Powered By Blogger

28 Mart 2016 Pazartesi

Çolak Hacı / Yaşamı ve Şiirleri - Şarkışlalı Aşık Serdari

Sivas'ın aşıklarıyla ünlü ilçesi Şarkışla'dan bir aşığın akılda kalan şekilde derlenmiş şiirleri ve kısaca hayatının yazıldığı bir eser "Şarkışlalı Aşık Serdari". Doğum tarihi tespit edildiği kadarıyla 1834 olan ve asıl adı "Hacı" Aşık Serdari, çocukluğunda geçirdiği bir rahatsızlık sonucu kolunun birini kaybedinde yaşadığı bölgede "Çolak Hacı" olarak tanınır olmuş. Tahmin edeceğiniz üzere "Aşık Serdari" kendisinin şiirlerinde kullandığı mahlastır ve bir rivayete göre, aşık atışmalarında çevresindeki aşıkları sürekli alt ettiği için, kendisine komutan anlamına gelen Serdari mahlası uygun görülmüştür. Dönemin şartları gereği okula gidemeyen ve okuma yazma öğrenemeyen Aşık Serdari şiirlerini söyledikten sonra unutmamak için ara sıra yapılan arkadaş toplantılarında okurmuş. Hayatı tam olarak bilinemese de, iki evlilik yaptığı ve ondan fazla çocuk sahibi olduğu söylenenler arasındır (çocuk ölümlerinin fazla olduğu bir dönem olduğunu düşünürsek, kaçının hayatta kaldığını söylemek zor). Bu kitapta Aşık Serdari'den derlenen şiirler ve insanların hatırlarında kaldığı kadarıyla şiirlerin bazılarının hikayeleri anlatılmıştır (örneği aşık olduğu kadınlara yazdıkları, fakirliğini anlattığı, doluda kaybettiği bostanına yazdığı kaçırdığı kızın babasına yazdığı şiirler gibi). Dikkatimi çeken bir husus bazı şiirlerde Aşık Serdari mahlasının olmamasıydı, ama muhtemelen bunun sebebi, kendisinin bu mahlası ün kazandıktan sonra kullanmaya başlamasıdır. Tabi sözlü geleneğin bir sonucu olarak, söyleyeni unutulan birkaç şiir de kendisine atfedilmiş olabilir.

Kitap çok detaylı hazırlanmış veya akademik olarak çalışılmış bir eser değil, ama Türk Halk Edebiyatının bir parçası olan ozanların unutulmaya yüz tutan geleneğini anımsatması açısında benim nezdimde değerli bir eser. Önceden beri, halk edebiyatı geleneklerini ve özellikle saz şairlerinin gündelik yaşama dair söyledikleri ezgili şirileri çok severim; yeri gelmişken Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Türküler Dolusu" şiirinin bir kısmını yazmak isterim: "...Şairim/Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası/Ayak seslerinden tanıırm/Ne zaman bir köy türküsü duysam/Şairliğimdem utanırım..."

Dünyada murad almayan,
Arayıp eşin bulmayan,
Kendi kadrini bilmeyen,
Elin kadrini ne bilsin?

Sinemi vurdum kamaya,
Felek ahımı komaya,
Alışmış pancar yemeğe
Narın kadrini ne bilsin?

Gurbete çıkmayan yiğit,
Karın kadrini ne bilsin,
Göz ağrısı bilmeyenler
Körün kadrini ne bilsin?

21 Mart 2016 Pazartesi

Tasfiye - Imre Kertesz

2002 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Imre Kertesz, 1929 yılında Macaristan'da yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve 1944 yılında Auschwitz toplama kampına gönderilmiştir. Toplama kamplarından sağ çıkmayı başaran yazar akabinde gazeteciliğe başlamış ve çeşitli eserler yazmıştır, ancak dönemin siyasi baskıları nedeniyle eserlerini yayınlatmakta büyük zorluklar yaşadığı söylenmektedir. Toplama kamplarında yaşadığı tecrübeleri zaman zaman eserlerine yansıttığı bilinen yazarın bu eserinde de Auschwitz'in izlerini görmek mümkün. Yazar bu kitabında toplama kampında doğmuş bir yazarın (kendisini B. veya Bé diye tanıtıyor) mutsuz ve intiharla sonuçlanan yaşamını kısaca ele alıyor. Aslında kitap B.'nin aşırı dozda morfin alarak intiharıyla başlıyor diyebiliriz. B.'nin geride bıraktığı küçük arkadaş grubundan bir editör olan Keseru, hem B.'yi intihara sürükleyen sebepleri bulmak hem de doğuştan yazar olduğuna inandığı B.'nin geride bıraktığı opus magnum romanını ortaya çıkarmak için kendince araştırmalar yapar. B.'nin müsveddeleri, geride bıraktığı Tasfiye isimli tiyatro eseri ve eşyaları arasında aradığını tam olarak bulamayan Keseru, son bir umut eski eşi Judit ile görüşme yapar. Keseru saplantılı şekilde aradığını bulabilecek mi göreceğiz ancak net olan bir şey var, B.'nin bize verdiği mesaj: Holocaust henuz sona ermemis bir durumdur.

Ben henüz başka bir kitabını okumadım ama Tasfiye'nin benim beklentimi karşılamadığını da itiraf etmek isterim. Bunun sebebinin yazarın takip etmesi zor yorucu anlatımı mı yoksa tercümenin başarılı olmaması mı olduğunu bilmiyorum ancak ben tercüme olduğunu tahmin ediyorum. Zira birkaç yerde kelimeler sanki o cümleye tam oturmamış gibi geldi bana, aynı şekilde tercümanın neden sürekli "kinik" diye bir kelimeyi tekrar etmek istediğini anlamadım. Kelimeyi anlayabiliyorum, ne ifade ettiğini de, ama bu kelime kitabı okurken sürekli dikkatimi dağıttı ve belki de daha yaygın ve akıcı ifadeler seçilebilirdi diye düşündüm. Imre Kertesz'in bu eseri henüz beni tatmin etmedi, ama belki ilerde başka bir eserini okurum.

"...Uzun zamandan beri kullanılmayan eski bir İncil ifadesi var: Yazı bilgini. Bir yazı bilgini bir yetenekten fazlasıdır. O felsefeci değil, filolog değil, üslupçu değil. Kekelese de, onu hemen anlamasan da: Yazı bilginini hemen fark edersin. Bé bir yazı bilginiydi. Geride bıraktığını yitirmememiz gerekir. Sırrı bunda yatıyor."

Yazara ait bir röportajı okumak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz:
http://www.notosoloji.com/imre-kertesz-her-yer-auschwitz/

14 Mart 2016 Pazartesi

Çakıcı'nın İlk Kurşunu - Sabahattin Ali

Muhtemelen bu bloga yazmaya başladığımdan bu yana en çok tercih ettiğim yazar Sabahattin Ali olmuştur. Ancak kendisinden okuduğum bu kadar kitaba rağmen, Sabahattin Ali'yi gerçekten tanımam kitap sayesinde oldu diyebilirim. Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden olmasına rağmen Sabahattin Ali en çok hikaye ve romanlarıyla tanınır, işte bu eser kendisinin farklı taraflarını da tanımaya vesile olmaktadır. Kitabın muhteviyatında yer alan şiirleri (bazılarının eski yazıyla görüntüleri taranmıştır), hikayeleri, makaleleri, bir adet opera eseri (Kağnı eserini operaya uyarlamış) ve kendi çizimleri (resim çizdiğini yeni öğrendim) aslında yazarın çok yönlü olduğunun kanıtıdır. İçerikte yer alan hikayelerden bir tanesi ("Barsak" hikayesi) tamamalanamamıştır, şiirleri de diğer şiir kitaplarındaki gibi tatmin edici değil, muhtemelen Sabahattin Ali bu eserler üzerinde daha çalışmayı planlıyordu. Ancak son bölümde yer alan makaleleri çok etkileyici, özellikle "Kadınlar Üzerine Bir Konferans" ve "Asıl Büyük Tehlike Bugünkü Ehliyetsiz İktidarın Devamıdır" başlıklı yazılar kendisinin ne kadar öngörülü ve bu konuların aradan geçen seksen yıla rağmen ne kadar aktüel olduğunu göstermektedir. Farklı türleri içinde barındırmasına rağmen, kitabın adının "Çakıcı'nın İlk Kurşunu" olmasının sebebi, kitapta aynı adla yer alan uzun hikayedir. Adından da anlaşılacağı üzere, hikayede Türk edebiyatında hakkında çok yazılan ve efsaneleşen Çakırcalı Mehmet Efe (Çakıcı Efe) adındaki eşkıya anlatılmaktadır. Son olarak belirtmek istediğim, kitabın muhtemelen en hüzünlü bölümü, yazmayı planladığı ancak yazamadığı roman ve hikayelerin listesidir. Keşke öldürülmeseydi ve bu eserleri de kendisinin kaleminden okuyabilseydik!
 
Kitabın üzerinde yazan "Tereke" kelimesinin fikir vereceği üzere, bu kitapta toplanan eserler yazarın "sandığı"ndan çıkan mirasıdır.  Kitabın önsözünde yazıldığı kadarıyla, Nüket Esen, Sabahattin Ali'nin sandığından çıkan eserlerin 1997 yılında kızı Filiz Ali tarafından kendisine ulaştırılması akabinde, oluşturduğu küçük bir ekip ile tümünü tarayıp yeni yazıya aktararak düzene soktuğu bu eserleri bu kitapta bir araya getirmiş (farklı başlıklar altında tasnif edilenler ve şahsi mektupları ayrı kitaplarda yayınlanmıştır). Bir sandık açılınca her zaman içinden hazine çıkmayabilir, ancak bu kez öyle olmamış anlaşılan! Hayatta olmayan naif ve sevilen bir adamın iç dünyasını öğrenmek isterseniz, bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.
 
"Kadın bir erkeğe varmaz, kadın bir erkeğe verilmez ve bir erkek bir kızı almaz, (almak, vermek) bu tabirler kadını kıymetten düşüren, ona ahkâr (en hakir) mahiyeti veren şeylerdir ve her şeyden evvel bu zihniyeti kadınlarımız kafalarından çıkarmalıdır; bilmelidirler ki iki cins birbirleriyle hayatlarını birleştirirken yuvaya getirdikleri aynı kıymette şeylerdir ve koca mal sahibi değil, ortak, hayat ortağı demektir. Bu hukuk müsavatı kadınlarımızın şuurunda yer ettikten sonra onların kuvvetli ve hakiki bir insan olmak için dimaği ve fikri sahada da yükselmek isteyecekleri tabiidir." Kadınlar Üzerine Bir Konferans, Konya, 1932.

7 Mart 2016 Pazartesi

Embers - Sandor Marai

It has been a long time since I have read an English book. You know, I cannot be selective in the reading of English books because of the lack of works. This time I have found this. Embers was first published in 1942 and its original title in Hungarian is A Gyertyák csonkig égnek, which means "The Candles Burn Down to the Stump" (it must be a proverb). You can also find it in Turkish and I am sure after reading this book you will definitely want to read more book from Sandor Marai. The name of the English one gives an idea about the story but actually the narrative focuses on the face-off between two old friends. One of them is Henrik, a retired General of the Austro-Hungarian Empire, has lived in a castle near the forest and waited for his friend Konrad, he has not seen for forty-one years. Konrad was once his best friend despite their different backgrounds and these two men shared their childhood and youth together in military service in the golden era of the Austro-Hungarian Empire. Then, after Henrik's marriage with beautiful Krisztina, they still remained close and shared most of their time together in Henrik's castle. The other man, Konrad had been lost for forty-one years and the only thing we know about him is his sudden abandonment of Vienna for tropics on the very next day of the hunting party with Henrik in 1900. I have told the previous events in order to ease chain of events to understand, yet novel begins when Henrik has finally received Konrad's letter about his visit for a dinner after forty-one years. Hence, it is time to determine whether their friendship is based on loyalty and mutual respect or not for Henrik.

Later on, you will read a tantalizing monologue of Henrik since he would ask his loose end questions and accusations from dinner until twilight in the dining hall where the last time three of them sat together. In conclusion, I liked the book, my only ciriticism would be that Sandor Marai does not let the characters tell us the "truth" and I really don't understand the reason. Nevertheless, it is an international best-seller and you can find it in Turkish as well. Let's give a chance to this eloquent European novel which has the story of a triangular relationship between two friends and a woman surrounded by love, fidelity and deception.  Have a nice day!

"The son of the Officer of the Guards sensed their bond of friendship, fragile and complex in the way of all significant relationship between people, must be protected from the influence of money and any slightest hint of envy or tactlessness. It was not easy.......And because of their friendship, each forgave the other's original sin: wealth on the one hand and poverty on the other.