Powered By Blogger

30 Mart 2015 Pazartesi

Aylak Adam - Yusuf Atılgan

Bir adı bile olmayan, yazarın dahi "C." olarak seslendiği, her şeye karşı olan ve tekdüzeliğe karşı çıkan bir adam: Aylak Adam. Yusuf Atılgan'ın diğer kitabı gibi ("Anayurt Oteli") bu kitabı da insanın kendine yabancılaşmasını çok güzel anlatıyor. Yine de ilk on sayfada kitaba girmekte zorlandığımı belirtmeliyim; C.'nin düşüncelerinin serbest akışı ve ara ara başka karakterlerin düşüncelerine de yer verilmesi bir an 'ne okuyorum' karmaşasına yol açtı. Ancak ilerledikçe kitabı çok sevdim, hatta bitmesine üzüldüm. Kitap dört bölümden oluşuyor (kış-ilkyaz-yaz-güz) ve yukarıda bahsettiğim C.'nin bir yılını anlatıyor. C. ilginç bir karakter, hayatta ne istediğini bilen biri mi bu bile sizi şüpheye düşürüyor. Gölgesinden bir türlü kurtulamadığı ve bazı travmalarının sebebi olan babasından kalan evlerden aldığı kiralarla çalışmadan geçinebilen C., zamanını gezerek, kahvehanelerde takılarak, ressam bir grup arkdaşla vakit geçirerek ve her şeyden sıkılarak geçiriyor. İlginç birisi olduğunu söyleyebiliyorum ancak kesinlikle ideal birisi değil, toplum gelenekleri ile uyuşmayan, huysuz, sıkılgan bir yapısı var ama daha da kötüsü negatif bakış açısına sahip. Özel hayatını ilgilendiren pek çok konuya kötümser bakış açısıyla bakmaya alışmış, aynı şekilde sosyal hayatı ilgilendiren konulara da bu şekilde yaklaşıyor. Yine de çok eleştirmemek lazım; hayatta bir amacı var: gerçek aşkı ulmak (ya da aradığı kadını diyelim). Sürekli gerçek aşkı arayan bu tedirgin adamın başında bu bir yıllık sürede kısa süren iki aşk hikayesi geçiyor ama acımasız kader de ağlarını örüyor. Gerçekten aradığı kadını, B.'yi sürekli "teğet" geçiyor. C. ile B.'nin sürekli birbirlerini teğet geçmesi bana Shel Silverstein'in "Masks" şiirini anımsattı, ancak kitapta yaşanılan aynı durum değil.

Romanın ilk baskısı 1959 yılında yapılmış (Kitap 1958 Yunus Nadi Roman Armağanında ikinci olmuştur), dönemi itibariyle oldukça iddialı bir hikayesi olduğunu kabul etmek gerekiyor. C.'nin hayata dair düşünceleri ve kitaptaki cüretkar sahneler beni bu kanaate itti ama belki de yanlış düşünüyorumdur. Bunlardan ayrı olarak, kitabın Beyoğlu-Karaköy hattında geçmesi dikkatimi çeken bir diğer nokta. Sanki son elli yıldır hiçbir şey değişmemiş gibi hissediyorsunuz. "Aylak Adam"ı okumanızı mutlaka tavsiye ediyorum, eminim siz de kendinizden bir şey bulacaksınız: Zor bir karakter, zor bir yaşam, yalın bir roman.

"Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. ..... Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"

17 Mart 2015 Salı

Bir Aşka Vuran Güneş - Oktay Rifat

Virginia Woolf'tan sonra sade bir dille yazılmış akıcı bir şiir kitabını okumak çok iyi geldi, ne yalan söyleyeyim. Oktay Rifat'ın Türk şiirindeki ilk devrimci hareketin öncülüğünü yapan Garip akımının temsilcilerinden olması sebebiyle (farklı tarzda yazılmış şiirleri olsa da) bazı şiirleri gündelik yaşamı yansıtan şekilde serbest olarak yazılmış olduğu için rahat okunan bir kitaptı. Geleneksel şiirin katı kurallarına karşı çıkan Oktay Rifat'ın şiirlerinde sıradana nesneler ve doğa görünümleri ve bunlar karşısında hissettikleri anlatılmıştır. En azından "Bir Aşka Vuran Güneş" kitabnda derlenen şiirlerinin şu şekilde bir özeti olabilir: Mavi, yeşil, dağ, taş, deniz, ova, koyun, kuzu, karga, tilki... Eğitimli bir aileden gelen ve çocukluğundan bu yana musiki & şiirle bir şekilde alakadar olan Oktay Rifat aslında çok yönlüdür. "Bir Kadının Penceresinden" romanının ve sahnelenen pek çok oyunun yazarı olmasının yanında, Yunan ve Latin mitolojik kitaplarının çevisini yapmış bir avukattır (resim yaptığı da söylenenler arasında). Bununla beraber, Oktay Rifat, pek çok kitabın çevirisini yaparak Türk okuyucuya kazandıran Samih Rifat'ın da babasıdır. Ayrıca teyzesi de başarılı bir ressam (Celile Hanım) ve teyzesinin oğlu da tanınan bir şairdir (Nazım Hikmet). Ahmet Hamdi Tanpınar'dan ders alan Oktay Rifat'ın okul arkadaşları da tanınan şair & yazarlardır.

Daha önce belirttiğim gibi, ilk şiirlerinde hece ölçüsünü kullanan şair, Melih Cevdet ve Orhan Veli ile başlattığı Garip akımından sonra serbest ölçü ile şiirler yazmıştır. Ancak konu olarak sık sık değişiklik gösteren şiirleri mevcuttur, dönemin olaylarından etkilenmiştir (politik konulara da değinmiştir). Bu durumu Cemal Süreya, her ne kadar şiirsel konjonktürü değişse de, Oktay Rifat'ın kimlik değiştirmediği, başta yadırgansa da, dönemleri birbirine bağladığı şeklinde açıklamıştır.

Ne güzel enseyi geçmemesi saçların
Alnımızda bitmesi
Tane tane olması kirpiklerin
Tel tel olması kaşların
Ne güzel insan yüzü
Elmacık kemiği ve on parmak
Ya dünyamız bütün bu mevsimler
Bulutlar telli kavak

Ya İstanbul
---------------------------
Uçaklar gelecekmiş
Korkum yok benim
Kağıt gemilerim
Kurşun askerlerim hazır
Hem bunlar bozulursa
Babam yenilerini alır
----------------------------
.....
Güneş batabilirdi
Ey gözleri sudan sarı
Ay doğabilirdi
Ey gözleri geceden karanlık

Ama bir kaya gibi koruyordu seni
Şiirin aşınmaz zamanı

11 Mart 2015 Çarşamba

Deniz Feneri - Virginia Woolf

Yirminci yüzyıl edebiyatçıları arasında hatrı sayılır bir yeri olan Virginia Woolf'tan okuduğum ilk kitap "Deniz Feneri" oldu (iyi mi yaptım bilmiyorum). Ancak kitaptan çok etkilendiğimi veya çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Anlaması zordu ve anlatım teknikleri de alışık olduğum tarzlardan oldukça farklıydı. 1927 yılında yayınlanmış bu romanda Woolf'un öncülerinden biri olduğu "bilinç akışı" tekniğinin kullanıldığı belirtilmektedir (Bilinç akışı: karakterin düşünme eylemini olduğu gibi aktarmaya çalışan bir edebi tekniktir). Anlaşılmasına daha çok yardımcı olacağını düşündüğüm için şu şekilde açıklamayı uygun buluyorum: Zihninizi serbest bırakın, düşünceler birbirinden çağrışım yaparak serbestçe akacaktır, işte bu şekilde bir anlatımın romana aktarılmasıdır Deniz Feneri. Romanda iç diyaloglar şeklinde aktarılan olayların (aslında pek bir olay zinciri de yok) Woolf'un çocukluk anılarından esinlenildiği söylenmektedir (çocukken yazları deniz kıyısı bir kasabada zaman geçirmiştir). Kitap üç bölümden oluşuyor: Pencere-Zaman Geçer-Fener. İlk bölümde Ramsey ailesi, evlerinde verilen akşam yemeği, komşuları ve çocukları insanların iç dünyaları anlatılarak aktarılır. Bu bölümün en önemli olayı, muhtemelen küçük James'in fenere gitmek isteyip bir türlü gidememesidir. Bir de komşuları Lily'nin resim yapmak konusunda bir türlü yeterli özgüveni toplayamaması (Tansley'in kadınlar hakkında asla yazı yazmayı veya resim yapmayı beceremeyeceklerine dair söylemleri de bu konuda etkili olmuş olabilir). İkinci bölüm yıllar sonrasından (muhtemelen bir on yıl) bahseden kısa ve trajik bir bölüm olarak karşımıza çıkıyor ve son olarak üçüncü bölümde James'in babasıyla beraber çocukken bir türlü gidemediği Fener'e gidişinin hikayesini ve Lily'nin tablosunu okuyoruz.

Karakterlerin neredeyse dış görünüşlerinden bahsedilmiyor, daha ziyade mekanlara ve iç dünyalara odaklanılıyor. Bazı eleştirilere katılıyorum, ilk bakışta çok dağınık görünen konular kitabın sonuna doğru toparlanyor, tabi sona gelmeyi başarırsanız (bu kitabı okuyabilmek için konsantrasyon gerekmekte yoksa sizin de zihniniz akıp gidiyor). Belki de benim şanssızlığım kitabın çevirisinin pek de iyi yapılmamış olmasıdır, bu konudaki bir eleştirim de Bay/Bayan Ramsey denilebilecekken neden Türkçeye tercüme edilmiş bir kitapta Mr./Mrs. Ramsey şeklinde ifadelere başvurulduğudur. Sonuçta Türk bir okuyucu olarak ben Mr.'nin ne anlama geldiğini bilmek zorunda değilim sanırım. Yeterince sabrınız varsa okumayı deneyebilirsiniz. Bu arada Virginia Woolf'un kendi hayatı da özgün ve yenilikçidir, ona da bir göz atmanızda fayda var.

"Fener o zamanlar gümüş rengi, akşamları ansızın ve usulca açılan sarı bir gözü olan, puslu bir kuleydi. Şimdiyse - ... Beyaz badalanı kayaları görebiliyordu; çıplak ve dimdik duran kuleyi; kafes şeklindeki siyah veyaz çizgileri; pencereler de vardı; kurumaları için kayalara serilmiş çamaşırları bile görebiliyordu. Demek fener buydu, öyle mi?"

"Resim yapar gibi yapmaktan nefret ediyordu. Bir fırça; çekişmelerle, yıkımla, karmaşayla dolu bir dünyada güvenebileceğiniz tek şey - insanın, bilerek de olsa oyunlarına alet etmemesi gereken tek şey: bundan nefret ediyordu."

5 Mart 2015 Perşembe

Hasretinden Prangalar Eskittim - Ahmed Arif

Uzun zamandır Ahmed Arif'i okumak istiyordum, özel basım şiir kitabını görünce hemen aldım. Kitap Ahmed Arif'in ilk ve tek şiir kitabı olan "Hasretinden Prangalar Eskittim" kitabındaki şiirlerin tümü ile kendisi için yazılan şiirlerden, çeşitli dergilerde yayınlanmış ancak bir araya toplanmamış şiirlerden, röportajından ve kendisi için yazılan inceleme/yazılardan oluşuyor. 1927 diyarbakır doğumlu olan Ahmed Arif'in şiirleri 1944-1955 yıllarında çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlanmış, 1968 yılında ise şiir kitabının ilk basımı yapılmıştır. O günden bu yana geniş bir okur kitlesi tarafından beğenilerek okunan Ahmed Arif hakkında her türlü yazı bu kitabına bulunabilir. Şiirlerinin büyük kısmı yaşadıklarından ve gözlemlerinden oluşmuşve yalın bir dil kullanılmıştır (hatta yer yer kendi yöresinde kullanılan kelimelre de yer verilmiştir). 1970 yılında Veysel Öngören ile yaptığı bir röportajda Ahmed Arif bu konuda şu şekilde bir açıklama da bulunmuştur: "...benim şiirim ile konuşmam arasındaki özdeşlik hemen hemen hiçbir şairde yoktur. Kısacası, halkımın canlı, elvan ve gürül gürül dilinden hiç kopmadım ki şiirimde kopayım, yozlaşıp yabancılığa boğulayım." Bir şari yiğitse ve üstelik bir de devrimciyse elbette yaşadığını yazar ancak Ahmed Arif'i iki konuda eleştiriyorum: Birincisi Orhan Veli'yi "şehir burjuvası" olarak tanımlaması ve kendisini övmesi (Bre neyin kibri bu?).

Ahmed Arif'in şiirlerini ve kendine özgü tarzını beğendim, yaşadığını yazmaktan kastının salt hayat değil de yaşama kavgası, sevdası, acıları ve ağıtlarını bir türkü gibi şiirlerine aktarmak olmasını da sevdim. Şiir okumayı seven kişilere Ahmed Arif'e de bir şans vermelerini tavsiye ediyorum (ki şirii gerçekten seviyorsa zaten çoktan vermiştir) :).

"Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, asi dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. 'Daha deniz görmemiş' çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir." (Cemal Süreya, Papirüs Ocak 1969).

Terk etmedi sevdan beni,
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça...
Ve ellerim, kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terk etmedi sevdan beni...
----------------------------------
.......
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana,
Bir bu yana...

Seni, bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusunen ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
.........
Seni, anlatabilsem seni...
Yokluğun cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...

2 Mart 2015 Pazartesi

İçimizdeki Şeytan - Sabahattin Ali

İnsanın içinde saklı olan ve umulmadık zamanlarda ortaya çıkan şeytanın hikayesi: İçimizdeki Şeytan. Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sı kadar etkileneceğim bir kitap daha yok sanıyordum meğer varmış. Hayatta yalnızca yaşamakla yetindiğimiz ve asla anlatamadığımız ikilemleri, iradesizliğimizi ve toplumun üzerimizdeki baskısını tüm çıplaklığıyla anlatan bir kitap olarak satır satır okunmayı ve baş ucu kitabı olmayı hak ediyor. 1940 yılında yayımlanan roman, karakterlerinin (Macide ve Ömer) iç konuşmaları ve kendileri ile hesaplaşmaları şeklinde ilerliyor. İstanbul'a konservatuvar okumak için gelen Macide ile tesadüfen vapurda karşılaştığı uzaktan akrabası Ömer arasında zamanla henüz tam anlamlandıramadıkları bir yakınlaşma olur. Duygularını derin yaşayan Ömer'in sempatikliğinden ve muhtemelen güzel konuşmasından etkilenen Macide, bir süre sonra başına gelen felaketlerin de neticesiyle Ömer'le iyice yakınlaşır. Tabi bu süreçte Ömer'i daha yakında tanıma fırsatı bulduğu için arkadaş çevresini, etkilendiği insanları, iradesizliğini ve kapana kısılmışlığını daha iyi görür. Ömer'e de çok haksızlık etmemek lazım, bütün yaşadıklarına rağmen güçsüz de olsa, başkalarına suçu atıp kaçmayı adet edinmemiş farkındalığı olan bir karakter. Yaşadıkları buhranlara bir de ekonomik olarak imkansızlık eklenince, hayatları iyice çekilmez hale gelen çift, bir müddet sonra farklı bir çözüm arayışına gireceklerdir.
 
Daha önce hiçbir roman karakterine bu kadar acımadım, Kürk Mantolu Madonna'nın Raif'i bile bu kadar acınacak halde değildi. Ama bir şüphem değişmedi, oluşturduğu roman karakterleriyle Sabahattin Ali aslında kendini mi yansıtıyor? Zira kitaptaki bazı karakterler üzerinden Peyami Safa ve Nihal Atsız'ın eleştirildiğni düşünürsek, kendi yaşadıklarından veya hissetiklerinden parçaların kitaba yansıtıldığını düşünmek mümkün. Her ne kadar 1940 yılında yayımlanmış da olsa, konunun her daim güncel olduğu kanaatindeyim, okumanızı mutlaka tavsiye ediyorum.
 
"İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir meulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizde şeytan yok...İçimizde aciz var... Tembellik var....İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatları görmekten kaçmak itiyadı var..."