translation - you would be right- but don't forget, the hardest thing in literature is translating the poems). You all know Turkish, you can complete the meaning by reading the original version.
 
Your lips are red / Your hands are white / Take my hands, child / Hold them a while
 
In the village where I was born / There were no walnut trees / That's why I yearn for coolness / Fondle me a while
 
In the village where I was born / There were no cornfields / So scatter your hair child / Flaunt it a while
 
In the village where I was born / The north winds blew / That's why my lips are cracked / Kiss them a while
 
In the village where I was born / Bandits struck by night / That's why I hate to be alone / Speak with me a while
 
In the village where I was born / Men did not know how to laugh / That's why I am still so unhappy / Make me laugh a while
 
You are light and beauty, like my country / The village where I was born was beautiful, too / Now tell me of the place where you were born / Tell me a while

17 Ekim 2013 Perşembe

Anayurt Oteli - Yusuf Atılgan

 Dünyada ne kadar ilginç isimler duyabilirsiniz? Zebercet bunların içinde midir? Yusuf Atılgan nereden buldu bu ismi diye düşünmeden edemiyorsunuz.  Aslında kitapta buna mantıklı bir açıklama var, okuyup öğrenebilirsiniz :) (Zebercet parlak sarı-yeşil renkteki değerli bir taş). Ancak, taşın kendisi gibi değerli ve parlak yaşamı olmuyor kahramanımız Zebercet'in. Zaten kitap tek karakter üzerine kurulduğu (ve kendisinin gözünden anlatıldığı) için, kahramanımızın grilikler içine sıkışmış mutsuz hayatı sizi de etkiliyor haliyle. Zebercet kendisine babadan kalan Anayurt Otelinin katibi ve bütün gününü burada bir resepsiyonda oturarak geçiriyor ve dış dünya ile ilişkisi yok denecek kadar az. Yalnızca uzak bir köyden gelen ve otelin temizlik vb. işleriyle ilgilenen bir kadıncağız var. Zebercet'in bu monoton hayatı, bir gün gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının otelde bir gün kalıp gitmesiyle biraz değişir. Kadından çok etkilenen Zebercet, günlerce kendisini bekler, hayatında biraz hareketlenme olur. Otele giren çıkan insanları farklı duygularla gözlemlemeye başlar mesela: "Dün gece 'nasıl seninim' demişti kadın. Yeryüzünde erkeğiyle böyle konuşan başka kadınlar da vardı elbet." Zebercet'in bu umutlu bekleyişi (yalnız ve yanında seveceği birini isteyen bir adam) ara ara muhabbetle baktığı kadının unuttuğu sarı-kırmızı-siyah çizgili havluyu almaya gelen iki genç ile sona erer. Artık eskisinden daha saçma davranışlar sergilemeye başlayan Zebercet, yavaş yavaş makul düşünme yetisini de kaybetmeye başlar.

Kitabın arkasında Zebercet, "Ne ölü, ne sağ" bir yaşamın kahramanı olarak tanımlanmış. "Gözünü ilk açtığı ve yaşadığı Anayurt Oteli'yle aynı kaderi paylaşıyor: Birbirine benzeyen geçici ilişkilerle geçen günler, yalnız ve tek başına sürüklenen bir hayat." Kitap birkaç cümleyle ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Kitabın baştan sona çirkinlikleri anlatması ancak buna rağmen okunabilmesi de ayrı bir konu tabi. Anayurt Oteli 1986 yılında Ömer Kavur tarafından film olarak da çekilmiş. Henüz izlemedim, bir gün izlemeye arzum da olur mu bilmiyorum ancak bazı anketlerde en iyi 10 Türk filmi arasında kabul edilmiş, bilginize ;).

"- Film iyiydi değil mi abi?
- İyiydi, dedi gülümseyip.

Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak."

10 Ekim 2013 Perşembe

Pratik Hukukta Metot - Prof. Dr. Ernest HİRŞ

Bilenler bilir, Türk Hukuku bu adama çok şey borçludur! Prof. Dr. Ernest Hirş 1933 yılında Almanya'daki anti-semitist hareketler sonucu Tükiye'ye iltica etmiş ve İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültelerinde yıllarca (20 yıl) ders vererek başarılı hukukçular yetiştirmiştir. Türkiye'de ders verdiği dönemde pek çok kanunun kodifikasyonunda yardımı olmuş, özellikle kendi çalışma alanı olan Ticaret Hukuku, Fikri ve Sınai Haklar ve hukuk felsefesi gibi konularda Türk hukukuna değerli katkılarda bulunmuştur. 1944 yılında ilk baskısı yapılan "Pratik Hukukta Metot" kitabı, stajyer avukatlığım sırasında bir avukatın mutlaka okuması gereken kitap olarak bana önerildi ve ben de okudum (sizi şaşırtmadım) :). Kitapta değerli hocamız Hirş'in anılarının da bulunması ve akıcı üslubu kitabı sıkıcılıktan uzaklaştırıyor (okumak isteyenler korkmadın yani, bildiğiniz hukuk kitaplarından değil). Zaten Hirş'in ilk sözü hukukçu olmayanlara: "Hukuki bir uyuşmazlık karşısında kalınca, yapacağımız ilk iş, bir hukukçuya başvurarak fikrini sormak ve uyuşmazlığın çözümünü istemektir." Ama hemen arkasından "Hukukçu hemen cevap veremeyecektir." diyerek biz hukukçuları korumaya çalışmıştır :). Neden hemen cevap veremeyecektir hukukçu? "Çünkü hukukçunun cevap verebilmesi için uyuşmazlığın mahiyeti ve nedenini saptayabilmesi gerekir." diyerek ilk atacağımız adımı bize gösteriyor. Buradan çıkaracağımız ders:

- Hukukçunun değeri, bilgi derecesi ile değil, bilgisini uygulama yeteneğiyle ölçülür!

Peki, hukuki sorun nasıl çözümlenir? Bu konuya Hirş'in cevabı çözümlemenin iki yoldan geçtiği yönünde: Biri uyuşmazlığın esasını teşkil eden problemi keşfetmek; diğeri soruna inandırıcı ve mantıki bir cevap vermektir. Ama bir taraftan da akıl veriyor Hirş: "Olayı saptayın ancak kendinize mal edin!" Olay saptandıktan sonra, bir niteleme yapılarak (olaya uyan bir hukuk kuralının varlığını saptamak) bizi neticeye götürecek yolu bulmak. (Yazarın notu: Talep hakkını ve bu hakkın dayandığı esasları tahlil etmeden, nitelemeye girişmeyiniz!).

Peki, Qualis est actio (davanın türü) ? (İddianın dayanabileceği hukuki ilişki saptandı mı? Hirş burada, saptanılmasında zorlanılan hukuki ilişkinin sistemtiğe dökülmesi, yani şema yaparak ilerlenmesi tavsiyesinde bulunuyor.)

- Jura novit curia (Kanun mahkemece bilinir)
- Da mihi factum, dabo tibi jus (Olayı izah et ki, hükmü vereyim).

Yani, iddiade bulunan taraf, olayın maddi olgularını olduğu gibi anlatmalı, talep ve delillerini mahkemeye sunmalı ki, hakim kanaatini oluşturabilsin. "Milletin karakuşi hükümlerden bıktığını, en önemsiz kararın bile bilgi istediğini unutmayınız!" Burada hakime düşen görev, olayı aydınlatarak hükmünü vermektir (yani yasayı olaya uygulamak). Ama burada Hirş'e göre, uyuşmazlık tam olarak kısa ve öz şekilde açıklanmalı, bununla beraber, dış görünüşe önem verilmelidir (Hukukçu dediğin şekilci olur) :). Kitapta buradan sonra anlatılanlar özellikle dava avukatlarını ilgilendiren anlatılardır. Dava yapan meslektaşlarımın, kitabın 14. bölümünde sonrasını dikkatle okumasında fayda var. ancak bu bölümü bir cümleyle özetleyecek olursak şu çıkabilir ortaya: "Fortiter in re, suaviter in modo!" (Konuda güçlü, müdafaada nazik ol!).

Hirş kitabın içinde bir de komik bir anekdottan bahseder (Maximilian Weber'in Hazırcevap isimli kitabından alıntı):

"Ludwing Uhland'ı en çok kızdıran şey, bazı kimselerin özel hayatında hukuki meselelerle kendisini rahatsız etmeleri idi. Bir akşam bir toplantıda, varlıklı, fakat hasis diye ün yapmış bir bayan yanına sokularak, hukuki bir meselesini ballandıra ballandıra anlatır. Uhland'ın rahat bırakılmak istediğini fark eden bayan özür dileyen bir gülümseyişle şöyle der: "Sayın hukukçu, bir soru sormak her halde para ile olmaz, değil mi?" Uhland hemen şu cevabı verir: "Hayır, ama cevabı para ile."

7 Ekim 2013 Pazartesi

Mahkeme Kapısı - Sait Faik Abasıyanık

Mahkeme Kapısı'nda ünlü öykü yazarımız Sait Faik, Haber gazetesinde çalıştığı dönemde, gazetede yayınlanması için ceza mahkemesine giderek duruşmaları gözlemlemiş ve ilginç bulduğu olayları akıcı üslubuyla hikayeleştirmiş. 28 Nisan - 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında (bir ay gibi bir süre) her gün mahkemeye gitmiş ve 26 kısa öykü çıkmış ortaya. Önceleri her gün gazetede yayınlanan bu yazılar, 1956 yılında Varlık Yayınları tarafından "Mahkeme Kapısı" adıyla kitaplaştırılmış. Şimdi ise Yapı Kredi Yayınlarından yeni baskılarını rahatça bulabilirsiniz. Kitabı okurken hiç sıkılmayacağınızı garanti ederim. Zira her bir hayatın tam içinden ve birkaç sayfadan uzun olmadığı için hemen başlayıp bitiyor. Bazı hikayelerin sonu yok :). Çünkü mahkeme kararın açıklanmasını bir sonraki duruşmaya bırakılmış. Bu beni hem meraklandırdı hem de hüzünlendirdi. Ama sonunu öğrenemediğim hikayelerden daha fazla hüzünledirecek şey vardı zaten kitapta (ceza mahkemesine düşen olaylar gibi). Kıyafet çalmak, ekmek çalmak, yumurta çalıp yemek, kaçak çay satmak gibi suçlardan yargılanan bir - iki ay hapis cezası alan genç insanlar, toplumun içinden garip insanlar... Aslında buradan 1942 yılında ülkenin durumunun pek vahim olduğunu anlayabiliriz. Arkadaşının ceketini çalıp satmak için bir mektep öğrencisinin ne durumda olması gerekir? Ya da sokak satıcısından fındık - fıstık alabilmek veya sinemaya gidebilmek bu kadar lüks müydü gerçekten?
 
"Hakim: Parayı ne yapacaktın?
Çocuk: Fındık, fıstık alırdım. Sinemaya giderdim.
 
Olur şey değil demeyin, bir çocuğun üstünü başını ancak anası babası düşünür, onun üstü başı ne olursa olsun, fındık fıstığa daha çok muhtaçtır. Çocukluk güzel şey! Çocukluk arzuların, hayallerin, ümitlerin, fantezilerin, olmaz güzelliklerin memleketinde yaşar... daha küçük çocukların hırsızlık yapması mümkün olsaydı, dokuz aylık yavrunun hakim huzurunda , "ne için çaldın" sualine şöyle bir cevap vermesi mümkündü: "Gökteki ayı satın alacaktım."
 
Ancak okurken gülümseyeceğiniz hikayeler de mevcut. Özellikle "Çamaşır İpleri ve Don Gömlek Hayaletleri" beni aynı zamanda gülümsetti:
 
"Dört davacıdan ikisi asker, ikisi kadın.
 
Birinci asker: Efendim, çamaşırlarımı bahçeye asmıştım. Kurusunlar diye.
 
Hakim: Çamaşırların neydi?
 
Birinci asker: Gömlek ve şey efendim...
 
Hakim: Ne?
 
Asker: Şey
....
Hakim: Öyleyse ne olduğunu söyle de, yazılacak.
 
Asker: Don, efendim.
 
Hakim: Senin neni aldı?
 
İkinci asker (bir Şarki Anadolu lehçesiyle): Dun gumlek...
 
Hakim: Senin de mi don gömleğin?
 
İkinci asker: Hayır efendim....
 
Hakim: Neyini öyleyse?
 
İkinci asker: Dun gumlek efendim...
 
Hakim: Yani, senin donunla gömleğini mi?"
 
:) Herkese okumasını tavsiye ederim!

3 Ekim 2013 Perşembe

Ölüm Pornosu - Chuck Palahniuk

Kitabın adı dikkat çekiyor, hemfikirim sizinle. Geçtiğimiz yıl tercümanı göz altına alınınca bir şekilde medyatik kitap oluvermişti. O aralar ilgimi çektiği için kitabı aldım ancak okurken biraz sıkıldığım için bir kenara bıraktığımı fark ettim. Bu kitabı ilk okumaya başladığımda bu konu hakkında araştırmalar yapmıştım. Kitabın özgün adı olan "Snuff" kelimesi aslında İngilizcede içine çekmek demek ancak argoda gerçek şiddet ve ölüm sahneleri içeren filmlere verilen isim aynı zamanda. Nicholas Cage'in bu konuda bir filmi de var 8MM adı (Snuff Movie). Bu filmde de, yalnız ve ardında arayacak kimsesi olmayan kızların zorla oynatıldığı gerçek şiddet ve tecavüz sahneleri içeren (sonu ölümle biten) yer altı porno endüstrisinin (inanılmaz miktarda paraların döndüğü bir sektör - ki o porno DVD'si milyon dolar filan ediyordu)  peşinde olan bir polis anlatılıyordu. Böyle diyince heyecanlı bir film gibi görünse de bu sizi aldatmasın :). Her neyse kitaba geri dönersek, kitap da öyle. Dövüş Kulübü (Fight Club) kitabının hatrına yazarın bu son kitabını bitirdim. Dövüş Kulübü gibi müthiş beklentiler içine girmeyin arkadaşlar. Belki Dövüş Kulübü gibi başarılı bir kadro ve senaryoyla filmi çekilirse, bu hikaye de bize kendini sevdirebilir. Kitapta artık olgun yaşlarını yaşayan çok ünlü bir pornostarın -kendi sonunu kendi yazmak istedi belki de- 600 erkekle birlikte olduğu bir porno çekmek istemesi anlatılıyor. İstemekle kalmıyor tabi, uygulamaya koyuyor. Bu hikaye bazen starımızın flashbackleriyle beraber (Cassie Wright neden porno star oldu?) pornoda kendisiyle oynayacak olan erkeklerin bazılarının (bay 27, bay 8 bay 600 gibi numaralandırmışlar - bunlar erkek mi koyun mu?) gözünden anlatılıyor. Hepsinin de bu pornoda oynamak için kendilerince sebepleri var ve kitabın sonunda Cassie'nin aslında bunu neden yaptığını ve büyük sırrını öğreniyoruz. Sıkılmadan okuyabilirim derseniz tavsiye ederim, değişik bir şey...
 
Aslında Cassie'nin genç ve güzel asistanı Sheila'nın filmin sonunda adı sorulduğunda "Adım Zelda Zonk" demesi nedir? Kitabın ara satırlarında anlatılanları anlamadım galiba, tekrar mı okusam?
 
" - Elmasların çok değerli olduğunu söylüyorlar, mücevhercilerin çoğunun elinden geçmişler.
  - Ona bakarsan fahişeler de kıymetlidir?"

27 Eylül 2013 Cuma

Masal Masal İçinde - Ahmet Ümit

Polisiye kitaplarına alıştığımız Ahmet Ümit'den bir masal kitabı mı? Bu aralar hem kolay okunur kitaplar tercih etmek istemem hem de masala olan özel ilgim sebebiyle, yazmayı istediğim kitabı buldum: Masal Masal İçinde. Adından da anlaşılacağı üzere, kitapta bir yerden başlayan ancak içi içe örülmüş altı adet masal bulunmakta. Bu masalları Ahmet Ümit'in annesine yıllar yıllar önce bir masalcı anlatmış (o zamanlar çocuklara masal anlatan masalcılar varmış) ve Ahmet Ümit de annesinden dinlediği bu masalların "güzeliğindeki giz, çarpıcı kurguları ve içeriğindeki yoğun anlam" dan çok etkilenerek büyük bir keyifle yazıya dökmüş: "İnsanoğlunun kişiliğindeki temel özellikleri öylesine gerçekçi bir biçimde gözler önüne seriyordu ki, bu anlatım karşısında hayranlık duymamak olanaksızdı." Biz büyüklerin masallardan da bazı dersler alabileceğine inananlardanım. Ayrıca masal okumak bana çok keyifli gelir, yepyeni bir fantastik dünyaya girmişsiniz gibi. Kitap, övünmeyi pek seven iyi yürekli bir padişahın vezirinin uyarısıyla halkın içine karışmasıyla başlıyor ve padişahın karşılaştığı birbirinden ilginç anlatacak hikayeleri olan insanların anlatılarıyla devam ediyor (şapkacının anlattıkları, müezzinin anlattıkları, dem,ircinin anlattıkları, kuyumcunun anlattıkları ve köradamın anlattıkları). Herkesin kendi hikayesi merak uyandırıyor ve her hikayeden alınacak çok ders var. Bu aralar bu masal olayına taktım, hadi hayırlısı :) Masal severler, umarım yakında görüşeceğiz, iyi okumalar!

24 Eylül 2013 Salı

Yakın - Oruç Aruoba

Hala kendimi kitaplar konusunda toplayabilmiş değilim. Yine uzun süre bir şeye odaklanamıyorum. Ne oldu sıkıldım mı acaba? :) Bu nedenle yine bir şiir kitabı, yeni bir şiir kitabı. Şairlerin şiirlerini bir resim tablosu gibi incelemek hoşuma gidiyor. Okuduğum şiirlerinden yola çıkarak o şairi bir ressamla özdeşleştirmek... Oruç Aruoba aslında bir Picasso olabilirdi resim yapsaydı. O derece anlaşılmaz :). Aslında bu durumun sebebi kanaatimce Oruç Aruoba'nın bir felsefeci olması. Kitap üç bölümden oluşuyor: yakın - ateş yakana kılavuz - kut arayana kılavuz. Kitabın muhtelif yerlerinde bazı felsefik yazılar var ki, beni benden aldı: "Ateş, yakabileceği her şeyi yakana dek yanar - ancak o zaman söner..." Kut arayana kılavuz bölümü çok ilginç gerçekten. Ateş gibi değil, Kut'a herkes farklı bir anlam yükleyebilir: "Kut hiç eksik kalmasın istediğindir - hiç eksik olmasın istediğin...". "Kut, birden, şaşırarak bulduğun, ve nereye - ne yerine- koyacağını bilemediğindir - incecik, ışıltılı bir tel saç gibi...". "Kut, bir şey söyleyemediğindir - işte: seni susturan...". ve buna ilişkin olarak yazılan en güzel (benim aklımda beliren kut) hakkındaki şiir: "Kut aramaktan vazgeçmediğindir - beklemekten vazgeçmediğin - kut bulamadıkça aradığındır - gelmedikçe beklediğin."

"İsteyerek ölen kişi ile istemeden ölen insan
arasında, temelden, köten bir fark vardır
İlki her şeyin ötesine geçmiş olmakla huzurludur
ötekiyse, hiçbir şeyi çözememiş olmakla, huzursuz
'bitmeyen sükunlu gece' ile 'kabir azabı'
arasındaki fark da bu farkta yatsa gerek..."

12 Eylül 2013 Perşembe

Dokuza Kadar On - Özdemir Asaf

Bir arkadaşım çok okurdu Özdemir Asaf'ın şiirlerini ve hep tavsiye ederdi. Hep aklımdan geçerdi ancak yıllarca hiç fırsat bulup herhangi bir kitabını okuyamadım. Bu sevimli kitap bana hediye edilince bir yerden başladım :). Özdemir Asaf ara ara bir yerlerde karşılaşıp okuduğum şiirlerinden, basit anlatımından (her zaman o kadar basit değilmiş yeni anladım) hep bir modern dönem şairi gibi gelirdi bana. Cumhuriyet dönemi şairi olmasına rağmen lisede okuduğumuz edebiyat derslerinde neden hiç bahsedilmedi acaba? Sanırım bir gruba angaje olmadığı için. Gerçekten şiirlerinde çok farklı bir hava var, yeni bir tarz deneyen bir ressam gibi (Salvador Dali :)). Şiir okumayı sevenler için "Dokuza Kadar On" iyi bir seçim. Şiirlerin bazılarını anlamakta çok zorlansam da, genel olarak akıcı ve bazı yerlerde gülümseten sevgi ve aşkın hakim olduğu yer yer karamsarlaşan kısa şiirlerden oluşuyor kitap. Kitabın önsözünde Doğan Hızlan'ın bir cümlesi kısa ve öz bir açıklama kanaatimce: "Eğer şiir aza indirgeme sanatı ise, bunun en iyi örnekleri Özdemir Asaf'ın şiirleridir. Sanırım 'kendine özgü' sözü, onda en derin anlamını, açıklamasını bulur." Bazı şiirlerini bir yerlerde -özellikle son zamanlarda sosyal medyadaki paylaşımlarda- bir şekilde okumuş olsak da, fikir edinmek adına bu kitabından bazı şiirlerini paylaşmak isterim:
 
"Yaşamak değil / Beni bu telaş öldürecek."
 
"Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu / Birinciliği beyaza verdiler."
 
"Bir kelimeye / Bin anlam yüklediğim zaman / Sana sesleneceğim."
 
Dokuza Kadar On:
 
"Önce hepsini yazdım, sonra hepsini çizdim,
Yazıp çizdiklerimden çıktı bir kara resim,
Baktım, orada bir bir duruyor sevdiklerim.
 
Bakıyorlar ardından, yazıp çizdiklerimin,
O, yazarken ya da çizerken bilmediğim ..
Bilmeden yazdıklarım, bilmeden çizdiklerim.
 
Beni çizdi sonunda, yazıp da çizdiklerim.
Bana gülüyor şimdi yitip yitirdiklerim..
Çizilmemiş olanlar, yazmayıp bildiklerim.
 
Ah 'bilip ettiklerim, bilmeyip ettiklerim.'"

4 Eylül 2013 Çarşamba

Deli Dolu Bir Yaz - Toni Blake

Neden "her çantada olması gereken bir kitap" olduğunu inanın anlayamadım. Kitap okuyucusuna bir kadının fantezi dünyasını tanımak dışında herhangi bir katkıda bulunmuyor. Geçtiğimiz yazın anısında kitabın adından etkilenerek okumak istedim ancak vaktiniz değerliyse, boşuna zaman kaybetmenize gerek yok :). Kitapta olaylar öğretmenlik yapan Jenny Tolliver'ın eşinin kendisini aldatması sonucu doğup büyüdüğü kasabaya geri dönmesiyle  başlar (Destiny Kasabası). Kasabada polis şefinin kızı olan Jenny, çocukluk arkadaşları ve eski tanıdıkları ile eski kocasının sebep olduğu tavmayı atlatmaya çalışır (bir nevi aşağılık kompleksi). Bir gün teleskopla yıldızları izlemek için uygun bir yer ararken ilk gençlik yıllarından tanıdığı ve daha sonra izini kasabalıya kaybettiren Mick Brody ile karşılaşır. Çok iyi bir karşılaşma yaşadıkları söylenemez ancak yaşadıkları cinsel çekime her ikisi de karşı koyamaz. Aslında burada iki tür yorum yapılabilir: 1. Mick'in hayatında uzun süredir kadın yoktur ve Jenny ise kocası tarafından neredeyse tamamen cinsel sebeplerden terk edilmiştir (ki bu içinde bulundukları duruma daha uygun). 2. İlk gençlik yıllarından bu yana bu çift birbirlerinden hoşlanmaktadır, son karşılaşmalarında artık şartlar uygundur. İkinci yorumun pek geçerliliği yok aslında, zira şartlar uygun değil: Jenny'nin babası polis şefi ve Mick'in aniden ortaya çıkmasının arkasına saklanan kanun dışı bir sır var.
 
Kitabı ilk okumaya başladığımda, yazarın bir erkek olduğunu düşünmüştüm ancak okumaya devam ettikçe böyle bir kitabın yalnızca bir kadın tarafından yazılabileceğinden neredeyse emin oldum (Kaldı ki öyleymiş). Kitapta bol bol seksle ilgili bölümler vardı ve her şeyin ardındaki "duygusallık" arayışı, "tam olarak ne istediğimi bilmiyorum" mesajları ve yaşanılan gel-git'ler ancak orta yaşın üzerinde bir kadının kaleminden çıkabilirdi. Biraz sınıflandırmış gibi oldum, kusura bakmayın ama New York kadınlarının "cinsel fantezilerini hikayeleştirme" akımından artık sıkılmaya başladım. Ve inanır mısınız bu ayrıca Destiny adında bir serinin ilk kitabıymış, şaşırdınız değil mi?
 
"Jenny Tolliver hayatının her döneminde iyi bir kız olmuştu ama bu ona hiçbir şey kazandırmamıştı. İşte şimdi de ilk aşkıyla yaptığı evlilik, adi bir aldatma hikayesiyle sona ermişti. Destiny, doğup büyüdüğü, göl kıyısındaki o mükemmel kasaba ona kucak açabilirdi. Orada, aklındaki bütün soruların cevaplarını aramaya başlayacak ve kendine yeni bir yol çizmeye çalışacaktı."

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Şiirin Kızkardeşi Öykü - Buket Uzuner

Bu aralar her zaman olduğumdan farklıyım. Bu nedenle olsa gerek, uzun süreli bir şeye kafa yoramıyorum. Dolayısıyla okumakta olduğum romana biraz ara verdim ve daha kolay ilerleyeceğini düşündüğüm bu hikaye kitabını seçtim. Tahmin ettiğim gibi de oldu, pişman değilim. Buket Uzuner'in kitaplarını severim. "Kumral Ada Mavi Tuna" ve "İki Yeşil Su Samuru"ndan sonra beklentim çok yüksek olsa da, bu hikaye kitabını da beğendim. Anlatımı akıcı ve kolay okunuyor. Ancak hikayelerin bazılarında tesadüfler ve ilginçlikler almış başını gitmiş :). Olsun, zira bu bir kurgu (?) kitap. Kitabın en güzel hikayesi, kitaba adını veren Şiirin Kızkardeşi Öykü. Bu hikaye bana Kumral Ada Mavi Tuna'yı anımsattı biraz. Kitabın en çok ilgi çeken bölümü cinsel öyküler beşlemesiydi bence: "2001 yılının bir İstanbul yaz gecesinde üniversiteyi beraber okumuş beş eski arkadaş yeniden buluştuklarında alkolün de etkisiyle ilk bakışta çok eğlenceli ve masum görünen bir oyun oynadılar. Oyun basitti ve tek kuralı içten olmaktı: Herkes ilk cinsel deneyimini anlatacaktı." Aslında bu bir hikayenin konusunu oluşturabilirdi. Ancak sonrasında anlatıcıların ne kadar içten olup olmadıklarını anlayabilmemiz için beş arkadaşın geçmişini de anlatan beş hikaye daha ortaya çıkacak. Hikaye okumaktan hoşlanan kişilere, bir de bu kitabı denemelerini tavsiye ederim.

"Kadın cinselliğini zincirleyen hurafeler, sevişirken haz almayı önleyen mitler, uyduruk yasaklar, aptalca korkular, aslı olmayan günahlar ve bedeninin kontrolünü kadının elinden alan binlerce yıllık baskılar...Sonra tabi; ah bıkkın, umutsuz, sakatlanmış genç ruhlarımız... ama öyleydi işte. Bu kadar salakça ve bu kadar acımasız. Bu kadar gerçek ve eziciydi."

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Bir Psikiyatristin Gizli Defteri - Gary Small & Gigi Vorgan

Ağustos ayı biraz verimsiz geçti evet :). Sıcak havaların ve tatilin verdiği rehavetle günlerce aynı kitabı çantamda gezdirdim. Neyse ki, sonunda bitirebildim. Kitabın tercümesi Duygu Akın'a ait ve özgün adı "The Other Side of the Couch" olan kitabı bu şekilde tercüme etmeyi uygun bulmuş (tartışılabilir). Kitap keyifle okunuyor, özellikle de meraklıysanız ancak ben tıp ile alakalı olmayan biri olarak söyleyebilirim ki, anlayabileceğimizden fazla tıp terimi kullanılmıştı ve bu bazı bölümlerde kitabı sıkıcı bulmama sebep oldu. Kitapta anlatılan hikayeler kronolojik sıraya göre ilerliyor ve 1979-2008 yılları arasında Doktor Gary Small'un başından geçen 15 hikayeyi anlatıyor. Her hikayenin kahramanı olan -zihinsel rahatsızlığa sahip- kişilerden ayrı olarak, Gary Small'un karşılaştığı zorluklar da ara satırlardan gözlemlenebiliyor. Psikiyatr eğitiminin diğer doktorlar tarafından gereksiz bulunması veya herhangi bir fizyolojik rahatsızlığa ulaşan bir sorunun kaynağının psikolojik olabileceğine bazı doktorların ihtimal vermek istememesi... Aslında, daha iyi gözlem yapabilseler, daha iyi çözümler elde edilebilecek. Zira bazı hastalar Gary Small'a bazı akıllı doktorların yönlendirmesiyle geldi ki bu koordinasyon olumlu sonuçlar elde edilmesini sağladı (sürekli düşük yaptığını iddia eden kadının bebek aşkı, üç kere kolunu kıran adamın uzvunu yok sayma rahatsızlığı veya konuşamayan bir hastanın sessizliğinin kaynağının beyin enfeksiyonu olması vb.) Kitapta anlatılan olaylardan bu psikiyatrisin kendi alanında okumayı ve araştırma yapmayı seven ve gerçekten başarılı bir doktor olduğunu anlıyorum. Anlattıklarından çıkarımım farkındalığı ve gözlem yeteneği de yüksek: İnsanları kendi ortamında gözlemlemek tedavi açısından daha olumlu sonuçlar getirir veya sık su içiyor olması kanındaki sodyumu azalttığı için zihin bulanıklığına sebep olabilir, gibi. Doktorun iki açıklamasına canı gönülden katılıyorum; insan beyni tahmin ettiğimizden daha fazla güce sahip ve gerçek hikayeler kurgudan çok daha tuhaftır.

"Belirsizlik durumlarıyla karşılaştığımızda zihnimiz duruma açıklama getirmek için çaba sarf eder. Eğer belirtilere açıklama getirmenin bir yolu yoksa kendimizi kontrolü kaybetmiş gibi hissederiz ve korkumuz giderek artar. Üstelik belirtileri yaratanın kendi zihnimiz olduğunu öğrenirsek o zaman zihnimizin yapabileceği diğer şeyler için daha da çok endişeye kapılırız. İnsanlar beyinlerinin bir ruh tarafından ele geçirildiğinden ya da bir öcünün iradelerini yönettiğinden korkabilir..."

13 Ağustos 2013 Salı

İki Ağıt - Ataol Behramoğlu

Ataol Behramoğlu'nun ilk aldığım kitabı bu. Daha önce bir şekilde karşılaştığım şiirlerini okumuştum ancak hiç birisini "Bebeklerin Ulusu Yok" kadar etkileyici bulmamıştım. Bu kitabı bitirdikten sonra yine aynı kanıda olduğumu söyleyebilirim. Kitabın adı içindeki şiirlerin iki bölümde toplanmasından ve iki bölümde de bir trajediden bahsetmesinden geliyor. Birinci bölümün adı "Şili'ye Şiirler" ve burada 1970 yılında halkın seçtiği Şili devlet başkanının (Salvador Allende) 1973 yılında askeri darbeyle indirilmesi (General Pinochet) olayına yapılan bir atıf söz konusu. Aynı şekilde 1973 yılında ölen ünlü Şilili şair Pablo Neruda'dan söz eden şiirler var. İkinci bölümde "Sava'da Boğulan Türkler" başlığıyla yayınlanmış şiirler bulunmakta (Sava Balkanlarda bir nehir). İnce bir şiir kitabı. Bu nedenle okunması birkaç saatinizi alıyor sadece (tatil kitabı yapabilirsiniz). Ben çok beğenmedim şiirleri. Tahminimce bunun sebebi ilk şiir olarak "Bebeklerin Ulusu Yok" isimli şiiri okumuş olmam. Henüz bu kadar güzel bir şiiriyle karşılaşmadım. Ancak Ataol Behramoğlu günlük hayatta yaşadığı her şeyi şiirlerine aktaran bir şair. Böylece şiirlerinde bir sıcaklık yakalanabiliyor. Vaktiniz varsa okuyabilirsiniz. Ben yine de bu kitaptan değil de, en sevdiğim şiirinden alıntı yapmak isterim:

"İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu,
Bebeklerin ulusu yok
Başlarını tutuşları aynı
Bakarken gözlerinde aynı merak
Ağlarken aynı seslerin tonu
........
Babalar çıkarmayın onları akıldan,
Analar koruyun bebeklerinizi
Susturun susturun söyletmeyin,
Savaştan yıkımdan söz ederse biri
........"

28 Temmuz 2013 Pazar

Güllerin Duvağı - Laura Fitzgerald

Sıcak yaz aylarında klasiklere veya sevdiğim yazarlara zaman ayırmak bile beni yoruyor. O nedenle, yine basit bir tatil kitabı seçtim kendime: Güllerin Duvağı. Aslında, kitabın özgün adının tam tercümesi bu değil, ki bu isim bence kitabı yansıtmıyor. Kitabın özgün adı Veil of Roses, bu "Peçe/Örtünün Arkasındaki Güller" şeklinde daha iyi ifade edilirdi zira kitapta İran'ın baskıcı rejiminde güzelliğini örtüler altına saklamak zorunda olan güzel genç kızlardan bahsediliyor. İran'da öğretmenlik yapan (ve işini ve yaşadığı ülkeyi kesinlikle sevmeyen) Tamila'ya ailesi yirmi yedinci yaş gününde pasaport ve Türkiye'ye uçak bileti hediye ederler. Türkiye'de Amerika için turist vizesi alan Tami'nin amacı ablası gibi özgürlükler ülkesine gidip bir daha hiç dönmemektir (bunu da kendisi gibi göçmen olan İran kökenli bir Amerikalıyla evlenerek başarmayı planlamaktadır). Aslında Tami'nin anlattığı kadarıyla İran'da hayatı o kadar kötü değildir, annesi babası gayet anlayışlı, hali vakti yerinde insanlar ve sevdikleri arkadaşları ve dostları var. Ancak İran'da yaşamak, evde farklı sokakta farklı olmak, içi farklı şey söylerken küçücük çocuklara şeriatın katı kurallarını öğretmek ve bütün gençliğini istediği şeyleri yapamadan duvar arkasında geçirmek Tami'yi hayattan ve ülkesinden soğutmuştur: "Bu arada küçücük bir dünyam olacaktı. Acı dolu, insanı boğacak kadar küçük.". Amerika'ya gittiğinde yıllar önce evlenip oraya yerleşmiş olan ablasının yanına yerleşir. Ablası onu göçmen İranlı dostları ile tanıştırır ancak işler pek yolunda gitmez. Bir taraftan İngilizce dil kursuna giden ve hep hayal ettiği gibi fotoğrafçılık yapan (özgürlüğün resimleri) Tami Amerika'da kalmasını sağlayacak bir evlilik yapmak için uygun bir İranlı aday bulamaz. Ayrıca dil kursuna giderken her gün önünden geçip kahve aldığı Starbuckstaki yakışıklı Amerikalı çocuk (Ike) da kafasını karıştırmaktadır ve vizesinin sona ereceği günler çok yaklaşmıştır.

Kitap kolay okunan bir "boş vakit öldürme" kitabı. Tatil günlerinde rahatça okunabiliyor ve kafanızı boşaltmanıza yardımcı oluyor. Kanaatimce edebi değeri olan bir kitap değil ve bol bol vaktiniz yoksa okumaya değmez. Sadece hep duyduğumuz ve içini tam olarak bilemediğimiz bir kültür hakkında bize biraz bilgi veriyor, o kadar :).

"...bir kez daha buradaki en güzel şeyin üzerinde iki defa düşünmek zorunda olmadan yaşadığım şeyler olduğunu fark ettim. Dışarıda bir erkekle oturmak ve güneşin batışını seyretmek. Hafif bir makyaj yaptığımda ya da bir erkeğe gülümsediğimde, bunun ahlaksızlık olarak görülmemesi."

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Üç Öykü - Gogol

Gogol'un Üç Öykü'sünde Petersburg Hikayelerinin en sevilen üç tanesi yer almakta: Burun, Fayton ve Palto. İlk hikaye "Burun" biraz fantastik unsurlar içeriyor. Hikayenin kahramanı bir gün uyanıyor ki burnu yok (sürekli gittiği berber burnu ekmeğin içinde bulup tıraş ederken kestiğini düşünerek korkudan nehre atmıştır). Sonra telaşla burnunu ararken onu ne hallerde görecektir! İkinci hikaye "Fayton" da rütbeli bir asker bir gün sarhoş olup, general ve mahiyetindeki subayların da bulunduğu bir partide, çok pahalıya aldığı faytonunu över ve generalin ilgisini çeker. Bunun üzerine, bir sonraki gün için generali ve mahiyetini yemeğe davet eder ancak bu daveti unutacak kadar sarhoş olmuşsa, bu işin içinden nasıl çıkacak acaba? Bilindiği üzere Gogol'un en bilinen ancak benim okuduklarım arasında en acıklı hikayesi Palto. "Palto" dünyada bir başyapıt niteliğinde kabul edilen bir hikayedir. Gogol dünya edebiyatında realizm öncülerinden kabul edilir -ki Dostoyevski realist eserleri için "Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık." demiştir- ancak bu hikayede Rusya'nın çıplak gerçekliği yanında fantastik unsurlar da yer almaktadır. Hikayenin kahramanı Akakiy Akakiyeviç, kıt kanaat geçinmekte olan kendi halinde bir memurdur ve Rusya'nın soğuk ayazında kendisini hiç ısıtmayan eski bir paltosu vardır. Yeni bir palto şiddetle ihtiyacı olan Akakiy neredeyse yemesinden içmesinden kısıtlayarak zorlukla biriktirdiği parayla mahallenin terzisine yeni bir palto diktirir. Yeni paltosunun keyfini süremeden onu çaldırır ve ilgili merciilere çalıntı palto için başvurduğunda polisler kendisiyle ilgilenmezler. Bunun üzerine daha üst merciilere - bakana- kadar çıkar ancak Bakan olayı basit bularak kendisini azarlar. Üzüntüden hasta olan Akakiy Akakiyeviç kısa zaman sonra ölür. Bu olaydan sonra, Akakiy Akakiyeviç'in ruhu şehrin çeşitli yerlerinde görünmekte ve insanların sırtından paltolarını çalıp kaçmaktadır. Ne zaman huzura kavuşacağını okuyanlar görecektir! İnsanların bin bir sıkıntıyla elde ettikleri eşyaların onların hayatında ne derece önem arz ettiğinin hikayesidir Palto.
 
"Yılda dört yüz ruble kadar gelir elde eden herkesin mücadele etmek zorunda kaldığı amansız bir düşman vardır Petersburg'da. Söz konusu düşman, her ne kadar insan sağlığına iyi geldiği söylense de, bizim ünlü kuzey ayazından başka bir şey değildir."

9 Temmuz 2013 Salı

Dönüş - Ayşe Kulin

Ayşe Kulin'in son kitabını kendime tatil kitabı yaptım. Okurken fark ettim ki, Gizli Anların Yolcusu ve Bora'nın Kitabı'nın devamı bu kitap. Okunması kolay, kumsalda güneşlenirken rahatça okunabiliyor. ancak okurken ben biraz sıkıldım! Zira hep aynı şeyler tekrar ediliyor gibi geldi, sanki baş karakter olan Derya'nın kelime dağarcığında başka sözcük yok gibi: "Annesi babası boşanan tek çocuk ben miyim? Ne yani ben çocuk muyum? Neden herkes benim iyiliğimi düşünüyor, ben düşünemez miyim?" Ki, önceki kitapları okuduğum için kitapta bahsedilen gizemli olayların benim için açığa çıkacak bir tarafı yoktu, hepsini biliyordum. Dönüş'ün baş karakteri bu kez İlhami Bey veya Bora değil, İlhami Bey'in kızı Derya'ydı. Birinci kitabı okuyanlar anımsarlar, İlhami bey uzun ve güzel evliliğine rağmen cinsel tercihi değişmiş ve hayatı resmen bunalımlara sürüklenmiş bir kişiydi. Eşi kızını da alıp kendisini terk edip gittiğinde acılarıyla baş başa kalmıştı. Bu kitapta, bu olayların devamını Derya'dan öğreniyoruz. Annesiyle beraber Londra'ya giden ve orada üniversiteye başlayarak kendisine yeni bir hayat kuran Derya, babasının neden kendisini arayıp sormadığını merak etmektedir - kendisinin olanlardan haberi yok-. Günün birinde, tesadüfen bulduğu bir mektupla babasının izini sürer ve kendisini Urla yakınlarında bir bağda şarapçılık yaparken bulur ve geçmişte yaşanan olayları kendisiyle yüzleşir. Bu kitapta yeni bir karakter giriyor devreye: Derya'nın babasını bulmasına yardım eden Mimar Hakan. Bir sonraki kitabın bu gizemli karakter Hakan'ı anlatacağını tahmin ediyorum niyeyse. Bu kitaplar böyle dallanıp budaklanacak galiba.
 
Gizli Anların Yolcusu ve Boranın Kitabı'nı okumayanlar için çekici bir kitap olabilir. Ancak ben öğrenilecek herşeyi bildiğimden bana heyecanlı gelmedi okumak.
 
"...tüm eşcinsel arkadaşlarıma gösterdiğim kabullenmeyi, sevgiyi, anlayışı, sessiz kalarak, yüzüne bakmayarak babamdan esirgemekteydim. Londra'da okumaya yollandığım on beş yaşımdan beri bende hiçbir ayrıcalık duygusu yaratmayan, tepki uyandırmayan eşcinsellik, konu babam olunca niye dehşete düşürmüştü beni?...Birden utandım kendimden. İkiyüzlülüğümden, bencilliğimden utandım, rahatsız oldum." 

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Görünmez Kadınlar Ülkesinde - Qanta Ahmed (In the Land of Invisible Women)

Kitapta Suudi Arabistan'da bir yıl geçiren Müslüman bir kadın doktorun bu görevi sırasında edindiği tecrübeler ve Suudi Arabistan anıları anlatılmaktadır. Doktor Qanta Ahmed Pakistan asıllı bir İngiliz vatandaşıdır ve iyi bir tıp eğitiminin ardında Amerika'da uzmanlık alarak ünlü hastanelerde çalışmıştır. Ancak Amerika'da oturma izni yenilenmeyince ve Suudi Arabistan'da Kral Fahad Ulusal Savunma Hastanesinden oldukça dolgun bir maaşla kendisine doktorluk teklif edildiğinde, dışarıdan gizemli görünen bu ülkede biraz zaman geçirmenin kötü bir fikir olmadığını düşünür (kapitalist dünya). Ülkeye adım attığı andan itibaren eğitimli, birkaç dil bilen, tanınmış bir uzman doktor olmasına rağmen üzerinde taşıdığı "bayan" kimliğinden dolayı Suudi Arabistan'da nasıl görmezden gelindiğini fark eder. Aslında, Qanta yine şanslıdır. Zira çalıştığı hastane ülkenin en büyük ve kraliyet ailesinin de tedavi edildiği, Ortadoğu'nun ünlü doktorlarının çalıştığı bir hastanedir ve askeri bölge içinde yer aldığından, bulunduğu sınırlar içinde rahatça davranıp yaşayabilmektedir. Ancak askeri bölgenin sınırları dışına çıktığı anda karşılaştığı yoğun baskı oldukça rahatsız edicidir: çarşaf giyme mecburiyeti, yalnız taksiye binememe, ahlak polisleri tarafından sürekli sorgulanma, akrabası veya kocası olmayan bir erkekle kamuda görüşememek vb. Açıkçası Qanta bulunduğu bu değişik ortamı çok iyi gözlemlemiş ve kitapta güzel tespitler yapmış: "Kocam peçesiz olmama müsaade ediyor" Nasıl yani, bu kadın ahlak polisine kendi otoritesini değil başka bir erkeğin otoritesini sunuyordu!

Kitapta gördüğüm kadarıyla son zamanlarda Suudi Arabistan'da kadınların sosyal hayata ve çalışma hayatına dahil olması için ilerlemeler kaydedilmekte ve bazı eğitimli ailelerden gelen veya eğitim almış erkekler de buna canı gönülden destek vermektedir. Ancak, benim dikkatimi çeken bir nokta, Qanta'nın meslektaşı olan Suudi kadın doktorların "hepsinin" çok zengin ailelerden gelmiş olduğu ve İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri veya Kanada'da tıp eğitimi almış olduklarıdır. Qanta bu konuya değinmedi ancak tahminimce halihazırda Suudi Arabistan'da yalnızca zengin ailelerin kızları iyi bir eğitim alabilmektedir. Ayrıca Suudiler kendilerinden olmayanlara karşı (özellikle Güney Asyalı, koyu tenli veya daha sefil Arap ülkelerinin vatandaşları) küçümseyici davranışlara sahipler. Pakistan kökenli Qanta da birkaç yerde bu faşist davranıştan nasibini alıyor. İçeriden asla bilemeyeceğimiz bir ülke hakkında oldukça bilgi veriyor bu kitap. Tek diyebileceğim, Qanta'nın anlattıkları buz dağının görünen kısmı. Kanımca Suudi Arabistan'da kadın olmak bu kitapta anlatılandan daha da fazlası.

"Suudi ve Arap meslektaşlarımın gözünde garip bir varlıktım ben. Kadın bedeninde erkek, Müslüman adı altında bir Batılıydım. Belirlenmesi imkansız bir konumum vardı."

27 Haziran 2013 Perşembe

Su Çürüdü - Ahmet Telli

"Su Çürüdü" Ahmet Telli'nin 1980-1982 yıllarında yazdığı şiirlerinin toplandığı bir kitap. Lise yıllarımda tarih öğretmenimden ilk olarak adını duymuştum, kitap fuarına geldiğini öğrendiğimde de şiir dinletisine katılarak edindiğim bir kitabı kendisine imzalatabildim. Şiirleri okumaya yeni fırsat buldum, beğendim. Tabi, okurken şiirlerin otuz yıl önce yazıldığını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Zira yaşanılan bazı olumsuzluklar/karamsarlık şiirlere hakim. Aştan bahsettiği bazı dizeler de var: "Hayır! yetmiyor aşkları / ayrılıkları ve büyük / serüvenleri anlatmaya / iyi bir şiir bile bazen.". Pek çok şiirinde bir "SERÜVEN" den bahsedilir. Hep bir serüven yaşamak istiyor gibi şair, sanki yaşadığı hayat ve tecrübeleri kendisine yetmiyor gibi: "...Mekan tutmak ve her akşam aynı ufukta / güneşin batışını görmek ölümdür biraz / ölümdür biraz hep aynı yatakta / aynı kadınla sevişerek sabaha varmak / kitapları hep aynı raflara sıralamak / aynı eşyayı kullanmak eskimektir biraz / soluk soluğa yaşamalı insan / her sabah yeni bir şeyler görebilmeli / ve cehenneme dönse de bütün bir ömür / mutlaka bir şeyler değişmeli her gün..." Kitabın adı ise bir şiirden gelmiyor. Şairin yetmiş iki saat bir hücrede kapalı tutulduğu dönemde yazdığı (su bile çürüdü) kısa bir yazının adı. İnce bir kitap olması dolayısıyla okumanız çok zamanınızı almayacaktır. Tavsiye ederim.
 
Bu kentte sorular yasaklanmıştır
böyle diyorlar fısıldarcasına ve ürkek
ve diyorlar ki gidip anlatılsın bir kez
çare düşünsün tarih denilen bilici
......
ve sen ey bilici de ki:
bu masal çok anlatıldı önceleri
çocuklar da susturuldu her defa
karartıldı evlerin bütün ışıkları
 
ve direnmeyi bilmiyorsanız
kül olun savrulun dağlara taşlara
belki hayat yeniden fışkıracaktır o zaman
bu kentin ışıksız varoşlarından
......

22 Haziran 2013 Cumartesi

Mevlana'dan Yansımalar

Kör cehalet çirkefleştirir insanları !
Suskunluğum asaletimdendir....
Her lafa verilecek bir cevabım var...
Lakin bir lafa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye.

Mevlana Celaleddin Rumi

 

19 Haziran 2013 Çarşamba

1984 - George Orwell

Uzun süredir okumayı istiyordum, nihayet amacıma ulaştım. Hakkında pek çok şey duyduğum kitabı özellikle Türkiye'de son yaşananların da etkisiyle okudum. Bilindiği üzere, 1984 George Orwell'in distopik bir dünyada geçen politik bir romanı. Kitaba ilk başladığımda sayfalarca baş kahraman Sir Winston'un gözlem/duygularıyla başbaşa bırakılıyoruz ancak kitap hep böyle sıkıcı ilerlemiyor. Hatta bazı bölümleri oldukça düşündürücü ve heyecanlı. Okyanusya adı verilen ülke tek bir parti tarafından yönetiliyor ve partinin başında "Büyük Birader" (Big Brother) var. Tele-ekranlar (bu ekranlar hem görüntü verici hem de alıcı - yani izlenebiliyorsunuz da aynı zamanda) mütemadiyen parti propagandası yaparak, yalan haberlerle dış parti üyelerini etkisi altında tutmaya çalışıyor. Her mekanda bu Büyük Birader'in (gerçekten yaşayıp yaşamadığı belli değil) resimleri var ve her posterin altında aynı uyarıcı yazı: Big Brother is watching you!. Kitapta insanlar daha az düşünsün diye kısaltılmış kelimelerden oluşturulan ve yeni söylem adı verilen henüz gelişme çağında yapay bir dil var. Mesela Gerçek Bakanlığı Gerbak, düşünce suçu, suçdüşün ve düşünce polisi, düşpol olarak biliniyor ve bu şekilde kelimeler her geçen sene arttırılmaya devam ediliyor. Kahramanımız Winston Gerbakta çalışan bir dış parti üyesi ve görevi iç parti üyelerinin emriyle gazetelerin arşivlerini geriye doğru tarayarak geçmişte kalan haberleri manipule edip değiştirmek. Böylece geçmiş arşivler değiştiriliyor ve kimse bir daha olayları olduğu gibi anımsayamıyor. Bu durum ger geçen gün Winston'u daha fazla düşünmeye sevk ediyor ve zamanla kendisini partinin isteklerinin tam tersini yaparken buluyor. Ancak hiç kimse yıllardır despot rejim altında içlerine işlemiş korkudan tam olarak sıyrılamıyor. Hikayenin çok iyi kurgulanmış olduğunu düşünüyorum ve okumayı seven ve henüz okumamış herkese tavsiye ediyorum. İşte bu söz de hikayenin ana fikrini oluşturuyor:
 
"Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar." (He who controls the past controls the future. He who controls the present controls the past."