Powered By Blogger

31 Aralık 2017 Pazar

Bilmemek - Milan Kundera

Daha önce Milan Kundera'dan Yaşam Başka Yerde kitabını okumuştum, burada da bahsetmiştim. Bu kez Beyoğlu Sokak Festivali'nden almış olduğum Bilmemek düştü kısmetime. Milan Kundera'yı bilen bilir, seven de çok sever ancak ben ilk kitabına yeterince ısınmamış biri olmama rağmen bu kitabı inanılmaz beğendim. Avrupa tarihi ya da Çek Cumhuriyeti'nin yakın tarihi hakkında çok bilgim olduğu söylenemez ancak içinde bulunduğumuz dönem itibariyle "göçmenlik" ya da "yurtsuzluk" hakkında empati yapabilecek durumdayız biz de. Bu yüzden olsa gerek, hikayenin göçmen psikolojisine gidenler ve kalanlar açısından bakışını ve duygu aktarımını etkileyici buldum. Kitabın hikayesi de 1968'de Prag'dan Avrupa'nın çeşitli ülkelerine iltica eden kişilerin hayatlarını konu alıyor. Bu insanlardan birisi olan Irena eşiyle birlikte Paris'e gidip tüm hayatını kendisini zerre anlamayan insanlar arasında geçirenlerden. Yıllar sonra  soğuk savaş sona erip Avrupa'da artık eski rüzgarlar esmediğinde eski vatanını ziyaret etmeye başlar. Eşi vefat ettiği ve çocukları da kendi hayatlarını kurduğu için kimseye karşı bir sorumluluk hissetmeyen Irena, bu yolculuklardan birinde geçmişinden hayal meyal anımsadığı Josef ile havaalanında karşılaşır. Havaalanı karşılaşmasından sonra Prag'da görüşmek için sözleşen Irena ve Josef' için bu olayla birlikte kendi geçmişleri ile hesaplaşmaları dönemi başlayacaktır. Herkesin kendi kültürüne yabancılaşmasının deneyimi birbirinden farklıdır, bu farklılığın nedeni belki de herkesin özleminin ve beklentilerinin farklı olmasıdır.

Milan Kundera kadın ve erkek doğasını çok iyi anlayan ve tüm netliğiyle bunu yazıya aktarabilen bir yazar. Yurtsuzluk/gurbet/unutma/unutulmaya dair her şeyi cinsiyetler üzerinden çok iyi anlatmış. Zaten kendine yabancılaşma konusunu vatanından sürgün edilen bir yazardan daha iyi kim anlatabilir ki? Bu arada, yakın zamanlarda okuduğum kitaplarda (Narkissos'un Düşüşü - Elia ile Yolculuk - Bilmemek) temel konu olarak "İthaka'ya Dönüş"ten bahsedilmesi özellikle dikkatimi çekti. Ya bu konu yazarların çok ilgisini çekiyor ya da gerçekten ilginç bir tesadüf yaşadım. Belki de Odysseus'u okumanın zamanı gelmiştir,  ya da hayatın en güzel tarafının yolculuğun kendisi olduğunu anlamak için benim de İthaka'ya yol alma vaktim gelmiştir. İyi okumalar!

"Ardımızda bıraktığımız zaman daha geniştir, bizi geri dönmeye çağıran ses daha karşı konulmazdır. Bu deyişte keskin gibi bir hava var, ama yanlış. İnsan yaşlanır, sonu yaklaşır, her an git gide kıymetlenir ve anılarla kaybedecek zaman yoktur. Nostaljinin matematik çelişkisini anlamak gerekir; ilk gençlikte, yaşanan hayatın hacmi tamamen anlamsızken nostalji en güçlü noktasındadır."

Narkissos'un Düşüşü kitabı hakkındaki yorumlarım için:
Tıklayınız

Elia ile Yolculuk kitabı hakkındaki yorumlarım için:
Tıklayınız

28 Aralık 2017 Perşembe

İnce Memed - Yaşar Kemal

Bu kitabı daha önce sosyal medya üzerinde yapılan bir çekilişe katılmam neticesinde başka bir arkadaşın hediyesi olarak elde ettim :). Daha önce de bahsetmiş olabilirim, Yaşar Kemal'i severim, lise yıllarımda da okul kütüphanesinden alıp bazı kitaplarını okumuştum ancak İnce Memed serisini okumaya hiç fırsatım olmamıştı. Bu kitap ile kıvılcımı başlattım, biraz zaman geçince serinin devam kitaplarını da okuyacağım. İlk kitapta, Cumhuriyetin ilk yıllarında, henüz devlet otoritesi tam anlamıyla kurulamamışken Çukurova'daki köylülerin ağalıkla ve haksızlıkla mücadelesi anlatılmaktadır. Çukurova'da çakırdikenleri ile çevrili Değirmenoluk Köyü'nde yaşayan İnce Memed'in kendi halindeki hikayesi, köyün ağası Abdi Ağa'nın sürekli kendisine ve annesine zulmetmesiyle bir efsanaeye dönüşür. Ekip biçtikleri toprakları bile olmayan köylülerin de harman ettiği tahıllar harman sonunda elinden alınarak kendilerine kışın yarı aç yarı tok kalacak kadar bir tahıl bırakılır. Ağa ile mücadele ederken gizlice gidip gördüğü kasaba halkının rahatını ve özgürlüğüne de hayran olan İnce Memed'in gözünde yavaş yavaş bir ışık parlamaya başlar. Ağalık düzeni ekmeğinden elini çekmeden bir de onuruna ve sevdasına el uzatmaya başlayınca İnce Memed geri dönemeyeceği kararlar almak zorunda kalır. Anadolu halkının geri kalmışlığına ve ağalık sistemine karşı yapılan isyanın hikayeyesi böylece başlar.

Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş en iyi eserleri arasında gösterilen İnce Memed, Yaşar Kemal'in ilk romanlarından birisi olmasına rağmen baş yapıtı olarak değerlendirilmiştir. Bulgarca ve Rusça ile başlayarak kırktan fazla dile çevrilen eser, 1984 yılında İngiliz yazar Peter Ustinov tarafından "Memed My Hawk" adıyla sinemaya da uyarlanmıştır. Yaşar Kemal'in bir röportajında bu kitabı ilk yazdığında kendisine yayın hakları için ödenen para ile içinde bulunduğu sefaletten kurtulduğunu belirttiğini okumuştum. Demek ki hem okuyucusunu hem de yazarını mutlu eden bir eser İnce Memed. Yazar kitabın devam kitaplarını yaklaşık kırk yılda bitirmiş, bu kadar emek harcanmış bir eseri okumalısınız d,ye düşünüyorum. Yaşar Kemal'in duru Türkçesi ve gerçekçi betimlemeleri ile gözünüzde canlanan hikayeyi okumayı çok seveceksiniz. İyi okumalar! 1955 yılında yayınlanan İnce Memed Yaşar Kemal'in ilk kitaplarından biridir, yayınlandıktan sonra 1956 Varlık Roman armağanını kazanan eser pek çok dile de tercüme edilmiştir.

"'Bana bak kardeş' dedi, 'insanların üstüne çok varmamalı. Öldürmeli, dövmeli ama üstlerine çok varmamalı. Donsuz, çırılçıplak, köyüne, evine girmesi bir adama ölümden zor gelir. İşte bunu yapmamalı. İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli. Ben Abdi Ağadan biliyorum. Yoksa... Korkmalı insanların bu tarafından. Aşağı görmemeli insanları..."

20 Aralık 2017 Çarşamba

Cemile - Cengiz Aytmatov

Ben bu kitabı üniversiteye ilk başladığım yıl almıştım, aslında Aytmatov'dan ilk aldığım ve okuduğum eser de bu. Evdeki kitapları kolilerken elime geçince kısa bir kitap olduğundan tekrar okudum. Cengiz Aytmatov'un ilk eserlerinden birisi olan Cemile, 1958 yılında yazılmış ve çok sevilerek birkaç yıl içinde farklı dillere çevrilmiş. Hatta Fransız şair Louis Aragon kitabın hikayesi hakkında "Dünyanın en güzel aşk hikayesi" şeklinde bir yazı bile kaleme almış. Aslında ben Aytmatov'un daha güzel kitaplarını okudum, hatta daha içten aşk hikayelerini de okudum. Bu nedenle Louis Aragon ile tam anlamıyla aynı fikirde olamasam da, kitabın saf bir aşk hikayesi barındırdığını da söylemek mümkün. Bu saflık Cemile'nin hikayesinin kocasının küçük kardeşi tarafından anlatılması ve Cemile'nin onun ilk aşkı olmasında yatmaktadır. Köyün varlıklı bir ailesinin gelini olan genç ve güzel Cemile, kocasının İkinci Dünya Savaşı için askere alınmasının ardından kayınvalidesi ve kocasının küçük kardeşi ile yaşamaya devam eder. Bir süre sonra köydeki erkeklerin savaşa gitmesi nedeniyle doğan ihtiyaç sonucu erzak taşıma işine de gidip gelmeye başlar. Savaştan yaralı olarak dönen bir bir bacağı sakat olan Daniyar da erzak taşıma işindedir. Cemile ile Daniyar bir süre sonra yakınlaşmaya başlar, kimsenin fark etmediği bu yakınlık yalnızca kocasının kardeşinin gözünden kaçmaz. Cemile'nin kocasının askerden dönüş günü yaklaştıkça, Cemile bir seçim yapması gerektiğinin farkına varır.

Aytmatov'un bu aşk hikayesi her ne kadar sıra dışı bir kurgu barındırmasa da, yazarın anlatış tarzı nedneiyle okuyucuda iz bırakıyor. Aytmatov'un kullandığı kelimeler ve hikaye anlatıcısının "ressam" sıfatını başarılı şekilde kullanması yaşananlara daha renkli ve canlı bir izlenim katıyor. Aytmatov okuyanlar bilirler, kendisi Kırgız kültürünü, kırsal kesimdeki insanın günlük hayatını, halk hikayelerini ve masallarını anlatmayı çok sever, bu eser de kırsaldaki halkın günlük hayatını iyi bir şekilde yansıtanlardan! İyi okumalar!

"... Belki siz de o memleketlere gittiniz. Cemilem, hiç arkana bakmadan bozkırda yürüdün gittin. Yoruldunsa, kendine olan inancını kaybettinse eğer, Daniyar'a dayan. O sana aşk, toprak, hayat üstüne düzülen türküsünü söylesin! Bozkır kımıldamaya, bütün renkleriyle oynamaya başlasın! O ağustos gecesini hatırla! Haydi Cemile, hiç pişman olma. Elde edilmesi zor olan mutluluğuna kavuştun!"

10 Aralık 2017 Pazar

Mısır Mitleri - George Hart

Bu kitabı da Mısır seyahatimizden önce hem fikrim olması açısından hem de ilgimi çektiği için aldım ancak genel itibariyle beklentilerimi karşılamadı. Kitap güzel bir çalışmanın ve birikimin ürünü, bu gerçek su götürmez. Ancak bazı yerlerin inanılmaz detaylı (isim, tarih, mekan) olması ve paragrafların uzun ve edebi bir dille yazılmış olması nedeniyle okurken sıkıldığım bölümler oldu. Sonuçta ben biraz da zevk almak için kitap okuyorum, ders kitabı niteliğinde yazılmış bir eserden sıkılmam normal. Mısır tanrıları arasındaki gündelik yaşamın hikayeleştirip anlatıldığı bölümler ise hoşuma gitti. Uzun bir kitap değil, içinde yer alan mitler eski Mısır uygarlıklarının kurulduğu Heliopolis,  Hermopolis, Teb şehri gibi yerlerin yaradılış efsaneleri ile başlamaktadır. Her ileri uygarlık gibi, Mısırlılar da evrenin ilk yaradılışı üzerine kafa yormuş ve hayatın başlangıcını açıklayabilmek için bazı teoriler ortaya atmışlardır (her şey mutlak yaratıcı Ra-Atum ile başlamış ve Shu, Tefnut, Nut ve Geb ile devam etmiştir). Nedense ilk ve kadim tanrılar genelde sessiz kalmayı tercih ettiklerinden  Osiris, İsis, Horus, Hathor, Seth veya Amon-Ra kadar tanınmamaktadır. Bazıları kadim tanrıların çocukları olan diğer tanrıların kendi aralarındaki ilişkiler kitapta anlatılan diğer mitleri oluşturmaktadır: Osiris'in öldürülmesi, Horus'un intikamı, İsis hakkındaki hikayeler, Felaket ve Aşk mitleri, Büyülü Ada gibi. Kitap Eski Mısır hayranlarına güzel çalışma sunmaktadır.

Kitabın yazarı George Hart Eski Mısır bilimcisi ve bu konu üzerinde British Museum'da otuz yıldan uzun süredir çalışmaktaymış. Ayrıca Eski Mısır hakkındaki kazılara katılarak, bu konudaki çalışmaları ile editörlük ve tarih vakıflarında kurucu üyelikleri bulunuyor. Bu kitaptaki çalışmalarının bir kısmı da kendi çevirdiği papirüslerdeki hikayelere dayanmaktadır. Tabi hikayelerin aniden kesilmesi veya mantıksız bir şekilde ilerlemesi muhtemelen kendi hatası değil zira papirüsler ya kayıp ya da bazı bölümleri silinmiş olarak günümüze gelmiş. Bu arada kitabı okurken tanrıların kendi aralarındaki diyalogları & savaşları bana biraz tanıdık geldi, sanki bazı din kitapları bu tanrıların efsanelerini alıp bize aktarmış gibi bir duygu yaşadım. Meraklılarına iyi okumalar!

"... Zaman geçtikçe Mısırlı şair-rahipler yine Amon'un açıklanamazlığını yorumlamaya çalışmışlardır. Amon'un gizemi isminde saklıdır; zira onun özü algılanamazdır, o, iç doğasını işaret eden herhangi bir sözcükle adlandırılamazdır. Dolayısıyla Amon adı altında yatan anlam "saklı-lık" veya belki "kendini saklayan" olabilir. Onun kimliği o kadar gizlidir ki, diğer hiçbir tanrı onun gerçek ismini bilmez. ... Amon'un kimliği hakkında bilgi edinmeye çalışmanın cezasının ölüm olduğu açıkça belirtilmiştir."

28 Kasım 2017 Salı

Yaban Muzu - Jose Mauro De Vasconcelos

Geçtiğimiz hafta, Beyoğlu Sokak Festivali'nden iki kitap aldım, bir tanesi de Vasconcelos'un "Yaban Muzu" kitabıydı. Vasconcelos, konuyu kafasında toparlayınca bir çırpıda kitap yazabilen bir yazar olarak tanımlar kendisini, bu nedenle olsa gerek bir çırpıda da okunur. Vasconcelos'u okuyan herkes gibi ben de kalemini ve hikayelerini çok severim, bunu da sevdim elbette ama ne yalan söyleyeyim bazı bölümleri etkileyici olsa da bu kitaptan "Şeker Portakalı" kadar etkilenmedim. İçinden şarkılar söylemeyi beceren Zeze'den farklı olarak, Yaban Muzu (Banana Brava) Brezilya'daki elmas madenlerinde yarı aç yarı tok çalışan işçilerin hayatından kısa bir kesit sunuyor. Bu işçilerden kitaba konu olan iki tanesi ise genç Joel ve hayattaki deneyimi her açından Joel'den fazla olan ve onu oğlu gibi gören Gregorao. Karşılaştıklarından bu yana birlikte yaşayan ve her işi beraber gören bu ikilinin yolu bir gün kendi kaderinin peşine düşen Joel'in sessizce gitmesiyle ayrılır. Çalışmak için Brezilya'nın en acımasız Garimpo'larından birine, Banana Brava'ya doğru yola çıkan Joel'in başına ise gelmeyen kalmaz. Hem çetin doğası hem de acımasız işçileri nedeniyle Garimpo'larda hayatta kalmanın ne kadar zor olduğunu fark eden Joel yine de yılmayacak ve hayata devam etmek için kendince intikam planları yapacaktır. Aylar sonra tesadüfen bazı tesadüfler kaderini etkileyecek olsa da, geçmişi unutmayan kişiler kendisini ve en yakın arkadaşını bazı seçimler yapmaya mecbur bırakacaktır.

Kitap ilk başta bana "Fareler ve İnsanlar"ı ve oradaki işçileri anımsattı ancak daha sonrasında kitabın ikinci bölümü olan Yazgılar'a başlayınca sanki bilinç akışı gibi ilerleyen olaylar birbirini izledi. Okuması heyecanlı bir kitap olduğunu düşünüyorum ancak bu kadar sert ve çarpıcı konuları herkes okumak ister mi onu bilemiyorum. Ben Vasconcelos'u sevdiğim için size de tavsiye ederim, iyi okumalar!

"Joey afalladı kaldı. Zenci dürüst adamdı. Ya kendisi neydi? Onun yüzünden, dört adam günlerce içerde kalacak ve sırtları yedikleri sopalardan yarılacaktı. Ağızlarından fışkıracak her iniltide, belki daha sonra uğursuz bir öç şarkısı oluşturacak sonsuz bir lanetleme bulunacaktı."

21 Kasım 2017 Salı

Narkissos'un Düşüşü - Takis Theodoropoulos

Bursa seyahatimde arkadaşımın kitaplığından okumak için iki kitap almıştım, bir tanesi de buydu. Kitabı kısa sürede okudum ve bitince bir an "Ne okudum ya ben?" afallaması yaşadım. Hikaye bir yerde tekdüze anlatımla sıkıcılıktan uykumu getirirken, başka bir bölümde aniden adrenalin yaşatacak şekilde kurgulanmıştı. Takis Theodoropoulos'un dilimize tercüme edilen ve buram buram Ege kokan bu ilk kitabının ana karakteri Atina'da yaşayan, hayatının ilk kırk yılını geride bırakmış ve artık dağılan hayatını nereden toparlayacağını bilmeyen Andreas Giyonis. Andreas, eşinden ayrılmış ve yeni yeni ergenlik bunalımlarına girmeye başlayan kızı ile arada bir görüşen, tam olarak hayattan ne istediğini bilemediği için yazar olmasına rağmen yayıma çıkacak kitabını henüz tamamlamamış bir adam. Bir de tüm bunların üzerinde yarı Yunan yarı Amerikalı Chryssa'ya aşık olunca içinde bulunduğu kararsızlık durumu iyice artar. Maddi sıkıntılarının yanında Chryssa'nın aşırı heyecanlı hayatı da kendisini biraz yıpratır. Her şey sıradan bir şekilde ilerlerken, bir gün birdenbire kendisini uluslararası bir kaçakçılık olayına karışmış olarak bulur. Hayatına anlam katabilmek için değiştirmeye çalışırken muhtemelen bu kadarını kendisi de tahmin etmemiştir. Andreas'ın kaçtığı kişi artık sadece "kendisi" değildir ama hayat bazı insanları umulmadık zamanda umulmadık hediyeler de verebilmektedir.


Andreas Giyonis'i kime benzetebiliriz diye düşünüyorum, tam anlamıyla budur diyemesem de, Albert Camus'un Mersault'u kadar hayata boş vermiş bir yanı vardı. Bu nedenle bu karakteri kitapta okumak veya filmde izlemek ayrı bir keyif verebilse de, gerçek hayatta böyle biriyle arkadaş veya sevgili olmayı kimse istemezdi diye de düşünmemek elde değil. Bu arada yazarın Elia Kazan'ın filmlerinden veya Kazancakis'in kitaplarından yeri geldikçe bahsetmesi ve ara ara Yunan Mitolojisine atıf yapılması da beğendiğim diğer yönlerden. Genel itibariyle ise, çok beğendiğim bir kitap olamadı maalesef, daha iyilerini okumuştum. Merak edenler için iyi okumalar!
 
"Geçmiş; belleğin en dolambaçlı kıvrımlarından, bedenin özümsediği anılara kadar, hepimizin ruhumuzun derinliklerinde sakladığımız bu yaşanmışlık, yaşamın gerçekleşmiş bölümü, şaşkınlığın düzeninde yerini bulabilmiş bir kesitidir... Şimdiki zaman hep somut, kesin kurallarla belirlenmiş, dolayısıyla duyarsız olduğundan, özgünlüğümüzü oluşturan geçmiş zamandır."

10 Kasım 2017 Cuma

Binbir Gece Masalları - Orta Doğu Halk Masalları

Okuma yazma öğrenmeye başladıktan sonra muhtemelen ilk okuduğumuz/duyduğumuz kitaplar arasındadır "Binbir Gece Masalları". Aslında özgün hali daha detaylı ve didaktik olsa da, sadeleştirilmiş haliyle çocuk kitabı olarak da basıldığı olmuştur. Her ne kadar bu masallar İngilizceye "Arabian Nights"adıyla tercüme edilmiş olsa da, Arap masalları adı kitap muhteviyatı için yetersiz kalmaktadır. Binbir Gece Masalları yüzlerce yıllık bir birikimle Çin'den Hindistan'a, İran'dan Arap topraklarına kadar pek çok kültür ve geleneği içinde barındırmaktadır. Bazı kaynaklara göre, ilk kez ortaya çıktığı yer İran topraklarıdır ki temel hikayenin kahramanlarının isimleri Farsça olduğundan doğru bir bilgi olduğunu tahmin etmekteyim. Bildiğiniz üzere, Binbir Gece Masallarının temeli, İran Şahı Şehriyar'ın karısının sadakatsizliğiyle başlamaktadır. Kadınlara ve aşka karşı inancı sarsılan Şehriyar, her gece başka bir genç kadınla evlenerek her sabah bu kadınları öldürmektedir. Ülkesindeki kadınları Şah'ın bu zulmünden kurtarmak isteyen vezirin kızı Şehrazat, Şah ile evlenerek, ilk geceden başlayıp her gece Şah'a farklı bir masal anlatmaya ve bu masalları en heyecanlı yerinde bırakmaya başlar. Her sabah, gece Şehrazat'ın yarım bıraktığı masalın sonunu merak eden Şehriyar karısını ertelemeyi bir gün daha erteler. Ve bu masallar bin bir gece boyunca devam eder. Neler yoktur ki bu masalların arasında? Alaaddin'in Sihirli Lambası, Balıkçı ile Cin, Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Gül Gülüşlü Perizad...

Binbir Gece Masalları'nı hangi kaynaktan okuyacağınız konusunda herhangi bir tavsiyede bulunamıyorum zira pek çok yayınevinden sadeleşmiş halde veya özgün halinde yakın şekilde seçme masallar alınarak basılmış, rahatlıkla bulabileceğiniz pek çok kopya bulunuyor. Belki dikkatinzi çekmiştir, tüm masalların toplandığı kitap sayısı oldukça az, tahminimce ciltler dolusu olunca pek tercih edilmediği için basılmıyor (bir rivayete göre asıl eser otuz ciltten oluşuyor). Bunun nedeni, Doğu mitolojisine göre tüm masalları okuyan kişinin aklını kaybedeceği inancı da olabilir. Siz yine de bulabilirseniz okuyun hepsini :). Bilirsiniz Doğu halkı böyle mistik hikayeleri/ gizemli inançları çok severler. İyi okumalar!

"Ey bilge ve güzel Şehrazad! Bunca hikayeyle beni eğittin ve başkalarının başından geçen ibret dolu olayları sanki ben yeniden yaşadım. Evvelki şahların, sultanların ve bilge kişilerin söylediklerini naklederek ufkumu genişlettin. Bin bir gece boyunca, tatlı dilinden dökülenleri dinleyerek büyük değişimlere maruz kalan bedenim ve kişiliğim, artık bambaşka bir gözle hayata bakabilmeyi, senin sayende öğrenmiş bulunuyor. Ey bilge kadın, seni bunca bilgelik ve tatlı dille donatmış, güzelliğini verirken cömertliğini göstermiş olan yüce yaradana şükürler olsun!"

30 Ekim 2017 Pazartesi

Keşanlı Ali Destanı - Haldun Taner

Bu epik oyunun adını duymayan yoktur, hatta çoğunuz tiyatroda veya TV'de mutlaka izlemişsinizdir zira bu eserin filmi de dizisi de yapıldı. Ben daha önce tiyatrosuna hiç gidememiştim, filmini de izleme fırsatım olmadı, dolayısıyla hikayesini bilmediğim için kitabı zevkle okudum. Haldun Taner muhteşen bir oyun yazarı, hikayesi okuyucuyu hemen avucunun içine alan bir akıcılıkta ilerliyor, bu nedenle yayınlandığı günden bu yana çok sevildiğini düşünüyorum. İlk olarak 1964 yılında Muammer Karaca Tiyatrosu'nda seyirci önüne çıkan eser, büyük beğeni toplamış hatta farklı dillere tercüme edilerek dünyanın pek çok ülkesinde de sergilenmiştir. İzleyenlerin bildiği üzere, hikayenin kahramanları cinayetten dokuz yıl hüküm giymiş ve dört yıl sonra afla çıkmış olan Keşanlı Ali, sevdalısı Zilha ve gecekondu mahallesinde (Sineklidağ) yaşayan diğer kondululardır. Sineklidağ büyük bir şehrin dışına yerleşmiş gecekondulardan oluşan, kendi kuralını kendi koymuş ve siyasetçilerin seçimden seçime oy almak için uğradıkları varoş bir semttir. Bu nedenle olayı da eksik olmaz kabadayısı da. Keşanlı Ali de gecekondululara haraç kesen son kabadayıyı öldürmekten yargılandığı için kondulular gözünde bir kahramandır. Sineklidağ halkının Keşanlı Ali'yi muhtar seçerek tüm sorunlarından kurtulabileceklerine dair umutları vardır. Ancak öngöremedikleri konu Keşanlı Ali'nin umutsuz sevdası için her şeyi yapabilecek olduğudur.

Eğer kitabı okumak isterseniz size tavsiyem YKY'nin son baskısını almanızdır. Bu eser yalnızca oyundan ibaret olmayıp, Türk ve yabancı basında oyun hakkında yazılan yazılar, 1964 yılında yapılan ilk galasından fotoğraflar, oyuncuların Haldun Taner ile olan anıları, Amerika'da yazılan ve Haldun taner ile efsanevi epik tiyatro yazarı Bertolt Brecht'i karşılaştıran bir doktora tezinden alıntı ve tiyatro afişlerinin koleksiyonundan oluşuyor. Bu arada, ilk sahnelenen oyun Genco Erkal desteği ile Gülriz Sururi ve Engin Cezzar tarafından canlandırılmıştır, muhtemelen bu kadar başarılı oyuncular tarafından sahnelenmesi oyunun şanını arttırarak uzun yıllar gündemde kalmasını sağlayan bir etkendir. Günümüzde Avrupa tiyatrolarında yıllarca sahnelenen ve bu kadar övülen bir Türk eseri var mı gerçekten merak etmekteyim.

Hoş dostum diye başlayım söze/Hoş olsun beyler kıssamız hisse
Şu suret Keşanlı Ali'yi gösterir/Destanı var işte her yerde söylenir
Gel gör bakalım neymiş bu destan/On beş fasılda edelim beyan

23 Ekim 2017 Pazartesi

Kocan Kadar Konuş - Şebnem Burcuoğlu

Kitabı uzun süredir iş yerinde stantta satılacaklar arasında gördüm, ben de son okuduğum kitaptan sonra hem eğlenceli olur hem de kafa dağıtır düşüncesiyle geri yerine koymak maksadıyla alıp okudum. Kitabı okurken artık bu tür konulardan çok sıkıldığımı fark ettim. Türk kadını veya onun "evlenme" mevzuunda haddindan fazla espri yapıldı ve artık ne yazık ki kabak tadı vermeye başladı benim için. Aslında bu kitabı okurken bazen eğlendim, bazı esprileri beğendim ancak yazarın tüm kitapta baş karakterin iç sesi ile hep aynı konularda espri yapması artık bir noktada bir an önce kitabı bitirme isteği uyandırdı. Belki filmini izlemişsinizdir ya da bir şekilde kitabın konusu hakkında bilginiz olmuştur. Kitabın ana karakteri otuz yaşına gelmiş, tüm arkadaşları evlenen ancak kendisinin henüz düzenli bir ilişkisi dolayısıyla evlenme ümidi olmayan  Efsun. Ailesinin, kız kardeşlerinin ve kuzenlerinin baskısı ile kendi hayatına/ilişkilerine dair davranışlarını gözden geçiren Efsun, yeni ilişkisinde "kendisi gibi" davranmamaya karar verir. Yıllar sonra lise aşkı Sinan ile karşılaşınca anne, anne anne ve kız kardeşlerinin tavsiyelerini uygulamaya koyan Efsun henüz neyi doğru yapıp neyi hata yaptığına karar veremeden bir şeylerin ters gittiğini fark eder. Belki de daha önce yaptığı gibi kendisi gibi davransa daha iyi olacaktır kim bilir.

Kimden esinlenildi bilmiyorum ama Efsun karakterine ısınamadım açıkçası. Kitabın ilk sayfalarında kesinlikle Türk kadınlarından farklı olduğu, evlilik düşünmediği ve hayatını bu şekilde kurguladığından bahsederken, bir anda "evlilik meraklısı" kadına dönüşebilmesi bana aslında hiç de farklı bir kadın olmadığını gösterdi. Bu değişim nasıl bu kadar ani oldu ya da nasıl bu kadar kısa sürede "ne zaman evleniyoruz kız arkadaşı"na dönüştü anlayamadım ben. Ancak bir arkadaşımın benim katılmadığım iddiası vardı, bu roman karakteri onu destekledi: Kadınlar evlilik teklifi alana kadar evlilik istemiyorum der :). Okumak isteyenlere iyi okumalar!

"Türkiye'de kadınların dna'larına kodlanmış olan evlenme saplantısı, ne yazık ki bizim ailede daha yoğun. millete ailesinden genetik miras olarak mavi göz kalır, bize bu evlenme saplantısı kalmış. 'sinek kadar eri olanın dağ kadar feri olurmuş' atasözü, anneannem peyker'in lafıdır. yani o sözü söyleyen ata, bizzat benim anneannem.
Sözün özü, kocan varsa varsın, yoksa da geçmiş olsun. hele ki bir de 30'una gelip de bekâr kaldıysan bu dünyada yatacak yerin yok!"

16 Ekim 2017 Pazartesi

Tespih Ağacının Gölgesinde - Harper Lee

Harper Lee'nin ilk kitabını okuduğumdan bu yana Bülbülü Öldürmek'in devamı olan bu kitabı okumak istiyordum, bu hafta bitirdim. Aslında kitap yeni yayınlandı sayılır, zira 1926 doğumlu yazar tüm hayatı boyunca yalnızca bir roman yazarak münzevi bir hayata çekilmişti. Tespih Ağacının Gölgesi'nde ise yazarın 2016 yılında vefatından hemen önce ilk kitabın devamı niteliğinde yayınlandı ve 1960 yılında yayınlanan ilk kitap kadar ilgi gördü. İlk kitabı okuyanlar Jean-Louise "Scout"u anımsayacaklardır, burada ise o haylaz kız çocuğu Scout Finch gitmiş, yerine ateşli, dik kafalı ve şehirli bir kız gelmiş. Doğrusunu söylemek gerekirse Scout  büyük şehirde genç bir kadın olurken, kasabasında hayat herkesten bir şeyler almış götürmüş. Scout büyürken çevresindeki insanlar yaşlanmış, bir kısmı bu dünyadan göç etmiş, ağaçlar kocamış  ancak tek bir şey hala değişmemiş: Nefret söylemleri. Aslında şehirde yaşayan Scout, çocukluğunun geçtiği kasabaya dönerken geçmişteki naif Maycomb'u ve eşitlik ve adalete yürekten inandığını düşündüğü babasını bulmayı beklemektedir, tabi Maycomb'daki tecrübeleri babası Atticus Finch hakkında zihninde yepyeni bir kişilik yaratırken, aslında onu asıl sorgulaması gereken kişinin kendisi olduğuyla yüzleştirecektir.

Söylenenlere göre, Harper Lee, ilk olarak bu kitabı yayınlamak istemiş ancak editörünün yönlendirmesi ile hikayenin ilk parçası olan Bülbülü Öldürmek yayınlanmış. Ancak yazarın devam kitabı için neden 55 yıl beklediğini ise hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Tek söyleyebileceğim, iyi ki yayınlamış, ışıklar içinde uyusun. Bu arada, Harper Lee, Amerika'nın bir dönem yaşadığı yüz karası olayları gerçekçi bir şekilde anlatırken, aynı zamanda güncelliğini de muhteşem korumuş. Merak edenler için, iyi okumalar!
 
 "...şimdi sen, bir vicdanla doğmuş genç bayan, yaşamının bir yerlerinde onu bir deniz kabuğu gibi babanın vicdanına yapıştırmışsın. Büyürken, büyüdüğünde, yaptığın şeyden tamamen habersiz bir şekilde, babanı Tanrı ile karıştırmışsın. Onu hiçbir zaman bir erkeğin yüreğini ve bir erkeğin kusurlarını, zaaflarını taşıyan bir erkek olarak görmedin - kabul ediyorum, görmen gerçekten zor olurdu..."

4 Ekim 2017 Çarşamba

Buzdan Kılıçlar - Latife Tekin

Uzun zamandır bu kitap bendeydi, hatta bir ara bir kısmını okumuştum, neyse sonunda tamamlayabildim. Latife Tekin'in nasıl bir dil kullandığını bilenler tahmin edecektir, okunması zor bir kitap. Ben ağır bir dil kullanılmasına karşı değilim ancak daha önce de bahsetmiş olmalıyım, tdk.gov.tr'de yer almayan ne olduğunu anlamadığım kelimelerin kullanılması beni çok rahatsız ediyor. Latife Tekin de "pılık pırtık adamlar" şeklinde ne olduğunu net anlayamadığım bir kelime öbeğini o kadar sık kullanmış ki benim kitabı okurken dikkatim dağıldı. Yorumu size bırakarak kitabın konusunu biraz anlatmak istiyorum. Buz gibi sefaletin hissedildiği kitapta yazar bir gecekondu mahallesinde yaşayan ve arabasıyla romantik bir bağ kuran bir adamı ve onun iki kardeşini anlatıyor. Halilhan Sunteriler olarak tanıdığımız adam kardeşleri ve arkadaşı Gogi'nin de yardımıyla işlerini yoluna koymaya çalışrıken bir taraftan da sallantıda olan aile ilişkisiyle başa çıkmaya çalışmaktadır. Halilhan'ın canı gibi sevdiği arabası Volvo her türlü ilişkisini belirleyen bir kilit taşı gibidir. Çünkü Halilhan'ın yaşadığı yerde insanlar eşyalara anlayamadığımız anlamlar yükleyebilmekte, deyimi yerindeyse hayatta kalabilmek için size yabancı gelen kararlar alabilmektedirler. Yazarın deyimiyle pılık pırtık adamların yoksul dünyalarının sınırlarını gösteren haritaları anlayabilmek için bu naif ve hüzünlü hikayeye girmek gerekmektedir.

Yazarın "Sevgili Arsız Ölüm" kitabını okumadım ancak okuyanlar bu eserin yazarın başyapıtı olduğundan söz etmekteler. Ben de bir gün yeterince güçlü hissedersem Latife Tekin okumaya bu kitap ile devam edebilirim. Bu arada, daha önce "Fikrimin İnce Gülü" hakkındaki yazımda "Buzdan Kılıçlar"ın üniversitedeyken Türkçe dersinde "Araba Sevdası" ile beraber üçleme halinde okutulduğundan bahsetmiştim. Her üç kitabında tuhaf bir bağı var gerçekten, yeri gelmişken bahsetmek istedim, okumak istersiniz belki. İyi okumalar!

"'Leri şarupdiende tisika cemi' deriz bizler eşyalarımıza. Yani 'Yoksullar ülkesinin sınırlarını gösteren harita'. Karnımızı doyurmak için çırpındığımız her ânı eşyalarımızda dondurup saklamamız boşuna değildir. Soluk alıp verdiğimizi, geçmişte de var olduğumuzu kendimize kanıtlama ihtiyacı içindeyiz. Bedenlerimizi ve ruhlarımızı dünyanızın saldırılarından korumak için kurduğumuz şaşırtıcı, mucizevi savunma sistemimizin kıymetli bir parçasıdır dekorlarımız. Bu kadar sır verdiğim yeter!"

Fikrimin İnce Gülü kitabı hakkında:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2013/12/fikrimin-ince-gulu-adalet-agaoglu.html

20 Eylül 2017 Çarşamba

Ağrıdağı Efsanesi - Yaşar Kemal

Lise yıllarımda Yaşar Kemal'in "Üç Anadolu Efsanesi" kitabını okumuştum, o zamandan bu yana Yaşar Kemal'in kitaplarına büyük bir sempati duyarım. Okunacaklar listesi uzun olduğundan
tekrar Yaşar Kemal okumaya uzun zamandır pek fırsatım olmamıştı ancak bu kitap hasbelkader elime geçince vakit kaybetmeksizin okudum ve okurken de Moğollar'ın Ağrıdağı Efsanesi parçasını dinledim. Yaşar Kemal'in bu eseri ile Moğollar'ın bu enstrümantal şarkıları arasında herhangi bir bağ var mı bilmiyorum ama şarkı bana bu efsaneyi anlatıyor gibi geldi. Ağrıdağı Efsanesi'ni çok etkileyici bulduğumu söylemek isterim, hatta güzel betimlemeleri sayesinde okurken her sahnesi gözümde canlandı bile diyebilirim. Efsaneye gelirsek eğer, hikaye beyaz ve çok bakımlı bir atın dağlı bir çoban olan Ahmet'in evinin kapısına gelip durmasıyla başlar. Ağrıdağı geleneğine göre eğer bir at kendisi sahip seçti ise artık Allah'tan yadigardır ve kimseye geri verilmez. Orada yaşayan büyüklere de danışan Ahmet nihayetinde atı yadigar bilir ve sahiplenir. Ancak bu kır at Beyazıt Han'ı Mahmut Han'a hediyedir ve hadiseyi öğrenmesine rağmen atını geri ister. Ahmet'in atını geri vermemesini gurur meselesi haline getiren Mahmut Han, atını geri alabilmek için elinden geleni yapacaktır ancak öngöremediği bir durum halkın törelere olan bağlılığıdır.

Ben kitabın son baskılarından birini okudum, bu nedenle bazı sayfalarında Abidin Dino'nun çizimlerinin olması bana ayrı bir keyif verdi. Ayrıca, kitabın içinde anlatılanlar ve Küp Gölü tarifi de oralara gidsip görme isteği uyandırdı, umarım bir gün kısmet olur. Bu arada Yaşar Kemal'in Ağrıdağı Efsanesi eseri 1975 yılında, Memduh Ün yönetmenliğinde sinemaya da uyarlanmış, başrollerinde de Fatma Girik ve Hakan Balamir rol almış. Belki televizyonda rast gelip izlemişsinizdir ancak benim tavsiyem müzik ile beraber kitabını da okumanız yönündedir. Zira duygular çok yoğun anlatıldığı için kitaptaki hikayenin tadi gerçekten bambaşka. İyi okumalar & dinlemeler!

"...Sofi böyle tuhaf, şaşkın şeyler düşünürken, şu insanoğluna akıl ermez, diyordu. Bir incecik kavaldan koskoca, kükremiş bir dağ çıkarıyorlar, diyordu. Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın, günün doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma her şeye akıl sır erdirecekler, tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sırrına ulaşamayacaklar."

11 Eylül 2017 Pazartesi

Uçan Tabut - Pınar Eğilmez

Ne yalan söyleyeyim, ben de yeni çıkan kitapları ya da yazarları özellikle takip etmiyorum. Bir tesadüf eseri okuyorum ya da tavsiye üzerine temin ediyorum. Bu kitabı da muhtemelen hepinizin yaptığı gibi, Ayşe Arman'ın tavsiyesi üzerinde alıp okudum. Ayşe Arman'ın anlattığı gibi, "ruha dokunan" bir tarafı olduğunda kendisiyle hemfikirim, kitabı beğendim. En azından ilginç olay örgüsü ve merak uyandıran akıcı anlatımıyla hiç zorlanmadan ve hoşuma giderek okudum. Tahmin edileceği üzere kitap yurt dışından Türkiye'ye doğru yolan çıkan bir cenaze ile başlıyor denilebilir. Ancak buradan sonrası birbirini bir şekilde (yakından veya uzaktan) tanıyan insanların kendi hayatlarına ilişkin farkındalık hikayeleri ya da hayata dair unutamadıkları gözlemleri diyebiliriz. Bora'nın son mektubu, Selin'in unutamadığı ancak yürütemediği aşkı, kız kardeşinin bütün inancının bir gecede sarsılması ve değişmesi, Didem'in aynaları ve diğerleri... Yazar kitabı için "kendi kurguladığımız kurgular içinde kaybolmayalım" şeklinde bir açıklama yapmış, gerçekten üzerinden düşünülmesi gereken bir söz. Eğer duygularımızı çok yoğun yaşamaya ve saçmalamaya başladıysak veya saçmalamamıza ramak kaldıysa, belki bizim de artık kendine uyanma vaktimiz gelmiştir.

Kitap ile ilgili bir eleştirim daha uzun olabileceği veya karakterler hakkında daha fazla bilgi verebileceği yönünde olabilir. Yine de yazarın hayal gücüne müdahale edemeyeceğimzi için, bazı yerleri kendi zihnimizde yarattığımız profiller/olaylar ile tamamlayabiliriz diye düşünüyorum. Birbirine dokunan bu hikayeler arasında eminim herkes bir tanesini daha çok sevmiştir, benimki en sonda yer alan hikayeydi. Daha önce düşünmediğim bir konu üzerinde düşündürdü beni, şimdiyi yaşarken bir araya getirmediğimiz bazı parçaları bütünleştirdi. Ben kitabı okumanızı tavsiye ederim, çok da vaktinizi almayacak zaten. İyi okumalar!

" 'Ama şimdi böyle yaparsam sonra ayıp mı olur...' diye hiç durmadan tahlil yapan zihnini ciddiye alma, 'iyi insan' şemaları üzerinden 'iç'ine sinmeyen hiçbir şeyi söyleme ya da yapma! An'a ve tam an'da yapılması gerekene sadakat, kendi tasarımına sadakattir. Kendine iman etmeden Tanrı'ya iman edemezsin."

5 Eylül 2017 Salı

Elia ile Yolculuk - Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli bu kitapta kitabın amacını tam yansıtamamış bence. Kitabın içinde Elia Kazan'ı anlatmak istediğini belirtiyor ancak sanki daha çok kendisini anlatmaya çalışıyor gibi (hadi bitirin de kitabı eleştirelim). Gerçekten bir yerde artık "Sen en iyisin Livaneli, herkesi tanıyorsun, çevren çok geniş ve müthiş başarılısın, artık Elia'ya dönebilir miyiz?" diye bağırmak istedim. Ayrıca Livaneli bu kadar kendinden bahsetmek istiyorsa, otobiyografi de yazabilir, okunacağından eminim. Bununla beraber, Livaneli hayatı boyunca Elia'nın yanında olmadığı için yalnızca onunla girdiği ortamlardan veya gözlemlerinden bahsetmekle yetinecek elbette ama Elia'nın hayatını değiştiren en önemli detaylar hakkında (HUAC vb.) hiç bilgi vermemesi de hoşuma gitmedi. Okuduklarımdan öğrendiğim kadarı ile, Elia 1909 İstanbul doğumlu ve dört yaşındayken ailesi ile birlikte New York'a göç etmiş ve tiyatro eğitimi almış birisi. Başarılı yönetmenlik deneyimlerinden sonra hayatının kalan yıllarını da Amerika'da geçirmiş ve hayatı hakkında kitap da yazmıştır. Livaneli ile dostluğundan dolayı, onun da yardımı ile ailesinin yaşadığı topraklara, Kayseri'nin Germir kasabasına hayatının yolculuğa çıkmıştır (muhtemelen ölümünden birkaç yıl önce). Bu yolculuğu Livaneli kitabında "İthaka'ya Yolculuk" olarak tanımlamıştır.

Aslında Zülfü Livaneli'nin bu kitabı yayınlama hikayesini de merak ediyorum, zira Elia Kazan 2003 yılında vefat etti, oysaki kitap sanki geçen ay ayrılmışlar izlenimi uyandırıyor. Sanki Livaneli bu kitabı 2003'te yazmış ama yayın için 15 yıl beklemiş gibi... Elia Kazan hakkında da ne düşüneceğimi bilemiyorum, yalnızca Marlon Brando'yu ve Anthony Quinn'i sinemaya kazandıran ve Marilyn Monroe ile flört etme şansını yakalayan ve başarılı filmleri olan bir yönetmen olarak aklımda kalsa yeter diye düşünüyorum. Ha bir de HUAC soruşturmasında sol görüşlü arkadaşlarının isimlerini hükümete veren kişi olduğunu da unutmamak gerekir diye düşünmekteyim. Bu kitaplar ilgili en sevdiğim detay başka bir Anadolulu olan M.K. Perker tarafından resimlendirilmiş olmasıydı, gerçekten görsel olarak muhteşem güzellik katan bir detaydı. İyi okumalar!

"Bana verdiği öğüt de buydu zaten.: Üzülmememi söylüyor, üzüntü duygusunu yasaklıyor, üzüntü çürütür insanı diye uyarıyor, ama kızmak iyi gelir, ferahlarsın diyordu: 'Sakın ola hiçbir şey için üzülme ama bol bol kız, öfkelen, dövüş, savaş, küfret ama üzülme. İnsanı üzüntü çürütür."

Elia Kazan'ın hayatı, filmleri, kitapları hakkında:
https://www.biography.com/people/elia-kazan-9361216
https://www.biyografi.net.tr/elia-kazan-kimdir/

29 Ağustos 2017 Salı

Baştan Çıkarıcının Günlüğü - Sören Kierkegaard

Felsefe ve teoloji eğitimi alan Danimarkalı yazar Sören Kierkegaard (1813-1855)'ın felsefeci kimliğini kullanarak yazdığı eserlerden birisi "Baştan Çıkarıcının Günlüğü." Bu kitap aslında yazarın Danca "Enten - Eller" adıyla yayınlanan "Ya / Ya da" eserinin bir bölümünü oluşturuyor. Muhtemelen eserin tümü çok uzun ve haddinden fazla didaktik olduğu için bu bölümünün daha çok ilgi çekeceği düşünülerek ayrıca basımı yapılmış. Konuya gelince; kitabın kahramanı kendisini genç bir kadını baştan çıkarmaya adamış bir felsefeci ve bu aktivitesini baştan sona en ince detaylarıyla düşünen birisidir. Hoşlandığı kadına yazdığı mektuplardan adının Johannes olduğunu öğrendiğimiz bu aşk adamı kendisini bir gün yolda tesadüfen karşılaştığı Cordelia isimli genç kadını "baştan çıkarmaya" adar. Johannes'in günlükleri estetiğin görkemi ve kutsallığını överken Cordelia'yla başlayan ve sona eren aşklarını felsefi bir çerçeve içinde kademeler halinde anlatır. Gözlem yeteneği çok yüksek olan ve yaşadığı aşka sistematik bir ilişki gözüyle bakan Johannes'in estetik, etik ve tinsel tanımlamalarıyla dolu anlatımı erkek bakış açısından önemli mesajlar verir nitelikte. Johannes'in bir kadına sahip olmayı çok düz ve fiziksel anlamda sahip olmak şeklinde algılamadığı açık, daha ziyade bir sanat gibi görüyor "baştan çıkarmayı". Hatta kitabın tek cümleyle özetini de bu şekilde veriyor: Bir kadının ruhuna düş gibi süzülüp girmek bir sanattır, çıkmak ise bir başyapıt.

Daha önce Kierkegaard okumadım, diğer kitapları da bu kadar felsefi bir dille ve "etik", "estetik" kavramlarını sorgulayarak yazıyorsa özellikle felsefe ile ilgilenenler dışında çok da okuyucusu olduğunu sanmıyorum :). Açıkçasını söylemek gerekirse ben bu eserden biraz sıkıldım, uzun uzun felsefi güzellemeler içeren cümleler ve sık sık mitoloji/İskandinav Edebiyatına yapılan atıflar bir yerden sonra boğucu gelmeye başladı (Roma/Yunan/İskandinav mitolojisine de çok hakim değilim maalesef). Johannes karakteri ise kanaatimde bir erkeğin olamayacağı kadar derin bir karakterdi, yazar bu role bir kadını yakıştırsaydı daha çok sevebilirdim. Ancak varılan bir sonuca da katılmadan edemiyorum; bir erkeğin nezdinde aşk ilişkisi özgürlüğünden (direnişinden) hiçbir şey kaybetmezse uzun süreli olabilir. Bu tür konulara ilgi duyanlar için başucu kitabı, okumalarını tavsiye ederim.

"Her halükarda kadınlar benim için tükenmez bir araştırma konusu ve öyle de kalacak. Bu ilme ihtiyaç duymadığını sanan insan bana göre bu dinyada ne isterse olabilir, fakat bir tek şu olamaz: bir estet. Estetizmin ihtişamlı ve ilahi yanı yalnızca güzel olanla irtibata geçmesi, yalnızca edebiyatla ve cinsilatifle ilgili olmasıdır."

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Nil'de Ölüm - Agatha Christie

Belki bahsetmişimdir, yakın bir zamanda Mısır gezisi planladığım için şu anda Mısır ile ilgili her şeyi özellikle inceliyorum. Bu kitap hakkında daha önce beğeni ile bahsedildiğini de duymuştum, bu nedenle hemen aldım ve akıcı bir kitap olduğu için de kısa sürede bitirdim. Henüz Nil'de bir gezi yapmadığım için anlatılanlar tam anlamıyla zihnimde oluşmadı (tapınaklar, kayalıklar vb.) ama klasik bir polisiye olarak okuyunca zaten kitabın içine rahatlıkla girebiliyorsunuz. Kitap genç ve yeni evli bir çift olan Linnet Doyle & Simon Doyle'nin balayı için Mısır seyahatine çıkmasıyla başlar. Aslında genç çiftin Mısır seyahatinden önce yaşanan olaylar da var (tanışmaları vb.) ancak buralar çok kısa tutulmaktadır. Ana karakter Linnet Doyle, hem çok güzel hem de zengin bir kadın olması nedeniyle pek çok kişi tarafından kıskanılmaktadır. Simon'u elinden kaptıran eski nişanlısının, Linnet'in vasisinin ve  İngiliz sosyetesinden bazı tanıdık simaların da Nil gezisi sırasında gemide bulunması ortamın biraz gerilmesine neden olur. Tesadüfen bu seyahate çıkmış olan ünlü dedektif Hercule Poirot da bu yolculukta yolunda gitmeyen bir şeyler hissetmektedir. Nitekim Linnet'in bir sabah kamarasında ölü bulunmasıyla ortada çözülmesi gereken esrarengiz bir cinayet çıkar. Herkesin aklında geçen Simon'un eski nişanlısı Jacqueline'in onu en çok öldürmek isteyen kişi olduğu yönündedir. Hercule Poirot ise olaylara her zamanki gibi temkinli yaklaşmaktadır.

Daha önce Agatha Christie'den birkaç kitap okumuştum ve okuduklarım arasında "en iyi kurgu"ya bu kitabın sahip olduğunu söyleyebilirim. Gerçekten katil mükemmel bir cinayet kurgusu yapmıştı, o kadar ince düşünülmüştü ki dedektif katili tespit etse dahi elinde somut veriler olmayacaktı. Ama yine de gözden kaçırılan husus, insan unsurunun bulunduğu bir yerde mutlaka bir hata yapılır :). Benim heyecanla okuduğum bir kitap oldu, polisiye sevenler okumuştur zaten ama okumayanlara mutlaka tavsiye ediyorum. Bir de daha önce Mısır gezisi yaptıysanız kitaptan ayrı bir zevk alacağınızı düşünüyorum. İyi okumalar!

"- Bu daha da derin bir şey. Kalbinizi kötülüğe açmayın.
...
- Çünkü böyle yaparsanız, bu oyununuzu kötülük izleyecek... Muhakkak kötülük izleyecek... Kalbinize girerek oraya yerleşecek. Kısa bir süre sonra da kötülüğü söküp atamayacaksınız."

Agatha Christie- Üçüncü Kız kitabı hakkında:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2017/03/ucuncu-kz-agatha-christie.html

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Bab-ı Esrar - Ahmet Ümit

Ahmet Ümit'e tepkili olsam da, bu kitabı Antalya'dan  okumak için getirdim. Aslında bir anlamda iyi oldu çünkü bu kitabı ve içerdiği konuyu sevdim. Kitabın Konya'da geçmesi ve Konya'yı bu kadar detaylı betimlemesi hoşuma gitti, ayrıca Mevlana ve Şems için de alternatif bir hikayesi vardı. Elif Şafak'ın Aşk kitabındaki gibi, bu kitapta da günümüzde geçen olaylar ile geçmişteki Şems hikayesi iç içe geçmiş ancak Şemsin hayatındaki bilinmeyenleri Ahmet Ümit çok farklı kurgulamış. Kitaptaki hikaye babası Türk olan ve İngiltere'de sigorta müfettişi olarak çalışan Karen Kimya Greenwood'un bir otel yangını soruşturması nedeniyle Konya'ya gelmesiyle başlar. Sigorta şirketi hem Türkçe bilmesi hem de Türkleri tanıması nedeni ile Karen Kimya'yı bu olayı soruşturmaya göndermiştir ancak Karen yolculuğa çıktığından bu yana bu görevi neden kabul ettiğini sorgulamaktadır. Karen, Konya yolculuğunda kendisini huzursuz eden şeyin hamile olması olduğundan çok emindir ancak yıllar önce babası ile geldiği gizemli evlerle çevrili bu bozkır kentinin kendisine hatırlattıkları bambaşkadır. Bir taraftan sigortalı müşterileri olan otelin yangınını araştırırken bir taraftan da kendi geçmişiyle ve babasının hatıralarıyla yüzleşmektedir. Cevap aradığı konular zaten fazla ve karmaşıkken bir de üstüne anlam veremediği gizemli olayların yaşanması ve cinayet soruşturmasının ortasında kalması olayları daha da çetrefilli hale sokar. Öyle ki, Karen olayları çözebilmek için nereden başlayacağını kestiremez. Peki gerçekten menfaat söz konusu olduğunda insanlar şeytana pabucunu ters giydirebilecek kadar kötü olabilirler mi?

Ahmet Ümit'in diğer kitapları ile kıyasladığımda bu kitabını daha çok beğendiğimi söyleyebilirim. Yazının başında da belirttiğim gibi, Konya'yı ayrıntılı şekilde anlatması, Şems hakkında okuyucuya sunduğu normalin dışındaki hikaye ve fantastik detaylar kitaba mistik bir hava kazandırmıştı. Bu nedenle özellikle tasavvufi konulara ilginiz varsa kitaptaki hikayeyi beğeneceğinizi düşünüyorum. Kitabın arkasında yazdığı gibi "dünyayı, yaşamı, inancı ve aşkı, yeniden düşünmemiz, yeniden araştırmamız, yeniden okumamız için..." İyi okumalar!

"Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu. Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar. Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi, nergislerin tazelenme demi. Yedi kişi girmişti bahçeye... Yedi öfkeli yürek, nefretin ele geçirdiği yedi akıl, yedi keskin bıçak. Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü kurbanlarının bulunduğu tahta kapıya..."

24 Temmuz 2017 Pazartesi

Gizemli Öyküler - Charles Dickens


Charles Dickens yazarlık yaşamına parlamento muhabiri olarak çalışırken Londra'da yaşam üzerine denemeler yazarak başlamış. Ben Charles Dickens'ı David Copperfield ve Great Expectations/Büyük Umutlar kitabı ile tanımıştım, dolayısıyla Dickens'ın bendeki imajı sosyal eleştirmen olarak kalmıştı.  Bu nedenle, Gizemli Öyküler kitabındaki sıra dışı ve doğaüstü kısa hikayeler beni biraz şaşırttı. Kitap,  gerçeklerin olduğundan farklı göründüğü, hayalet hikayelerine ve gizemli olaylara ilgi duyan ve hayatın korku uyandıran tesadüfleri karşısında cesaretini kaybetmeyen okurların çok hoşuna gideceği hikayeler barındırıyor. Bu kitapta yer alan hikayelerden en ürkünç olanının "Asılmış Adamın Gelini" olduğunu düşünüyorum ancak benim en çok gerildiğim hikaye "Bir Hapishanede Bulunan İtiraflar" hikayesiydi. Belki de çocukların konu edindiği hikayeleri her zaman çok korkutucu bulduğumdandır. Bu arada, Dickens'in kitaptaki "İşaret Memuru" (bu kitaptaki adı Sinyalci) hikayesi yedi ayrı edebiyatçı ile birlikte basılan "Klasik Gizemli Öyküler" kitabında da yer almış, gizemli öykü sevenler için ek bilgi olarak belirteyim. Bendeki kitap cumhuriyetle başlayan aydınlanma dönemine ait dünya klasiklerinin Türkçeye kazandırılması amacıyla başlatılan proje kapsamında basılan bir eser, bu nedenle çok eski öyle ki okurken kitap sayfaları bile elimde kaldı. Dolayısıyla yeni baskısı var mıdır bilemiyorum ama bulursanız iyi okumalar şimdiden!

"Üstün bir zeka ve kültür düzeyinde bile olsalar, tanıştığım kişiler, eğer başlarından alışılagelmişin dışında bir olay geçtiyse, bunu aktarırken belirgin bir gerilim içinde oluyorlar. Bu tür kişilerin neredeyse tamamı, karşılarındaki kişilerin özel yaşamında benzeri deneyimler yoksa, anlattıklarının kuşkuyla karşılanabileceği korkusunu taşıyorlar... Bu çekingenliğin nedeninin bu tür konuların içerdiği gizem olduğunu belirtmeliyim."

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979 - Mine Söğüt

Kitabın adı çok ilgi çekiyor, herkeste farklı bir kurgunun imasını yapığından da eminim. Bana ilk anda adından dolayı İran İslam Devrimi'nden bahsettiğini düşündürmüştü ancak hikaye tamamen 1979 yılının Türkiye'si üzerinde kurgulanmıştı. Aslında hikayeye 1980'e giden sürecin geriye dönülüp bakıldığında nasıl göründüğüne ilişkin "karamsar bir bakış açısı" da denilebilir. Toplumsal cinnetin zirve yaptığı 1979 yılında yaşanan olaylardan esinlenilerek yazılan hikayede, bu cinnet hikayeleri ayrı ayrı ama tek bir sonuca bağlanan şekilde Şahbaz'ın ağzından ölmek üzere olan genç bir kadına anlatılmaktadır. Şahbaz'ın kim  veya ne olduğu okuyucunun hayal gücüne bırakılsa da, Şahbaz kendisini insanların aklına girerek onları kandırabilme kudretine sahip bir varlık olarak tanımlamaktadır. Kötülükten beslenen Şahbaz, üç kapılı hanın (işkence yapılan yer) bodrum katında ölmek üzere olan bu kadına Şehrazat'ın Şehriyar'a anlattığı hikayeler gibi ölüm ve cinayet masalları anlatacaktır. Birbirinin tıptatıp aynı ancak karakter olarak tamamen zıttı olan ikiz çocuklar üzerinden şekillenen bu mecazi masallara iyi ile kötünün savaşı da denilebilecektir. Türkiye'nin toplumsal cinnet yılı 1979'da yaşanan kardeş kavgalarına da bu şekilde gönderme yapıldığı da anlaşılmakla beraber, yazarın daha evrensel sorunları gündemine alarak okuyucuyu sorgulamaya çalıştığı da anlaşılmaktadır.

Peki anlatılanlara masal demek ne kadar doğru? Zira masalların mutlu sonla bitmesi gerekir. Ancak yaşananların insan hayalgücünün bile ötesinde korkunç olması okuyucuyu anlatılanların "gerçek olmadığına" inanmaya çalışmasına neden oluyor. Belki de o nedenle "kötü bir masal" olduğuna inanmak istiyorsunuz (kitabın sonundaki almanakı görene kadar). İtiraf etmek gerekirse, bu almanakın yarısını doğru dürüst okuyamadım bile. Amacım kitabı tatil kitabı yapmaktı, ancak şu an size böyle bir şeyi tavsiye edemiyorum. Zira Antalya'nın kırk derece sıcağında bile beni soğuk bir yel esmiş gibi ürpertti. Pek çok kişinin bu kitabı okurken zorlanacağından veya yarım bırakacağından da eminim. Ama eğer acı gerçeklerden kaçmayan ve fantastik unsurları seven biriyseniz seveceğinizi de düşünüyorum. İyi okumalar!

"Şahbaz, her şeyi bilen her şeyi hisseden o olağanüstü sezgileriyle, kadının henüz ölmediğini anlamıştı. Tıpkı donmuş serçeler gibi, avcuna alıp biraz ovalasa, sıcacık tutsa sanki canlanacaktı. Çok uzaklarda, tarifsiz bir ölme isteğiyle, ölerek tüm yaşadıklarını unutmak, başına gelenlerden ve geleceklerden kurtulmak umuduyla ölmeye çalışıyordu. Şahbaz kadının yanına çömeldi. Kısa,, ıslak saçlarını okşadı. Kadın ölümün kıyısında kendinden vazgeçme çabasındayken, saçına değen bu beklenmedik şefkatin rüzgarıyla irkildi. Ölüm o an şefkate yenildi."

30 Haziran 2017 Cuma

Far From The Madding Crowd - Thomas Hardy

Tom Hardy


"...When a strong woman recklessly throws away her strength she is worse than a weak woman who has never any strength to throw away. One source of her inadequacy is the novelty of the occasion. She has never had practice in making the best of such a condition. Weakness is doubly weak by being new."

16 Haziran 2017 Cuma

Bilekkesenler - Etgar Keret / Asaf Hanuka

Bilekkesenler daha önce bu blogda yazdığım "Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü" kitabında yer alan hikayelerden birisiydi (kitaptaki adı "Kneller'in Mutluluk Kampı"). Etgar Keret'in bu kitabından bahsederken bu hikayeyi çok ilginç bulduğumu ve çizgi romanını da okumak istediğimi belirtmiştim (bu kitap Etgar Keret'ten okuduğum ilk kitaptı). Çizgi romanını da bu hafta edindim ve her ne kadar hikayenin acayipliğine tezat oluşturacak şekilde koyu renklerle çizilmiş olsa da çok beğendim. Asaf Hanuka tarafından kurşuni-gri-gümüş çizgilerle çizilen hikaye görsel olarak da muhteşem olmuş. Hikayenin ana kahramanı Mordy, yaşadığı üzücü bir olaydan sonra intihar edince, dünyanın bir kopyası (intihar edenlerin gittiği) ancak dünyadan daha renksiz araf gibi bir yere gider. Burada herkes üzerinde intihar izini taşımaktadır ve dünyadaki umutlarını ve sorunlarını da beraberlerinde getirmişlerdir. Herkesin hareketlerinde isteksizlik, tatminsizlik ve boş vermişlik hissedilmektedir. Burada da dünyaya benzeyen kurulu bir düzen vardır ve Mordy de yeni arkadaşlar edinip bir pizzacıda işe girerek buradaki düzene ayak uydurmaya çalışır, ta ki intihar eden başka bir arkadaşı aracılığı ile önemli bir haber alana kadar. Bu haberle yeni bir gaye edinen Mordy, hayattan vazgeçenlerin dünyasında küçük de olsa bir umut yolculuğuna çıkar.

Bu hikaye için rahatlıkla "okuduğum en ilginç kurgulardan birisi" diyebilirim, aslında Etgar Keret'in kitabındaki tüm hikayeler ilginçti. Çok kısa olmasına rağmen "Ben şu an ne okudum?" diye düşündüren ve kendisini düşündükçe sevdiren hikayeler bunlar. Dolayısıyla hikayelerin çizgi-romana aktarılması kolay ve başarılı olmuş (ve Asaf Hanuka'nın çizimleri). Çizerin çizgilerini gümüş-gri olarak tercih etmesi "arada kalmışlığı" ve "kararsızlığı" çok iyi betimlemiş. Çizgi roman seven biriyseniz, okumanızı tavsiye ederim.

"Buradaki insanlar hiçbir şeyi arzulamıyor. Onlarlayken yarı ölü olduğun halde her şey yolunda sanıyorsun.
- Tanıdığım bütün insanlar, ölmeden öncekiler dahil, zaten ya yarı ya da bütünüyle ölüydü, o yüzden iyi durumda sayılırsın."

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü (kitap):

Bilekkesenler: Bir Aşk Hikayesi (film):

7 Haziran 2017 Çarşamba

Kar Kokusu - Ahmet Ümit

Ahmet Ümit beni yine şaşırtmadı ve yine kendini beğendiremedi :). Daha önce yazdığım incelemelerde bahsettiğim gibi, ben Ahmet Ümit'ten ilk okuduğum kitapların tadını artık alamıyorum, sıkıcı buluyorum ve bu fikrim maalesef başka bir kitabını okuduğumda da değişmiyor. Yine de Antalya'dan iki kitap getirdiğim için ilerleyen tarihlerde Bab-ı Esrar kitabını da okuyacağım. Kar Kokusu, ilk olarak 1998 yılında basılmış bir eser, ancak konusu itibariyle 1980'lerde geçiyor. Kitap Sovyetler Birliği'nde (Moskova'da) bulunan bir okulda eğitim gören bir grup Türk devrimcinin (okulda başka ülkelerden gelenler de bulunuyor) başından geçenler üzerine odaklanmaktadır. Aralarında gruptan geriye kalan kimsenin bilmediği bir casus da bulunan Türk grubu, arkadaşlarından birinin öldürülmesiyle kendilerini bir iç hesaplaşmasının ortasında bulurlar. Yalnızca Türkiye'yi veya Komünist Partiyi değil, Moskova'yı ve KGB'yi de ilgilendiren bir konu sessizce dallanıp budaklanmaktadır. Olaylar artık katili bulma meselesinden çoktan çıkmıştır. Hem yakalanma hem de ifşa olma korkusu yaşayan devrimciler, bir süre sonra hem dahil oldukları uluslararası devrimci hareketinin anlamını ve hem de asıl gerçeği kimin temsil ettiğini sorgulamaya başlayacaklardır.

Kitap hakkında tam anlayamadığım ve mantık çerçevesinde oturtamadığım bir durum var: Kitabın arkasında "yarı otobiyografik bir roman" yazıyor. Bu durumda yazarın yaşadığı veya şahit olduğu bazı konulardan esinlenerek bir kronolojik eser ortaya koyması gerekiyor. Bu nedenle 1986 yılında Türkiye'de cunta rejimi olduğunun vurgulanması beni düşündürdü. Bu tarihte Türkiye'de cunta rejimi yok ki ya da biz yanlış mı biliyoruz? Bununla birlikte, derdine düşen ve yıkılma sürecine giren Sovyetler Birliği'nin 1986 yılında hala komünist eğitmesi de bana saçma geldi açıkçası (olaylar değil, bunların 1986 yılında yaşanmış olması?). Ayrıca kitapta parti yapılanması veya komünizm hakkında çok bilgi verilmeye çalışılması ve gereksiz uzayan diyaloglar nedeniyle de biraz sıkıldım. Bu tür konular ilginizi çekiyorsa, okuyabilirsiniz. İyi okumalar!

-Değiştiremedikten sonra ne yararı var ki farkında olmanın?
-Öyle söyleme, gerçeği bilmek bir ayrıcalıktır.
-Mutsuz olma ayrıcalığı!

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Değişen Dünyada Bir Sanatçı - Kazuo Ishiguro

Japon Edebiyatını özellikle meraklıları dışında kimse takip etmiyor galiba, aslında kabul etmek gerekirse takip etmesi de kolay değil. Hem tercüme edilen çok eserin olmaması hem de orijinal dilinde okuma ihtimalimizin olmaması nedeniyle yabancı olduğumuz bir kültür diyebiliriz. Ben de Japon Edebiyatının sıkı takipçisi değilim ancak ilgimi çeken kitaplara rastlarsam mutlaka okuyorum. Bu kitap ikinci dünya savaşının hemen ardından Japonya'nın yaşadığı değişimleri bir sanatçının (ressam) gözünden anlatmaktadır. Herkes gibi savaşta kendisi de maddi & manevi kayıplar veren ressam Masuji Ono'nun flashback (anımsamalar) şeklinde anlattığı savaş yılları ve değişen yeni dünyaya ayak uydurmaya çalışması kitabın ana konusunu oluşturmaktadır. Masuji Ono, vaktinde tanınan ünlü bir ressam ve kültür kurulu üyesiyken emekli olup evinde geçirdiği zamanlarda geçmişini düşünmeye ve değişen şeyleri idrak etmeye zaman bulmaktadır. İlk kızının evlenmesinden sonra ikinci kızı Noriko'nun miai'sinde (Japonya'da resmi evlilik görüşmeleri) yaşadığı sorunlar nedeniyle Ono, artık kendisiyle ve geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Japonya'nın üç kuşağının (dededen toruna) hayatı algılayış şekillerinin farklılaşması ve gelenekçi katı zihinlerden dünya kültüründen etkilenen yeni nesile geçişler kronolojisiyle birlikte ustalıkla anlatılmaktadır. Bu hikayede Ono'nun değişim ve dönüşümleri anlamaya çalıştığı eski ve yeni kültür çatışmasını bir sanatçının gözünden okuyacaksınız.

Bir insanın kendi geçmişiyle hesaplaşması hiç bir kadar naif olmamıştır diye düşünüyorum. Japon halkının arkadaşlık ve diğer ilişkilerinde koruduğu mesafe ve nazik iletişim şekli gerçekten dikkat çekecek boyutta. Aynı zamanda hikayenin ilerledikçe okuyucuda merak uyandırarak kilit açıklamalarını sona bırakması da ayrıca sevdiğim bir yönü oldu. Kazuo Ishiguro'dan da biraz bahsetmek gerekirse... İngiltere'de yaşayan Ishiguro, 1981 yılında ilk hikayelerinin yayınlanmasından itibaren yalnızca yazarlık yapıyor ve eserlerini İngilizce kaleme alıyor. 1983 yılında en iyi genç İngiliz yazarlar arasında da gösterilmiş ve ardından prestijli ödüller de kazanmış. Bu kitab Ishiguro'dan okuduğum ilk eserdi o nedenle genel bir fikrim olmasa da, bu kitabı çok beğendiğimi söylemek isterim. Eğer Japonya'ya ilgi duyuyorsanız tavsiye ederim, iyi okumalar!

"... Tabi bazen ışıl ışıl aydınlatılan barları ve lambaların altında toplanıp belki o dünkü gençlerden biraz daha yaygaracı ama kesinlikle aynı içten edayla gülen insanları hatırladıkça geçmişi ve semtimizin eski halini özlemiyor değilim. Fakat şehrimizin nasıl onarımdan geçirildiğini ve şu geçen yıllarda her şeyin nasıl hızla yoluna girdiğini gördükçe içimi samimi bir sevinç kaplıyor. Milletimiz geçmişte hatalar yapmış olabilir ama belli ki artık daha doğru bir yola girme fırsatını yakaladı. Bize de şimdiki gençlere iyi dileklerde bulunmak düşüyor."

5 Mayıs 2017 Cuma

Işık Bahçeleri - Amin Maalouf

Amin Maalouf sevdiğim yazarlar arasındadır, her yazarın kendi milletinin çocuğu olduğunu kanıtlarcasına doğup büyüdüğü Ortadoğu'yu kitaplarında sıkça konu eder. Konu açısından kendime yakın bulduğum için kitaplarını fırsat buldukça okumaya çalışırım. "Işık Bahçeleri" en sevdiğim eseri olmadı ama kitabı beğendim. Peygamber Mani'yi ve Maniheizm'in doğuşunu anlatan kitap, arkasında özetlendiği gibi "bir karakterin yaşamı üzerinden dünyaya" açılıyor. Bilindiği üzere Maniheizm üçüncü yüzyılda  Pers topraklarında doğan ve büyük bir hızla bu coğrafyada yayılan bir din ve günümüzde de az da olsa temsilcileri bulunduğu söylenmektedir. Mani yeni bir din ya da bazılarının deyimi ile felsefi akım başlatırken ışıkla karanlığın ya da iyilikle kötülüğün dualist bilinirciliğine dayanmaktadır, bu nedenle İran topraklarında her zaman var olmuş felsefi mirastan da bolca faydalanmaktadır. Mani kendisine her zaman destek olan ve ilişkilerinin boyutunun asla bilinmediği Denag ve etkisi altına aldığı Kral Şahpur sayesinde ışık öğretilerini yayabildiği kadar yayar. Fikirlerinden ve destekçilerinin sayılarının hızla artmasından olsa gerek sevmeyenlerinin sayısı da artmaktadır. Kral Şahpur'un ölümünden  sonra eskisi kadar desteklenmeyen Mani için tehlike çanları da yavaş yavaş çalmaya başlamıştır.

Bu kitabı okumadna önce açıkçası Maniheizm dini hakkında herhangi bir bilgim yoktu, halihazırda da "kurgu roman" gibi bir eseri okuduğum için öğretileri hakkında detaylı bilgi edindiğim söylenemez ancak temelde bir ışık/karanlık çatışmasının bulunduğunu ve çok barışçıl bir din olduğunu söyleyebilirim. Belki de bu sebepten dolayı bu coğrafyada fazla tutunamamıştır. Ancak Alevi/Bektaşilik geleneğinin Mani dininden etkiler barındırdığı da bazı kaynaklarda iddia edilmektedir. Tabi bir teolog bu durumu daha iyi açıklayabilir, ilginiz varsa okumanızı tavsiye ederim.

"...Mani yerden kurumaya yüz tutmuş ama hala yeşil kesik bir dal alıp havada döndürmeye, kırbaç gibi şaklatmaya koyuldu. 'Şu ıslığı dinle! Hava inliyor, çünkü saldırdım ona. Dinlemeyi bilsen ne dediğini duyardın: Şu dünyada daha hafif ol, ayağını vurmadan yürü, sert hareketlerden kaçın, ağaçları da çiçekleri de öldürme. Toprağı işler gibi yap, ama incitme onu, okşa sadece. Ve ötekiler avaz avaz bağırırken dudaklarını oynat, sakın bağırma.'"

25 Nisan 2017 Salı

Eve Dönüş - Ray Bradbury

"Eve Dönüş" edebiyat dünyasında Fahrenheit 451 eseri ile tanınan Ray Bradbury'nin 1946 yılında yayınlanan sıra dışı hikayesidir. Diğer kitaplarına göre daha genç yaşlarda yazdığı bir hikaye olduğundan kanaatimce diğer kitapları kadar başarılı bir kurgusu yok ancak fantezi edebiyatı severlerinin hoşuna gideceğinden eminim. Her ne kadar kurgusu için başarılı değil demiş olsam da, kitabın yazıldığı yıl itibariyle değerlendirildiğinde çok özgün olduğu bile söylenebilir. Sanki fani insanların ön planda olduğu korku hikayelerine alternatif olarak yazılmış gibi. Kitapta hortlaklarla dolu bir evde, belli periotlarda yapılan Cadılar Bayramı toplantısı için dünyanın farklı yerlerinde yaşayan tüm hortlak ailesinin bir araya gelmesi ve bu toplanmanın evin hortlak olmayan küçük oğlu üzerindeki etkileri anlatılmaktadır. Diğerleri gibi olmayan ve dolayısıyla ailesinin diğer üyelerinin hoşlandığı şeylerden hoşlanmayan küçük Timothy, onların arasında girebilmek ve onlar gibi olabilmek için elinden gelen çabayı göstermektedir. Her ne kadar fani olsa da, ailesinin diğer üyeleri gibi ölümsüz olmadığı veya bedenden bedene atlayamadığı için kendisini çok garip ve yalnız hissetmektedir.

Bazı edebiyat eleştirmenlerine göre, Eve Dönüş'te anlatılan yalnız, mutsuz ve "diğerleri gibi olamayan" çocuk Ray Bradbury'nin kendi çocukluğunun hikayesidir. Eğer yazar kendi çocukluğunu bu şekilde metaforik anlattı ise başarılı bir gözlemci ve aynı zamanda acımasız bir eleştirmen olsa gerek. Ailesinin kendisini tüm farklılıklarına rağmen kabul etmesi ve annesinin koşulsuz sevgisine rağmen hissettiği yalnızlık duygusu muhtemelen kendisinin de farkında olduğu olumsuz bir özelliği. Bununla beraber, çizgi roman gibi resimlendirilen kitabın çizimlerini Sandman serisinden de tanıdığımız ünlü illustrator David McKean yapmış. Renklerin soluk sarı olması ve çizimlerin keskinliği hoşuma giden detaylardan. Ayrıca kitabın anlatım dili de çok şiirsel, bu kitaba ayrı bir akcılık kazandırmış. İlginizi çeken bir tür ise okumanızı tavsiye ederim.


Ray Bradbury'nin bu blogda bulunan Fahrenheit 451 kitabı hakkında:

17 Nisan 2017 Pazartesi

Baragan'ın Devedikenleri - Panait İstrati

Son zamanlarda Panait İstrati'nin (1884-1935) kitapları ile sıkça karşılaşmaya başladım. Kira Kiralina ile Mihail'den sonra, halka açık bir kütüphanede Baragan'ın Devedikeleri'ni görünce okumak için aldım. Panait İstrati bazı kitaplarını Fransızca yazdığı için bu kitap da onlardan birisi mi bilmiyorum ancak tercümesi pek iyi yapılmamıştı. Basım yılı 1991 olduğundan, kitabın üzerinde orijnal dili yazılmamış ama eğer Fransızca ise daha başarılı bir tercüme yapılabilirdi diye tahmin ediyorum. Kitap baştan aşağıya hüzün, sefalet ve açlık üzerine kurgulanan bir hikaye anlatmaktadır. Baragan'ın kıraç ve sonsuz toprakları arasında yaşayan bir çocuğun gözünden dönemin Romanya'sında kırsalda yaşayan insanların tüm sorunlarıyle yüzleşilmektedir. Sürekli Baragan'ın kısır topraklarından kaçma ve yeni yerler görmek peşinde olan çocuğun hayal ettiği hayat ile Baragan toprakları dışında kendisini bekleyen gerçek hayat hiç de birbirine benzememektedir. Bir lokma mamaligaya (Mısır unundan yapılan Romen yemeği) muhtaç insanlar, yorgun ve çaresiz köylüler, zalim kolluk kuvvetleri, acımasız boyarlar (feodal beyler) her yerdedir ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de doğanın acımasızlığı (krivatz rüzgarları ve devedikenleri ile kuşatılmış topraklar) ortalığı kasıp kavurmaktadır.

Kitap kırsal kesimde yaşayan insanlar bir lokma ekmeğe muhtaçken hükümetin ve boyarların refah içinde yaşamasını eleştiren Panait İstrati, bu kitabını da Romanya hükümeti tarafından öldürülen binlerce kişiye ithaf etmiştir. Panait İstrati de Cengiz Aytmatov gibi, kendi halkını ve kültürünü anlatmayı seçenlerden, tıpkı Aytmatov'un dediği gibi, her yazar bir milletin çocuğudur ve  o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi milli gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır.

"Ah bana çılgınlıklar anlatacak, yalan söyleyecek, ama beni biraz düşlere daldıracak, yüreklendirecek biriyle konuşmayı öyle istiyorum ki! Ve devedikenleri yalnızca düş ve ataklık, var olanı olabilecekle değiştirmeye çağrıydı; en kötüsü olsundu bu, çünkü bütün yeryüzünü sevenler için kokuşmuşluktan daha kötü bir şey olamazdı. Uçsuz bucaksız denek Baragan, bizim çocuk gözlerimize göre <bütün yeryüzü> demekti..."

10 Nisan 2017 Pazartesi

Ayaşlı ile Kiracıları - Memduh Şevket Esendal


Memduh Şevket Esendal'ın (Meşe) ilk romanı olan bu eser, hem Türk Edebiaytının hem de yazarın en önemli eserleri arasında sayılmaktadır. Kitabın dili yalın olmasına rağmen günümüz Türkçesinden baya farklı ancak Meşe'nin bu kitabı 1934 yılında yazdığı düşünülürse bunu normal karşılayabiliriz. Kitapta Cumhuriyetin ilk yıllarında, genç bir banka memurunun (o dönemde banka memurluğunun sevilen bir meslek olduğu anlaşılıyor) Ankara'da dokuz odalı bir apartman dairesinin bir odasını kiralamasının ardından yaşadıkları anlatılıyor. Apartman dairesini günümüzdeki gibi düşünmemek gerekiyor, sanki bir pansiyon ya da han gibi bir yaşayış söz konusu. Kiralayan da dahil herkesin bir odası ve kendi yaşantısı vardır fakat pek tabi olarak dönen dedikodular çerçevesinde herkes başkasının hayatına hakimdir. Odaları kiralayan Ayaşlı İbrahim Bey, pansiyonun sakinlerinden kumarcı Turan Hanım, ahlaki değerleri düşük biri olan kocası Haki Bey, cimri komşuları Şefik Bey, zayıf karakterli bir kadın olan İffet Hanım, kocası Abdülkerim, Ayaşlı'nın kızı Faika Hanım ve damadı Fuat, pansiyonun hizmetçileri Halide, Raife, Ziynet herkes ayrı bir dünyadır. Anlatıcı banka memuru mekanda yaşayan kişileri tanımaya başladıkça insanların ne kadar dedikoducu, çıkarcı, bencil, paraya düşkün ve asla göründüğü gibi olmayan kişiler olduğunu fark edecektir.

Kitabın 1989 - 1990 sezonunda TRT'de yönetmenliğini Tunca Yönder'in yaptığı bir TV dizi uyarlaması yapılmış. Benim çok küçük olduğum yıllar söz konusu olduğu için diziye dair hiçbir şey anımsamıyorum ama izleyenler beğeni ile söz etmekteler. TRT şimdi eski arşivlerini online erişime açtığı için, izlemek isteyenler için de bir fırsat doğmuş olabilir diye düşünüyorum (ben henüz TRT arşivine bakmadım). Durum öykücülüğünü seviyorsanız ya da 1930'ların Ankara'sına göz atmak isterseniz bu kitabı mutlaka tavsiye ederim. İyi okumalar!

"Doğrusu da gitmek istemiyordum. Bilmem böyle bir kırgınlığım var. Her yer bana boş ve hüzünlü geliyor. Yeryüzü bana eskimiş görünüyor, her yeri toz kaplamış. Bundan evvel özenip yazmaya başladığım bir eserin müsveddeleri de masanın üstünde tozlanıyor. Sevmek, sevilmek de boş! İnsan korkunç bir yalnızlık içindedir. Kimsenin ne düşündüğünü bilemezsiniz! Bu yalnızlığı ben her zaman duymam."

Ekte kitap hakkında güzel bir inceleme bulabilirsiniz:
http://turkoloji.cu.edu.tr/pdf/sebahattin_yum_memduh_sevket_esendal_mizah.pdf

28 Mart 2017 Salı

Üçüncü Kız - Agatha Christie

Uzun zamandır polisiye kitap okumuyordum, bazen yorulunca veya bir yenilik arayışında iyi gidiyor. Dedektif romanlarının fanı veya sürekli okuyucusu değilim ancak yılda birkaç kez okuyunca hoşuma gidiyor. Bir de hikayeye kendinizi kaptırırsanız, eski okuma heyecanınızı tekrar kazanıyorsunuz. Aslında başarılı bir dedektif romanı okuyucusu değilim, özellikle Agatha Christie söz konusu olunca, zekice ve anlaşılması zor kurgularını çözemiyorum ve genelde katilin kim olduğunun açıklanmasını yazara bırakıyorum :). Ancak dedektif romanı sevenlerin bir süre sonra yazarın tarzına uyum göstererek kolaylıkla tahminde bulunduklarını tahmin ediyorum. Yine de katili tahmin edebilme açısından Üçüncü Kız hikayesi biraz karmaşıktı. Tüm hikaye genç bir kızın Belçikalı dedektif Hercule Poirot'un ofisine gelerek bir cinayet işlemiş olabileceğinden söz etmesi ile başlıyor. Her ne kadar genç kız ile yıldızları barışmasa da, adını bile söylemeden ortadan kaybolan kızın hikayesi Poirot'un dikkatini cezbediyor. Londra'da yaşan zengin bir adamın kızı olan Norma Restarick'ein kimliğine kadim dostu ve roman yazarı Ariadne Oliver aracılığı ile erişiyor ve yine her zamanki havalı tarzıyla Norma'nın ne demek istemiş olabileceğinin peşine düşüyor. Poirot'un cevaplaması gereken sorular bu kez çok çetrefilli oluyor: Ortada gerçekten bir cinayet var mı? Norma nerede?

İlk olarak 1966 yılında yayımlanan romanın orijinal adı Third Girl olmasına rağmen Türkiye'de ilk baskıları "Tavuskuşu Cinayeti" adı altında yapılmış. Belki bu başlıkla kitabı daha önce okumuş olabilirsiniz. Benim Agatha Christie kitapları ile ilk tanışmam ilk baskısı 1945 yılında yapılmış olan "Şampanyadaki Zehir" romanıydı. Çocukluğumda bu kitabı ilk okuduğumda çok beğendiğimi anımsıyorum. Ancak hiçbir zaman yazarın hayranı olmadım, yine de zeki kurgular yapan başarılı bir dedektif romanı yazarı olduğu da su götürmez bir gerçek. Okumaktan hoşlananlara iyi okumalar!

"Belçikalı dedektifle yaptığı konuşmayı ve onun yaptığı uyarıyı hatırladı. Saçma... Hercule Poirot ile paylaştığı meseleyle uğraşmaması için bir neden var mıydı? Belçikalı dört duvar arasında bir koltuğa oturup parmak uçlarını birbirine yaslayarak, gri hücrelerini çalıştırmayı yeğlerdi. Ama bu yöntem Bayan Oliver'e göre değildi. Kendi kendine bir şeyler yapması gerektiğini vurguladı..."

Yazarın Sonunda Ölüm Geldi kitabı hakkında:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/01/sonunda-olum-geldi-agatha-christie_10.html 

21 Mart 2017 Salı

Bana Bir Şans Ver - Sadık Başkaya

Galatasaray Üniversitesi'nde yüksek lisans yaptığım için, kütüphaneden çıkış yapılan eserler arasında (alıp okuyabiliyorsunuz) bu kitabı da gördüm ve dersin başlamasını beklerken meraktan okumaya başladım. Zaten fazla uzun olmadığı ve dialoglarla hızlı ilerlediği için kitabı geri bırakmadım ve zaten ertesi gün bitirdim. Kitap için büyük beklentilere girilmemesi gerekiyor, zaten bir başkasının ses kayıtlarının yazıya geçirilmesi şeklinde olduğu içerikte belirtiliyor. Bu nedenle olsa gerek sık sık benzer şeyler tekrar ediliyor. Kitabın konusu üniversite eğitimi sırasında aynı üniversiteden genç bir kadına aşık olan ve yıllar boyunca kendisinden olumlu yanıt bekleyen bir gencin karşılıksız aşkının kendi açısından anlatılması şeklindedir. Üniversitenin ilk yılında laboratuvar çalışmaları sırasında karşılaştığı genç kadının (Hümeyra) dikkatini çekmek için yapabileceği her şeyi deneyen Mahmut, hiç ümidini kesmeden yıllarca beklemeyi seçiyor. Aslında sevilen kadının mesajı en baştan beri çok açık; "Mahmut Abi" olarak mesajı veriyor. Yine de karşı tarafa kendisini arkadaş olarak gördüğüne ikna edemeyince kibarca kendisinden uzaklaştırma yoluna gidiyor. Tipik bir platonik aşk macerasının yanında her şey kahramanların başına gelen başka olaylarla devam eden dört-beş yıllık bir hikayeye dönüşüyor.

Kitabın yazarı Sadık Başkaya Galatasaray Üniversitesi'nde uzun yıllar memurluk yapmış birisi (hala memur olarak çalışıyor mu bilmiyorum). Bu nedenle sanırım kitaplarından okunması için kütüphaneye bırakmış. Başka bir yerde bulabilir misiniz bilmiyorum ama sanırım kitap internette satışta. Ben kendi adına kitabı çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim, anlatmaya değer bir hikaye bulamadım karşımda. Tabi bunun yazarla bir ilgisi olmayabilir ancak hikaye sıradandı ve çekici bir yönü de yoktu. Aşık ve yalnız bir adamın (hatta psikolojik olarak biraz rahatsız bir adamın) kendi kafasında yazıp oynadığı hezeyanlarından başka bir şey bulamadım karşımda (aşağıdaki alıntıdaki gibi). Hiç farkına vardı mı bilmiyorum ama Mahmut'un yaptıkların bir kısmı gerçekten psikolojik bir baskı hatta taciz olarak bile değerlendirilebilir. Muhtemelen kitap aşk romanı kategorisine giriyordur, zaten blogumu takip edenler bilecektir ki tarzım da bu tür kitaplar değil, sevenleri okuyabilir.

"..Son bir gayret bir mesaj daha atacağım. Yine cevap gelmezse yapacağım bir şey yok artık. Zaten yarın cumartesi sonrası pazar. Üç gün ancak görüşebilirim. Kafamdaki soruların sonu gelmiyor. Matematik çalıştığımız gün ne kadar da samimiydik. Şimdi ne oldu da sessiz sedasız bıraktı beni..."