Powered By Blogger

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Okuyucu (The Reader) - Bernhard Schlink

Geçtiğimiz hafta "The Reader (2008)" filmini izleyip çok beğenince, kitabının nasıl olduğu merak edip hafta sonu kitabını da alıp bitirdim. Söylemek isterim ki, ilk defa, bir eserin filmini kitabından daha çok sevdim. Oyuncuların performansından olsa gerek, duygular filmde daha iyi yansıtılmıştı. Konuya aşina olanların bildiği üzere, kitap 1958 yılında yolda rahatsızlanan ve kendisine yardım eden 36 yaşında bir kadına (Hanna Schmitz) duygusal açıdan bağlanan 15 yaşındaki bir gencin dramatik aşk hikayesini anlatıyor. Michael Berg adındaki bu gencin kendisini tanıma ve topluma kanıtlama döneminde arkasına bir kadının desteğini alması ve hayata bakışının değişmesi hikayenin tutkulu yönüdür. Fakat bir gün Hanna'nın aniden ortadan kaybolmasıyla Michael için hüzünlü günler başlar ve bu ani gidişten kendisini sorumlu tutar. Uzun süre bu vicdan azabıyla yaşayan ve yıllar sonra Hukuk Fakültesine başlayan Michael, bir gün gözlem için gittikleri savaş suçları mahkemesinde sanık sandalyesinde bir zamanlar sevdiği kadını görür. Hanna Schmitz II. Dünya Savaşı yıllarında toplama kampında gardiyanlık yaparken işlenen bazı savaş suçlarından yargılanmaktadır. Bu yargılama esnasında, hem kendisini hem de geçmişini sorgulayan Michael, Hanna ile ilgili mahkemenin seyrini değiştirecek bir sırrı keşfeder. Bu sırrı açıklayıp açıklamama ikilemi ve savaş suçlusu bir kadını sevmiş olmanın verdiği vicdan azabıyla karışık duygular içinde olan Michael için hayatının bundan sonraki dönemi çok farklı olacaktır.

Kitabın filmin ilerleyişinden farklı yönleri de vardı, özellikle yargılama sahnelerinde Michael'in Almanya'da işlenen savaş suçlarına ilişkin iç hesaplaşmaları filme göre farklı boyuttaydı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki jenerasyonun, savaş öncesi jenerasyonla hesaplaşması kitapta daha belirgindi. Ek olarak, yazarın 1944 doğumlu bir Hukukçu olması ve Michael'in iç hesaplaşmasının çok gerçekçi ifade edilmiş olması kitapta yaşananlar gerçekten kurgu muydu sorusunu akla getirmiyor değil. Hem kronolojik olarak hem de başka açılardan yazarın karakter Michael Berg ile olan benzerliği hayal gücümü yönlendirse de, söylemek istediğim tek şey, etkileyici bir hikayesi olduğu. Eğer okumayı seviyorsanız, tavsiye ederim ancak zamanınız kısıtlı ise, filmi de izleyebilirsiniz.

"Sonraki ilişkilerimi daha doğru kurmak ve sürdürmek için çaba gösterdim. Birlikteliğimizin yürüyebilmesi için, bir kadının az da olsa Hanna gibi kokması, onun tadında olması, teniyle, dokunurken verdiği hisle biraz olsun Hanna'yı çağrıştırması gerektiğini kendime itiraf ettim. Ve onlara Hanna'dan söz ettim."
 
The Reader (Okuyucu) filmi hakkındaki yorumlarım:

23 Temmuz 2015 Perşembe

Freud'un Kız Kardeşi - Goce Smilevski

Sigmund Freud her ne kadar yakın dönemde yaşamış bir psikiyatr olsa da (1856-1939) hayatına dair detaylar bilinmemektedir. Sigmund Freud kendi prensipleri gereği, anılarını paylaşmamış ve diğer kişisel belgelerinin tümünü (mektup, defter vb.) ölümünden önce yakarak yok etmiştir. Bu nedenle bu kitap ilgimi çekti çünkü Sigmund Freud'un hayatına dair birkaç ipucu alabileceğimi umdum. Ancak adından da anlaşılacağı üzere, kitap aslında kız kardeşinin hayatına odaklanmış. Sigmund Freud'un aşağıdaki aile fotoğrafından anlaşılacağı üzere beş kız kardeşi bulunmakta, fakat kitap özellikle Adolfina'nın yaşam öyküsü olacak şeklinde kurgulanmış. Kitabın en ilginç detayı 1938 yılında Viyana'da Nazi etkisi güçlenirken bağlantıları sayesinde Londra'ya giden Sigmund Freud'un dört kız kardeşini Viyana'da bırakmasıydı. Freud's List olarak bilinen listede, Viyana'dan gitmesine yardımcı olduğu kişiler arasında kendi ailesinden başka, doktoru, doktorunun ailesi, eşinin ailesi, hizmetçileri ve köpeği de bulunmasına rağmen neden kız kardeşlerini listeye eklemediği ve savaşın ortasında bıraktığı bir muamma. Aslında Sigmund Freud savaşın sona ereceğine ve geri döneceklerine inanmaktaydı ancak bu kız kardeşlerini ne zaman biteceği bilinmeyen bir savaşın ortasında bırakması için geçerli bir sebep miydi bilemiyorum. Toplama Kampına götürülen ve orada öldürülen dört kız kardeşin hazin hikayesini okumanızı tavsiye ederim.

Daha önce de belirttiğim gibi, Adolfina Freud'un yaşamına ilişkin detaylar kurgulandığı için ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu tespit edemiyoruz ancak ana hatlarıyla olayların bu şekilde geliştiğine inanıyorum. Kitapta Toplama Kampı'na götürülen kız kardeşlerin kampta Ottla Kafka (ünlü yazar Franz Kafka'nın kız kardeşi) ile karşılaşması ve Adolfina'nın gençlik yıllarının anlatıldığı bölümlerde Klara Klimt (ünlü ressam Gustav Klimt'in kız kardeşi) ile olan arkadaşlığı da erkek kardeşlerinin gölgesinde kalan kadın dayanışmasının vurgulanması gibiydi. Özellikle Klara Klimt'in kadının toplumdaki yeri üzerine yaptığı yorumlar ve Sigmunf Freud ile yaptığı uzun tartışmalar okunmaya değer bölümlerdi. Ancak toplumumuzun şu anda tartıştığı konuların yirminci yüzyılın başında Avusturya toplumunda gençler arasında tartışılıyor olması (kadın hakları - cinsel özgürlük) kültürel anlamda daha fazla yol almamız gerektiğini gösteriyor.


"Kardeşim cinselliğin özgürlük olduğunu söylerken haklı, ama sorun şu ki, kardeşim cinselliği ve özgürlüğü yanlış anlıyor. Cinsellik gerçekten özgürlüktür, toplumun korkusu da bu gücün özgür bırakılmasıyla onu destekleyen hiyerarşi ve sistemleri yıkmasıdır. Bununla birlikte bugünkü haliyle toplum da dağılacak. Bu yüzden toplum cinselliğin samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük ile sarılı olmasına gayret ediyor."

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Akra'da Bulunan Elyazması - Paulo Coelho

Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ancak ben Paulo Coelho'yu çok severim, ancak bu kitabını diğer kitapları kadar sevmediğimi itiraf edeceğim. Aslında bunun nedeni kitabın iyi bir kitap olmaması değil, kaldı ki, eminim bu kitabı beğenen çok kişi vardır. Benim eleştirim kitabın "el yazmasının" aynen aktarılması şeklinde olmasıdır (en azından bende böyle bir izlenim uyandırdı). Coelho'nun içerikte ne kadar emeği var bilmiyorum ama, baş karakter Kıpti'nin monolog şeklindeki sözlerinden ve sonsözden ben el yazmasının tercüme edilerek aktarıldığını anlıyorum. Kitaptaki olayın özü şu: Şehrin surları (Kudüs) karşı konulamayacak kadar güçlü düşmanlarla sarılmıştır ve muhtemelen o günün sabahında şehir ele geçirilmiş olacaktır. Şehrin sakinleri ve semavi din adamları şehrin meydanında toplanırlar ve adına Kıpti dedikleri bir Atinalının vaazlarını dinlerler. Kıpti görmüş geçirmiş bilge bir adamdır ve Kudüs halkına yok olsalar bile arkalarında bırakacakları bilgiler vermek istemektedir. Yerel halktan insanlar hayata dair merak ettiklerini Kıpti'ye sorarlar ve kendisi de sabırla uzun uzun açıklamaya girişir. Neler yok ki sorulanlar arasında? Yenilgi nedir, güzellik nedir, yalnızlık ve korku, işe yaramak nedir, cinsellik, mucize veya zarafet nedir? En önemlisi de yarına ne bırakabiliriz? Bu soruların cevapları bölüm bölüm veriliyor ve Kıpti aslında bir kısmını hayat tecrübesi ile edinebileceğimiz bazı tanımlamalar yapıyor. Ben kişisel gelişim kitaplarından çok hoşlanmadığım için, tamamı bana "öğüt" vermek olan bir kitaba da yeterince ısınamadım sanırım :).

Kitabın ön sözünde el yazmasının geçtiği yollar ve ne şekilde Paulo Coelho'ya ulaştığı yönünde bir açıklama mevcut. 1945 yılında Mısır'da bir mağarada testinin içinde gömülü olarak bulunan papirüslerin MS 100-180 yılları arasında yazıldığı tahmin edilmektedir. İşte hikayenin bu kısmı güzel, zira içerikteki açıklamalardan anladığımız bir şey var: İnsanı insan yapan değerler aradan geçen bütün senelere ve savaşlara rağmen kolay kolay değişmiyor!

"Şehrimizi talan edebilirler, ama burada öğrendiklerimizi silemezler. İşte bu yüzden ilmimizin surlarımız, evlerimiz ve sokaklarımızla aynı kaderi paylaşmasına izin veremeyiz… Peki ilim derken neyi kastediyorum? ... İlimle, gündelik yaşamın karşımıza çıkardığı zorlukların üstesinden gelerek hayatta kalmamızı sağlayan şeyi kastediyorum.

Yarın bize neler olacağını kimse bilemez… Çünkü her günün iyisi ve kötüsü aynı gün içinde olup biter. Öyleyse dışarıdaki askerleri ve içinizdeki korkuyu unutun … Bizler şimdi, gündelik yaşamımızdan, yüzleşmek zorunda kaldığımız güçlüklerden bahsedeceğiz"

7 Temmuz 2015 Salı

Yaşam Başka Yerde - Milan Kundera

Ülkesindeki politik baskılara dayanamayarak Fransa'ya göç eden ve yazdığı kitaplar nedeniyle vatandaşlıktan çıkarılan Çek asıllı yazar Milan Kundera'nın adını son zamanlarda hem takip ettiğim bloglardan hem de sosyal medyadan sıkça duymaya başladım. Çağımızın varoluşçu roman yazarı olarak kabul edilen (muhtemelen son temsilcisidir) Kundera'nın en tanınan eseri "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" romanını okumak isterdim ancak elimdeki şartlarda şimdilik bu kitaba ulaşabildim :).  Aslında daha önce Kundera okumamış kişilere yazarın bu kitabı tavsiye edilmiyor (sanırım biraz ağır olduğu için) ancak ben ilk kitap olarak bunu seçmiş olmaktan memnunum. Yazarın hem kalemini hem de anlattığı hikayeyi ilginç bulduğumu belirtmek isterim (okuduğum ilk kitabını oldukça beğendim). Kitap yedi bölümden oluşuyor ve genç bir şairin hayatını daha doğrusu bir erkek olarak ve bir sanatçı olarak var olma çabasını anlatıyor. Genç şair Jaromil (adı ilkbaharda sevilen anlamına geliyor) babası tarafından istenmemiş ve annesinin isyanıyla dünyaya gelmiş olan, kitabın bazı bölümlerinde kendini sevdirirken bazen de nefret ettiren ilginç bir çocuk olarak karşımıza çıkıyor. Yıllarca annesinin gölgesinde kalan şairin kendini baskı altında hissetmesi ve dönemi itibariyle içinde yaşadığı ülkenin rejiminden (Çekoslovakya-Sosyalist rejim) etkilenerek seçimler yapması hem hayatına giren kadınlarla ilişkilerine hem de kendi hayatına yön veriyor, size de satır aralarından profil çıkarmak kalıyor.

Yazarın bu romandaki anlatım tarzını beğendiğimi belirtmiştim, bunun sebeplerinden birisi baş karakteri okuyucu nezdinde "tek"leştirmesi. Demek istediğim, neredeyse ondan başka herkesi sıfatlarıyla (anne, baba, kapıcının oğlu, fakülteden arkadaş, kızıl saçlı kız vb.) ancak şairimizi adıyla bize tanıtması. Ayrıca kitap yazıldığı dönem itibariyle Çek Cumhuriyetinin politik ve sosyal olarak geçtiği yollar hakkında da okuyucuya fikir verir nitelikte, aynı zamanda bazı Çek şairlerden alıntılar yapılarak dipnotlarda tanıtıldıklarını da görüyoruz. Yalnızca Çek şairler değil, Jaromil'in hayatının evrelerinde Arthur Rimbaud, İngiliz şair Keats ve Rus şair Lermontov'un hayatından kesitler de sunuluyor. Bu üç şairin ortak özelliği çok genç hayata veda etmiş olmaları, kitaptaki ortak özellikleri ise hepsinin Jaromil'de birleşmesi. Okumanızı tavsiye ediyorum!

"Anne, Jaromil'in masası üzerine bıraktığı şiirleri tek kelime etmeden okuyor ve satır aralarından oğlunun yaşamını çıkarmaya çalışıyordu. Bari şiirler daha anlaşılır bir dilden konuşsaydı! İçtenlikleri sahteydi; muamma ve imalarla doluydular; anne oğlunun kafasının kadınlarla dolu olduğunu bildi, ama onlarla ne yaptığı konusunda hiçbir şey çıkaramadı."