Powered By Blogger

18 Şubat 2016 Perşembe

Baklava Dürümü - Ali Atalar

Bu yaz Gaziantep'e gittiğim bir gezide, Saklı Konak Bakır Eserleri Müzesini ziyaretim sırasında bu kitabı satın almıştım. Müze Antep Kalesi'ne yakın bir noktada, satın alınan eski bir konağın restorasyonu ile Ali Atalar (yazar) tarafından oluşturulmuş. Müzede bizzat Ali Atalar tarafından genellikle Gaziantep ve yöresinden toplanan bakır eserler sergilenmektedir (yolunuz düşerse bir uğrayın derim). Gaziantep folklorü konusunda araştırma yazıları yazan yazarın öykü kitaplarından birisi olan Baklava Dürümü, yine Gaziantep çevresinden uzaklaşmıyor. Kitapta anlatılan hikayelerin tam tarihlerini tespit edemedim ancak anlatılan bazı olaylardan aşağı yukarı bir çıkarım yapılabilmektedir. Sağ-sol çatışmalarının şiddetli olduğu bir dönemi anlatan Külhan Çıkmazı 1970'li yıllarda geçtiğini tahmin ettiğim bir olayı anlatırken, Amerikan Bezi hikayesi 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konulan Marshall planından söz etmektedir. Aynı şekilde portalin gazozundan bahseden Ben Ölmedim hikayesi için, bu gazoz 1964'te üretilmeye başlandığından, bu döneme ait olduğu söylenebilir.  Bu nedenle hikayelerin hepsinin yazarın gözlemlerine dayanılarak yazıldığını söylemek zor, bir kısmında duyduklarını yazıya geçirmiş olabilir. Ancak neredeyse tüm hikayelerinin ortak yönü kendisinin de belirttiği gibi "ölümle yaşam arasındaki ince çizgide tutunanların mücadelesi" olarak özetlenebilir.
 
Yazar öykülerinin yanı sıra yerli tarihi yapılarla ilgili fotoğraf sergileri ve ve Gaziantep kültürünü anlatan araştırma yazıları ile de tanınıyor. Bu kitabında toplamda on iki hikaye anlatılmaktadır, merak ediyorsanız okumanızı tavsiye ederim, zira okurken aynı zamanda Gaziantep yöresine ait bazı kelimeleri de öğreneceksiniz: Portalin gazozu, ciğer deldi (nakış modeli), kübban (pide), doğranbaç (ekmek doğranmış süt), bartış (eşik), değirme (topaç) vb.
 
"...Okuduğu kitapları sabah götürür, akşam kucağında yenileriyle gelirdi. Bu kadar kalın ve zor anlaşılan onlarca kitabı okumak zorunda kaldığı için üzlürdüm. Ama kendisi yüzündeki mimiklerle bu işten çok büyük keyif aldığını hissettirirdi."
 
Saklı Konak Bakır Eserleri Müzesi hakkında:
 

15 Şubat 2016 Pazartesi

Doktor Yazısıyla Aşk - Dikkatli/Sayar/Herken

Kitap bir psikiyatristin anıları şeklinde hazırlanmış ancak tahmin ettiğimin aksine (ya da piyasada alışık olduğumuz tarzlardan farklı olarak) psikiyatristin ilginç hastalarından derlediği hikayeler şeklinde ilerlemiyor. Kitap sürpriz bir şekilde, kitap kahramanı olan Yasemin Hanımı hem psikiyatrist hem hasta hem de meraklı bir araştırmacı yapıyor. Yasemin Hanımın asistanlık yıllarından flashback (anımsama) şeklinde anlattığı bir anısının ardından, "aşk" konusuna merak salması bir arkadaşının klinik odasında beklerden okuduğu "Aşkın Biyolojisi" dergisi ile oluyor. Aşk ile ilgili makaleleri bir araya getiren dergiyi büyük bir ilgi ile okuyan Yasemin Hanım, bir müddet sonra bu konuya derin bir merak duyduğunu fark ediyor. Bu şekilde eline geçen her türlü kaynaktan aşk ile ilgili yazılar okumaya başlıyor. Burada anlatılan aşk, tahmin ettiğiniz üzere yalnızca tensel aşktan ibaret değil: anne-baba aşkı, arkadaşlık, tensel aşk ve ruhsal aşka ve aşkın fizyolojik süreçlerine değiniliyor. Teorik bilgilerle sık sık açıklanan konular (kitap bu hususta didaktik ilerliyor, sonunda da bir kaynakça var, konuların devamını merak edenler için), kitabın kahramanı Yasemin Hanımın hayatı ile de örnekleniyor. Tabi bu süreçte kendisinin özel hayatı, çocuğuyla ve eşiyle olan ilişkisi ve geçmişinden bazı önemli olaylar hakkında da bilgi sahibi oluyoruz.

Kitabı twitter adındaki sosyal platformdan takip ettiğim bir doktor aracılığıyla öğrendim (Semih Dikkatli- yazarlardan birisidir). Takdir edersiniz ki, yayınlanmış binlerce kitap varken hasbelkader bir yerde karşılaşmadan (tanıtım veya referans olmadan) pek çok güzel kitap da gözümüzden kaçabiliyor. Fakat kısa anımsatıcı notlar almayı sevdiğim için, bu kitabı da okuyacaklar listesine eklemeyi ihmal etmedim ve internet aracılığıyla edindim (kitabevlerinde bulmanız zor olabilir). Farklı şairlerden şiirlerin ve değişik kaynaklardan bir araya getirilen kısa hap bilgilerin bir arada olduğu bu kitabı, bu konulara ilginiz varsa okumanızı tavsiye ederim.

"Bir sürü cerrahi dergisini can sıkıntısıyla inceledi ama okuyacak bir şey bulamadı. Dergileri yerine bırakırken, biraz altlarda kalmış başka birinin kapağı dikkatini çekti. Kapakta, bir kadın ve bir erkek silueti birbirine hasretle kavuşur halde resmedilmiş ve üzerine iri puntolarla "Aşkın Biyolojisi" yazılmıştı. Dergiyi eline alıp biraz daha dikkatli incelediğinde, makalelerin tamamının aşkla ilgili olduğunu, bunun özel bir aşk sayısı olduğunu fark etti."

10 Şubat 2016 Çarşamba

Yaban Koyununun İzinde - Haruki Murakami

Uzak bir coğrafya olması sebebiyle sanırım, Japon Edebiyatı konusunda çok az bilgim var, ancak o topraklarda bir hazine saklı olduğunu tahmin ediyorum. Bu nedenle ünlü Japon yazar Haruki Murakami'nin bu kitabını indirimli kitaplar reyonunda görünce hemen aldım ve yazarın kitapta gerçekten sıra dışı bir konuyu işlediğini düşünüyorum. Kitabın anlatıcısı ve ara sıra rastladığı insanlar sanki bu dünyada hiç var olmamış gibi özgün karakterler. Kitabın anlatıcısı (adını öğrenemiyoruz) bazı tesadüfler (eğer adına tesadüf derseniz) sonucu birden kendisini bir "yaban koyununun izini sürerken" bulur. Bir insan neden bir yaban koyununun izine düşer ki dediğinizi duyar gibiyim. Aslında anlatıcı da bir ara neden koyunun peşinde olduğunu kendi de anlamıyor. Daha açık konuşmak gerekirse, küçük bir işletmesi olan anlatıcımız, sigorta ile ilgili bültenlerinde kullandığı bir koyun sürüsü fotoğrafından sonra bir sürprizle karşılaşır. Japonya'da tanınan ve karanlık işler çeviren bir adamın sağ kolu kendisine ulaşarak fotoğraftaki koyunlardan özelliği olan bir tanesini "bulmak zorunda" olduğunu ifade eder. Aslında anlatıcı karakter hayata karşı çok kayıtsız ve baskılara boyun eğmeyecek bir adamdır, ancak kitapta sık sık karşımıza çıkan "iç güdü ile hareket etme" eylemi olarak açıklayabileceğimiz bir dürtü ile hareket ederek gizemli kız arkadaşının da yardımıyla bu yaban koyununun sırrını çözmeye koyulur.                 

Kitap sanki bu dünyadan birine ait değil gibi, çok yaratıcı bir zekanın ürünü kanaatimce. Bu yönüyle bana Edgar Keret'in Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nü anımsattı ancak hayranları Murakami'nin tarzını polisiye yazarı Raymond Chandler'e benzetmiş. Ben henüz Raymond Chandler'i okumadım ancak Murakami için izlenimim olumlu yönde (diğer kitapları daha çok seviliyor bu arada). Kitabın sürrealist yönleri ve gerçek ile sanrıları iç içe vermesi, fantastik unsurları seven birisi olarak beni etkiledi açıkçası. Post-modern bir dedektiflik kitabı okumak isterseniz, bu kitaba da bir şans verin derim.

Bu arada kendimle ilgili bir paylaşımda bulunacağım; Rus Klasiklerinden sonra bende kitabın çevirisi orijinal dilinden yapılırsa okumak yönünde bir davranış gelişti. Bu nedenle bazen kitapların ilk sayfasına bakıyorum hangi dilden çevrilmiş diye. Bu kitapta herhangi bir açıklama yapılmamıştı, yine de aldım. Bazı diyalogları anlamlandıramasam da, kitabı genel itibariyle beğendim (konusu ilginçti, burada Murakami'ye teşekkür etmek gerek). Sonradan öğrendim ki, çeviri Fransızcadan yapılmış, Japonca'dan yapılmış bir çevirisini bulabilir miyiz bilmiyorum ancak bulursanız bence o kitabı alın. Zira bu kitapta bulunan "yeşil fasulye" salatasının aslında "tofu" ve tuzlu köpek adındaki içkinin "Salty Dog" olduğunu tespit ettim ki, bence buraya çevirmen not düşebilirdi. En çok yadırgadığım kelime "belleten"di. Pek çok yerde Belleten olarak kullanılan kelimenin aslında "Bulletin" olduğunu fark ettim; Türkçede bildiri/ilan/bülten gibi daha yaygın bir kullanımı olan kelime tercih edilse, benim okuyucu olarak daha az dikkatim dağılırdı diye tahmin ediyorum.

"Öte yandan da, aynı zamanda, rastlantı dite bir şeyin varlığını yadsıyabilir, bilmezden gelebiliriz. Olan olmuştur, olacak olan da besbelli olacaktır, işte böyle, sürüp gidebilir. Başka bir deyimle, arkamızdaki "her şey" ile önümüzdeki "sıfır" arasında sıkıştırılmış olduğumuzdan, bizimkisi, içinde ne rastlantıya ne olanağa yer verilen, geçici bir varoluştur."

29 Ocak 2016 Cuma

Arafat'ta Bir Çocuk - Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli, 1978'de yayınlanan bir hikaye kitabının başına "gerçek yaşamdan alınmamıştır" kaydı düşmüş ancak hikayeler sanki gerçek yaşamın içinden alınmış gibi detaylı (Livaneli bu durumu bir röportajında insanların kafasını karıştırmamak için bu ifadeyi tercih ettiği şeklinde açıklamıştır). Toplamda sekiz hikayeden oluşan kitap Livaneli'nin basılmış ilk kitabı olma özelliğine de sahip. Yazarın gözlemlerinden oluştuğunu tahmin ettiğim hikayeler, yazılan dönemin de etkisiyle gurbetçilerin ve siyasi suçluların acıları, siyasi çalkantıların günlük hayata etkileri ve insanların acınası yalnızlığını somutlaştırıyor. Bu kitabı yıllar önce okusaydım ne hissederdim bilemiyorum ancak şimdi pek beğenmediğimi itiraf etmek isterim. Belki de Livaneli'nin diğer eserleri benim beklentimi yükseltmiştir ancak değindiği konular bana çok klişe geldi ve hikaye tekniği açısından da bazı hikayelerini yetersiz ve anlam bakımından kopuk buldum. Bu anlamda "Bütün Kuşların Uykusu" hikayesi kitapta beni bir sonuca ulaştırmayan hikayelerden bir tanesi, ancak kitaba adını veren "Arafat'ta Bir Çocuk" hikayesini ve "Üniforma" hikayesini beğendim. Özellikle Üniforma hikayesinde işlenen niteliksiz bir adamın hayatındaki eksikliklerin tümünü sahip olduğu bir üniforma ile kapatacağını düşünmesi güzel bir psikolojik çözümleme ile anlatılmıştı. Hikaye okumayı seven insanlar eğer vakitleri varsa bu kitaba da bir şans verebilirler.

Kitaba adını veren "Arafat'ta Bir Çocuk" hikayesi, İsveç'te mülteci olarak yaşayan bir çocuğun sorunlarını anlatan bir eser ve 1980'lerin başında İsveç'te film olarak çekilmiş. Bazı kaynaklara göre Almanya'da da gösterilmiş ancak nedense bu hikayenin filmini ben bulamadım, bilginiz olsun, belki rastlarsanız izleyip yorumlarınızı benimle de paylaşmak istersiniz.
 
"'Devletin ve milletin bütünlüğüne kasteden şehir eşkıyalarından ikisi, dün güvenlik kuvvetlerinin teslim ol ihtarına uymayıp...' Ancak o zaman anladı bir arpa boyu yol gittiğini, Türkiye'den hiç çıkmadığını, hiçbir zaman da çıkamayacağını; sınırların, yolculukların, buralara gelemsinin durumu daha ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağını..."

25 Ocak 2016 Pazartesi

Dağ Uykusu - Fazıl Hüsnü Dağlarca

Bu yayınevinin hazırladığı şairlerin seçme şiirlerinden oluşan minik ve renkli şiir kitaplarını hem şiir beğenimi güçlendirmek hem de şairleri tanımak için vakit buldukça okuyorum. Fazıl Hüsnü Dağlarca Cumhuriyet Döneminin en üretken şarilerinden birisi olarak uzun zamandır okumayı istediğim bir yazardı, Dağ Uykusu bu anlamda iyi bir başlangıç oldu. Herhangi bir edebi akımdan etkilenmeden kendi rotasını belirleyen Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın beni etkileyen en önemli özelliği kendisini anlatma içn başka bir edebi türe yönelmeyişidir (yalnızca çocuklar ve yetişkinler için yayınlanmış şiir kitapları mevcuttur). Hayatını şiirlere adamış olan şair, "Türk Şairinin En Büyük Şairi" olarak da tanımlanmıştır. Edebi çevrelerce bu şekilde tanımlanmasında muhtemelen Türk diline verdiği önem ve Türkçeyi şiirlerinde etkili bir şekilde kullanması neden olmuştur. Şiirlerinde Türkçeye önem vermesinin yanında, şair genellikle yaşadığı bu topraklardan konular seçmiştir. Dağ Uykusu kitabında derlenen şiirler farklı zamanlara ait olsa da, kara bakır, öküz, buğday, saman ve kağnılar vb. konuları işleyen şiirleri bunu örnekler niteliktedir. Öyle ki, Türkolog Giselle Kraft tarafından Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın eserleri için, "Dağlarca'da Hayvan Sembolü" adında bir doktora tezi de hazırlamıştır.

Genellikle yaşadığı topraklardan konular seçmesinin yanında, bazı şiirlerinde kullandığı semboller ve "kozmik" konular da (Aylam - Uzay Çağında Olmak) şairin sıra dışı hayal dünyasını göstermektedir. Bazı eleştirmenler şairin şiirlerinde üç ayrı dönemden geçtiğini belirtmişlerdir, belki de bu duruma değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu açısından bakabiliriz :). Şiir okumayı seviyorsanız, Fazıl Hüsnü'den en azından bir kitap okumanızı tavsiye ederim, zira çok üretken olduğundan, tümünü okumaya ne zaman vakit ayırabiliriz bilemiyorum.

Dağ Uykusu

Lezzetle titredi kamış
Bahar kökleri arasında,
Havayı ve yeşili az seven
Lezzetle titredi kamış
Suda yerin sessizliğinden...

Çoban anlattı yalan yanlış
"Ay gibi beyaz, fidan gibi uzun,
Köpek kadar cesur, koyun kadar iyi."
Çoban anlattı yalan yanlış
Dağda gördüğü periyi

Siyah devler mi yaralanmış,
Uzaklarda ve kahraman.
Yapmıştı bize sultanlık,
Siyah devler mi yaralanmış,
Parladı suda, karanlık.

------------------------------------------------

Seni demez de ne der
Gökler insana karşı?
Yüzümü maviliklerle doldurur her gün
Düşünmek sana karşı

İki şey var yollar boyu aydıklık ve saf,
Biri yaşamakla acı, biri ölümce tuhaf:
Var olmak sevdiğim senden taraf,
Düşünmek sana karşı

14 Ocak 2016 Perşembe

Zargana - Hakan Günday

İlk kitabını 2000 yılında yayınlayan (Kinyas ve Kayra) Hakan Günday, kendine özgü hikayeleriyle kendi okur kitlesini yaratmış bir yazar. Kullandığı dil, oluşturduğu absürd karakterler ve sürpriz hikaye akışı nedeniyle tercih edilen çağdaş yazarlardan olmuştur. Zargana benim Hakan Günday'dan okuduğum ikinci kitap. Daha önce "Az" kitabını okumuştum ve beğendiğimi anımsıyorum. Aslında Zargana'yı hiç sevmedim diyemem ama sanırım diğer kitabını daha çok beğenmiştim. Bu kitabında ana karakter Zargana'nın (kendine neden Zargana dediğini okuyunca anlayacaksınız) on iki yaşındaki yaşamı ve son hali (bugünü) birbirine paralel şekilde anlatılmaktadır. Bu anımsamalar (flashbacks) şeklindeki hikayeyi bir araya getirince tamamlanmış bir yap-boz gibi bütün hikaye karşınıza çıkacaktır. Evlatlık olduğunu öğrenince on iki yaşında evden kaçan ve Berlin'in ara sokaklarında dört kişinin tecavüzüne uğrayan Zargana, kendini insanlıktan (insan olmaktan) soyutlar. Kendisini insan olmaktan soyutlayarak "hiç"e dönen Zargana, yaşamak için "insan takliti" yapmaktadır. Belki onlarca parçaya bölünmüş olan kişiliğinin de etkisiyle onlarca farklı hayat yaşamakta ve başkalarının oynadığı hayat oyunlarının senaryolarını yazmaktadır. Bu oyunlarda yazarın hayal gücü, zekası, hayata tutunma ve hayatı anlamlandırma çabası sezilmektedir ancak Zargana'nın bilinmeze doğru yola çıktığı düşünülürse, nereye kadar başarılı olduğu da tartışılabilir bir konu.

Kimsenin birbirine bakmadığı, yalan, ihanet, şiddet, tecavüz ve acımasızlıkla yoğrulmuş, yalnızca hayallerin göz göze geldiği bir hayattan intikam almanın en iyi yolu yaşamaktır denilmiş kitabın arka kapağında. Bu cümle Zargana'nın hayattaki seçimlerinin nedenlerini en iyi özetleyen cümle olabilir: yaşamak. Ama nasıl, nerede ve kimlerin hayatlarını yaşamak? Yaşamayı nereye kadar abartmak? İşte bu sorulara cevap bulabilmek için kitabı okumak gerekiyor. Hakan Günday yine sıradışı insanları anlatmayı tercih ettiği bu kitabı vaktiniz varsa ve okuyabilirseniz okumanızı tavsiye ederim ancak belki de başka bir kitabını okumak sizin için daha iyi olabilir.

"Zargana her şeyi seyretti. Üzüntüyü gördü. Hatta kadın yanından geçerken üzüntüye dokundu. Hayran kaldı. Saydam göz yaşlarına, kırışan yüze, abartılı hareketlere, gerçeği kabullenmemek için yapılan bedensel mücadeleye hayran kaldı. Derinden üzülen bir insan, gördüğü en büyü gösteriydi."

6 Ocak 2016 Çarşamba

Yeni Dünya - Sabahattin Ali

Türk edebiyatının büyük yazarından düşünen ve söyleyen öyküler: Sabahattin Ali'nin beni sarsmayan herhangi bir eseri yok sanırım! Her okuduğumda daha fazla hayran oluyorum. Başarılı gözlem yeteneğinin yanında içinden geçen duyguları bu kadar iyi yazıya dökebilen yazar sayısının pek az olduğunu düşünüyorum. Öyle ki, bu kitabı okurken farklı öykülerdeki mekanlar gözümde canlandı, karakterlerin hissettikleri duyguları ben de aynı derecede hissettim. Ancak öykülerin acıklı olması ve tahminimce gerçekten yaşanan/gözlemlediği olayları aktarıyor olması sebebiyle kitabı bitirdiğimde hüzünlendim. Kitaba adını veren hikaye "Yeni Dünya" eskiden Anadolu'da var olan ve para karşılığında düğünlere çağırılan dansçı kadınlardan (avrat oynatma) birinin hayatından bir kesit sunmaktadır  (60-70 yıl öncesi gibi düşünebiliriz). Asfalt Yol hikayesinde Anadolu köylülerinin sabit fikirliliğinin ve Hasan Boğuldu'da obalı insanların açık sözlülüğünün yanı sıra Sulfata hikayesindeki insanların çaresizliği ince detaylarıyla ve araya serpiştirilen toplumsal mesajlarla işlendiği de görülmektedir. Aynı şekilde toplumsal konuların işlendiği diğer hikayelerinde anlatılmak istenilen duygular yoğun bir şekilde okuyucuya iletilmektedir: Isıtmak İçin hikayesindeki insanın iliklerine işleyen soğuk, Ayran'daki korku, Uyku'da kamyon şoförünün yaşadığı uykusuzluk, Hanende Melek'in tiksinti duygusu okuyucuyu da içine almaktadır.

Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir bakış açısı kazandıran Sabahattin Ali'yi fırsat bulduğum her vakit okurum. Gerçekçi romanın en güzel örneklerini veren ve satır aralarında yaptığı eleştirileri ince bir şekilde sunan bu yazarı okumanızı tavsiye ederim. Ezilen insanların acılarını Sabahattin Ali kadar net verebilen başka bir Türk yazar var mıdır acaba?

"Bana bak Yusuf, dedim, insan hali işte böyle. On beş günlük ömrü on beş seneye sığdıramazsın da, on beş senelik ömrü on beş günde yaşayıverirsin! Aldırma, Allah ömür verir de sakalımız ağarır, belimiz bükülürse karşı karşıya oturur, bugünleri anıp söyleşiriz. İnsanın iyi günü de, kötü günü de geçer, elverir ki bugünlerden anacak bir şey kalsın!"

28 Aralık 2015 Pazartesi

Kral Kaybederse - Gülseren Budayıcıoğlu

Kitap o kadar akıcı ilerliyordu ki elimden neredeyse elimden bırakmadan okudum. Aslında kitaba başlarken böyle olacağını tahmin etmemiştim, hatta biraz gönülsüz de başladım diyebilirim. Fakat kitaba başlayınca bir anda kendimi yaşanan olayların içinde buldum, birbirinden farklı üç insan tanıdım: Kenan Bey, Fadi ve hem yazar hem kahraman olan Dr. Gülseren Budayıcıoğlu. Her ne kadar üç kişi tanıdığımı söylesem de, asıl kahramanımız aslında Kenan Baran, diğerleri bir şekilde onun çevresinde olup da Kenan Beyin hayatını derinden etkilemiş kadınlar. Bu girişten de anlaşılacağı üzere Kenan Bey'in hayatını hep kadınlar şekillendirmektedir. Kendisini seven ve her şeye göz yuman güzel bir karısı olmasına rağmen karşısına çıkan her kadında aşk ve dostluk arayan çapkın ve umursamaz bir adamdır Kenan Baran. Hem zengin hem de yakışıklı ve karizmatik olması dolayısıyla kadınlarla sosyal ilişki kurmakta hiç zorlanmayan Kenan Beyin belki de en büyük hatası, hayatının hep aynı tempoyla zirvede ve tabiri caizse kral gibi devam edeceği düşüncesidir. Peki nasıl oluyor da hiç yıkılmayacak gibi görünen bir imparator bir anda alt üst oluyor ve yıllarca inşa ettiği her şey değerleriyle beraber yerle bir oluyor? Bu sorunun cevabı kendi kurduğumuz ilişkilerde, toplumun kadına yüklediği sorumluluklar ve erkeğe biçtiği ataerkil rolde, yaptığımız tercihler ve bizim tercihlerimizden ibaret olan kendi kaderimizde bulunabilir mi?
 
Sayın psikiyatrist kitabın arkasında "bir avcının avına av olup yuvarlanışının hikayesi" demiş ancak kitap kanaatimce bundan daha fazlası. Zirveden uçurumun dibine vuran bir adamın kendisini keşfetme hikayesinin yanında açı çektirdiği kadınların ve psikiyatristin de güncesiyle birden fazla konunun ve tekniğin bulunduğu çok katlı bir roman elimizdeki. Kitap, rahatlıkla okunmasının yanı sıra kendimize ve hayatımıza başka bir pencereden bakmamızı da sağlıyor, bu nedenle kendinizde bir değişim başlatmak isterseniz, bu kitaba bir şans vermenizi mutlaka tavsiye ederim. "Bilinç dışının" kaderimizi nasıl şekillendirdiğini örneklerle görebileceksiniz. İyi okumalar!
 
"...İnsanın kendini tarafsız bir gözle görmesinin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Hatta bunun insanı ne kadar üzeceğinin, korkutacağının da farkındayım ama eğer onu durduramazsam acıları hiç bitmeyecek. Meğer ne kadar korkakmış bu Kenan Bey! Yıllardır korkularının esiri oldu. Kader de onu önüne kattı, oradan oraya sürükleyip duruyor..."

24 Aralık 2015 Perşembe

Selvi Boylum Al Yazmalım - Cengiz Aytmatov

Türk sinemasının en sevilen filmlerinden "Selvi Boylum Al Yazmalım" filmini izlemeyen ya da en azından konusunu bilmeyen yoktur diye tahmin ediyorum. Ancak şimdiye kadar bu eserin asıl sahibi hakkında bilgi sahibi bir insanla karşılaşmadım. Yeri gelmişken belirteyim, Atıf Yılmaz'ın 1978 yılında yönetmenliğini yaptığı film, Cengiz Aytmatov'un 1970 yılında yazmış olduğu "Kırmızı Eşarp" (İngilizce: Red Scarf)  isimli hikayeden esinlenilmiştir. Filmde anlatılan hikaye birkaç küçük farklılık dışında kitap ile neredeyse aynı ilerlemektedir ve duyguların verilişi ve hikayenin insanın gönlüne dokunması bile aynıdır (Ayrıca kitabın yazılış biçiminden yaşananların gerçek olduğu izlenimi de çıkmaktadır). Bu nedenle ilk defa bir eserin hem kitabını hem de filmini eşit ölçüde sevdim diyebilirim (daha önce de Reader için filmi kitaptan daha çok sevdiğimi belirtmiştim). Filmi izleyenlerin bildiği üzere, kahramanımız İlyas kamyon şoförlüğü yapan, fevri ve sabırsız ancak cesur yürekli bir gençtir. Mesleğini icra ettiği sırada köylerden birinde kırmızı eşarplı güzel bir genç kadın ile karşılaşır (Filmde Asya, kitapta ise Aysel). Birkaç görüşmenin ardından birbirlerinden etkilenen gençler, kızın ailesinin muhalefet etme ihtimaline karşı kaçarak evlenirler. Uzunca bir süre mutlu devam eden evlilikleri, İlyas'ın işyerindeki hırslı ve fevri davranışları sonucu yaşadığı sorunları evine yansıtması sebebiyle gölgelenir. Evliliğine karşı acımasız davranan İlyas'ın önceden tahmin edemediği bir durum vardır: Aysel sandığından çok daha onurlu bir kadındır ve onurunu kıran birinin yanında kalmaya da hiç niyetli değildir. Kitabın konusu hakkında bu kadar bilgi vermek istemezdim ancak filmde neler yaşandığını bilmeyen de kalmamıştır diye düşünüyorum.

Bu kitabında olduğu gibi sıradan insanların aşklarını, hayatlarını bu kadar yalın bir anlatımla okuyucuya aktaran Cengiz Aytmatov'u fırsat bulduğum her vakit okuduğumu belirtmek isterim. Eğer şimdiye kadar okumadıysanız, belki de tanıdık bir hikaye olan Selvi Boylum Al Yazmalım ile başlayabilirsiniz.

"İyi günler hey Isık-Göl, sonu getirilmemiş şarkım benim. Seni mavi suların ve sarı kıyılarınla alır götürürdüm benimle. Ama elde değil, sevdiğim insanın aşkını götüremediğim gibi seni yerinden asla kıpırdatamam. İyi günler Aysel! İyi günler benim al yazmalı selvi boylum! İyi günler sevgilim. Sana mutluluklar..."

22 Aralık 2015 Salı

Türkçe Aşk Laçkadır - Burak Akkul

Yazarın evlilik arifesinde biten ilişkisinin üzerine aşk acısıyla yazdığı kısa, akıcı ancak size yeni bir şey öğretmeyen bir kitap (Pucca Günlük gibi düşünebilirsiniz).  Genelde kadınların başvurduğu bir eylem olduğu için, bu kitabı okumamın tek sebebi bir "erkek" tarafından yazılmış olması. Sonuçta biten bir ilişkinin, bitiremeyen tarafı etkilediği çok açık, bu tarafın kadın veya erkek olmasının bir önemi olduğunu veya terk edilen tarafa farklı etkileri olacağını düşünmüyorum. Yine de Burak Akkul'un diğer çalışmalarının da etkisinde kalarak bu kitabını okudum. İçten bir şekilde ve mizahi bir dille yazılan kitap, yazarın çektiği ızdırabı da hissettirmiyor değil. Bu nedenle olsa gerek, yeri gelince işi mizaha vurmaya çalışarak da olsa, "kadınlar"ın aşağılandığını da söylemek mümkün. Yazar biten ilişki sonrası bir erkeğin geçtiği tüm aşamaları ve kurtulma çabalarını kendi tecrübelerinden yola çıkarak sırasıyla anlatmış, ancak bana kitabı hakkında kısa bir bilgi vermem sorulursa aşağıdaki cümleyi (kitaptan alınmış bir paragraf) okursanız kitabın tümünü okumanıza gerek yok diyebilirim. Son olarak yazara buradan seslenmek istiyorum, kitapta eleştirdiğin kadın aslında (eğer varsa paralel bir evren, orada) sensin, yani seçtiğin kadın, senin yansımandır.

Ben kişisel gelişim tarzında kitapları okumaktan hoşlanmadığım için, bu türde kitapları da onlara benzeterek tercih etmiyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi, bir erkek bakış açısından yazılmış olması ve yazarın mizah yazarlığı konusundaki tecrübesi sebebiyle bu kitabı okudum ( ve kadınların yazdıklarından bir farkı olmadığını anladım. Sizi etkilemiş gibi olmayayım, okumak isterseniz eğlenceli bir kitap.

"Peki niye bitti kardeş? Senin ki niye bitti? Yoksa sende mi fazla iyiydin? Bunu okuyan erkekler şimdi hoppa diye ayaklandı biliyorum. Sende fazla iyiydin dimi kardeş? Yani sana da ayrılırken sevgilin, "Sen çok iyi insansın, sana saygı duyuyorum" gibi onur verici, ama dibine kadar delici laflar etti değil mi? Olsun. Üzülme geçer. Ne delikler var şu evrende kara delik var, ozon deliği var, Bolu tüneli var, sende de küçücük bir delik açılmış, çok mu? En azından seninkini açan belli "Kim açtı ya" gitmedin en azından… Bırak… Doğa o deliği zamanla kapatır. Doğa kapatmazsa Melis kapatır."

16 Aralık 2015 Çarşamba

Tutsak Güneş - Ayşe Kulin

Ayşe Kulin benim gözümde bir biyografi yazarıdır. Tarzının tamamen dışına çıkarak bilim-kurgu/distopya türünde bir eser vermiş olması nedeniyle bu kitabını okumak istemedim zira benim distopya türünde okuduğum kitapların çıtası çok yukarıdaydı, dolayısıyla sevmeyeceğimi düşündüm. Kitap bir şekilde elime geçince okumadan da edemedim. Sonuç itbariyle Ayşe Kulin'i çabasından dolayı tebrik edeceğim ama kitabını okuduğum distopya türündeki eserlere göre çok hafif bulduğumu da belirtmek isterim. Konuya gelince... Kitaptaki olaylar, yakın bir gelecekte ve adı belirtilmeyen bir ülkede geçmektedir (Ramanis Cumhuriyeti olarak bir yer yaratılsa da, günümüzde var olan yer adları kitapta belirtilmemektedir). Ülkeyi yöneten diktatör Uluhan ölünce yerine oğlu Oğulhan geçmiş, ülke ekonomik ve teknolojik olarak ilerlemiş ancak hak ve özgürlükler açısından insanlar baskı altına alınmıştır. İnternet erişimleri kısıtlanmış ve dünyanın diğer ülkeleri ile iletişim neredeyse kopma noktasına getirilmiştir. Bütün bunlara ek olarak nereden geldiğini anlamadıkları bir cisim Güneş ile Dünya arasına girmiş ve hava sıcaklığının da aşırı düşmesiyle insanlar neredeyse tüm yıl kar altında yaşar hale gelmişlerdir. İşte bu koşullarda yaşayan ve ülkesindeki çocuk doğurmaktan başka niteliği olmayan kadınlardan araştırmacı bilim-kadını yönüyle ayrılan Yuna, uykusuzluğuna ve yavaş yavaş baş gösteren hafıza kayıplarına (geçmişine ilişkin) çare aramaktadır. Terapiye gittiği psikiyatrın istemeden söylediği bir rahatsızlık (Ofglen Sendromu) Yuna'nın içinde bir sorgulama isteği uyandıracaktır. Ofglen Sendromunun sebep olduğu küçük bir darbe domino taşları gibi, zihninde yer etmiş kalıpları tek tek yıkmasına sebep olacaktır. Hayatını sorgulamaya başlayan Yuna, aslında nasıl bir hayal dünyasında yaşadığını ve çevresindeki hiç kimseyi yeterince tanıyamamış olduğunu fark edecektir.

Kitabın dili akıcıydı ve hikayenin de insanı sıkmadan ve gerilimi okuyucuya hissettirerek ilerlediğini belirtmek isterim. Ancak kanaatimce yazar kitabın "proof reading" dediğimiz düzeltme okumasını yapmamış, sık sık imla hataları ve yazım yanlışlarıyla karşılaştım, bu bakımdan bende kitabın çok aceleye geldiği izlenimi oluştu. Ayrıca bazı diyaloglarda mantık hataları ve uyumsuzluklar mevcuttu, sonu da temellendirilmeden bir anda bitirilmek istenmiş gibiydi, bu durum da eserin "düzeltme okuması"nın yapılmadığının benim açımdan bir diğer göstergesi. Kitapta en beğendiğim bölüm kahramanlardan birinin Ayşe Kulin'in "Adı: Aylin" biyografik eserindeki Aylin Radomisli'ye atıf yaptığı konuşmaydı (mezar taşındaki sufi kanatları).  Yine de, kitabı vaktiniz varsa okumanızı tavsiye ederim, çünkü hikayeye dikkatli baktığınızda, kendimizden ve çevremizden pek çok şeyi içinde bulacaksınız.

"Her şeyimizi borçlu olduğumuz Uluhan'ımızın tüm vatandaşlarının iyiliğini isteyen adil bir lider olduğundan şüphemiz yoktu. Dünyaya geliş anımızdan itibaren, emdiğimiz sütten yiyip içtiğimize, eğitimimizden hayırlı evlilikler yapmamıza, hatta çocuklarımızın sayısına kadar her şeyimizle canla başla meşgul olurdu..."

8 Aralık 2015 Salı

Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Uzun zamandır Hüseyin Rahmi'den bir roman okumak niyetindeydim, kısmet bu günlereymiş. Aslında aklımdan "Şıpsevdi" geçiyordu ama kitapçıda dolaşırken bu kitap beni seçti :). "Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç", sokağı edebiyata getiren bir yazar olarak halk tarafından sevilen Hüseyin Rahmi'nin natüralist yönünün ve hicivlerinin oldukça net olarak gözlenebildiği bir eseridir. Romanlarında sık sık değindiği üzere, bu eseri de eski İstanbul halkının günlük yaşantısını canlı betimlemelerle anlatmaktadır. Hüseyin Rahmi, bu romanında hem halkın cehaletini eleştirmiş hem de dönemin kadına ve evlilik kurumuna bakışını romandaki karakterler üzerinden anlatmıştır. Kitabın konusundan bahsetmek gerekirse, bilimle ilgilenenler belki anımsayacaktır; Halley Kuyrukluyıldızı bundan yüz beş yıl önce (5 Mayıs 1910 tarihinde) Dünya'ya çok yakın geçmiş ve birtakım bilim adamlarının yanlış hesaplamaları nedeniyle Dünya'ya çarpacağı düşünülmüştür. Bu bilgi üzerinde İstanbul halkı da galeyana gelmiş ve kıyamet söylentileri alıp başını gitmiştir. Astronomi hakkında bilgisi olmayan ve bilimsel makaleleri okumak şeklinde bir alışkanlığı olmayan halk, sağdan soldan duydukları ile dedikodu kazanı kaynatmaya başlamışlardır. Bu durumu değerlendirmek isteyen genç ve eğitimli bir genç olan İrfan Bey evinde kuyrukluyıldız hakkında yalnızca kadınların katılacağı konferanslar düzenlemeye karar verir. Gazetelere yazı yazmaktan hoşlanan ve Halley Kuyrukluyıldızı hakkında tüm haberleri kaçırmadan takip eden İrfan Bey'in bir özelliği daha vardır: Reddedilme acısıyla başlayan ve yıllar içinde artık tamamen üzerine sinmiş olan kadın düşmanlığı. Kadınların erkeklere göre daha eksik ve zayıf olduklarını her fırsatta vurgulayan İrfan Bey, bir gün beklenmedik bir şekilde genç ve esrarengiz bir kadından kuyrukluyıldız hakkında bilgi isteyen bir mektup alınca kadınların da kıvrak zekalı ve güçlü iradeli olabileceğini pek hoş olmayan bir şekilde tecrübe eder.

Aslında hepimiz Hüseyin Rahmi ile daha önce karşılaştık: Ertem Eğilmez'in başarılı bir şekilde yönettiği ve Gulyabani'den korkan batıl inanç sahibi saf bir İstanbul ailesini anlatan filmi "Süt Kardeşler (1976)" yazarımızın "Gulyabani (1913)" isimli romanından uyarlanmıştır. Bu eserinde olduğu gibi, Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç'da da Hüseyin Rahmi, Türk edebiyatında İstanbul halkının gündelik yaşamını, batıl inançlarını, halkın toplumsal çıkmazlarını mizahi bir şekilde anlatmıştır. Gözlem yaparak yazmayı sevdiğinden olsa gerek, romanlarında İstanbul dışındaki yaşama (Anadolu hayatına) pek değinmemiştir. Bu eser, Adalet Ağaoğlu'nun "Ölmeye Yatmak" romanı gibi her bir karakteri tek tek inceleyerek üzerinde sayfalarca eleştiri yazısı yazılabilecek potansiyelde bir eserdir ancak uzun yazılar yazmayı sevmediğimden burada bırakmak niyetindeyim. Vaktiniz olursa okumanızı mutlaka tavsiye ediyorum.

"Memleketimizde biraz serbest davranan kızlara herkes hemen kötü gözle bakıyor. Eserlerinizdeki ciddiyete bakarak sizi bu zayıflığın, kusurun dışında kalan, fikir sahibi biri olarak düşünmüştüm. Bizde genel bir hastalık şeklinde olan bu alışkanlığın bulaşıcılığından meğer siz de eksik kalmamışsınız... Sokakta edebiyle giden örtülü bir kadına uşak takımından birtakım aşağılık adamların ne kadar rahat laf attıklarını bilisiniz. Bu neden? Memleketimizde kadının her saldırıya katlanmaya mecbur aşağı bir yaradılışta sayılmasından..."  (Geçen bir asır bu topraklarda çok da fazla bir şeyi değiştirmemiş anlaşılan).

30 Kasım 2015 Pazartesi

Ermiş - Halil Cibran

Halil Cibran hakkında daha önce yazı yazmadım, uzun zamandır kitaplarından birini okumamıştım. Ancak kısa bir sure önce okuduğum "Ölüm İlanı Yazarı"nda kendisinde bahsedilince okumaya karar verdim. Bildiğiniz üzere, Halil Cibran Lübnan kökenli (Doğum yılı 1883, Osmanlı vatandaşı) bir şair, filozof ve ressamdır. Felsefi esintiler içeren ve nazım biçiminde (farklı bir tarzı var) yazılmış pek çok eseri bulunmasına ragmen en ünlüsü ve en sevileni Türkçeye "Ermiş" olarak tercüme edilen "The Prophet" isimli eseridir (1920 ilk basım). Bu eserin Türkçeye bu isimle tercüme edilmesini uygun bulmuyorum zira hem içeriğinden hem de İngilizce adından anlaşılacağı üzere kitabın ana kahramanı aslında bir peygamberdir. El Mustafa adındaki bu peygamber on iki yıldır yaşadığı Orphalese kentinden ayrılarak kendi doğduğu topraklara doğru yola çıkmak ister. Orphalese halkı ise kendisini yolcu etmeden önce günlük hayatın merkezindeki konular hakkında kendisine sorular sorarlar. Tüm kitap halkın bu sorularına El Mustafa'nın verdiği cevapları içermektedir. Bu cevaplar hem halkı bilgilendirmek hem de yönlendirmek adına aşk, evlilik, güzellik, özgürlük, suç ve ceza, din, ölüm gibi konulara yoğunlaşmaktadır. Kitaptaki karakterin İslam peygamberi Hz. Muhammed'i işaret ettiğini iddia edenler olduğu gibi, Halil Cibran'ın üslubunu ve işlediği konuların Matta İncil'indeki Hz. İsa'nın vaazlarıyla paralellik gösterdiğini iddia edenler de vardır. Halil Cibran'ın Hz. İsa'yı işaret ediyor olmasının daha yüksek bir ihtimal olduğu belirtilmektedir, zira hem kendisi Hristiyandır hem de diğer kitaplarındaki çalışmalar da Hz. İsa'nın hayatı ile benzerlik göstermektedir. "Ermiş'in Bahçesi" kitabı da bu eserin devamı niteliğinde kaleme alınmıştır.

Daha önce blogda Paulo Coelho'nun bir eserinden söz etmiştim: Akra'da Bulunan El Yazması. Birebir alıntı olması sebebiyle kitaptan çok hoşlanmadığımı da belirtmiştim. Ermiş de tarz olarak bu kitaba benziyor ancak biraz daha şiirsel bir dili var ve açıklamaları daha başarılı yapılmış. Yine de Paulo Coelho'nun Halil Cibran'a bir şekilde gıpta ettiği izlenimi oluştu bende. Ermiş'i okumanızı tavsiye ederim, beğeneceğinizi tahmin ediyorum, ancak iyi bir yayın evinden tercih etmelisiniz, ya da İngilizcesini de okuyabilirsiniz. Doğunun gizemine bir kez daha hayran olacaksınız.

"İnsan yapısı bir zindan kapısına ilişmeden zihninizdeki boyunduruğunuzu kırarsanız, hangi insan yasası size bağlayabilir?
İnsan elinden çıkma hiçbir zincire takılmadan dans ederseniz, hangi yasa korkutabilir sizi?
... Ey Orphalese halkı, davulun senini susturabilir, lirin telini gevşetebilirsiniz, ama tarlakuşu kim alıkoyabilir şakımasından?"

Akra'da Bulunan El Yazması - Paulo Coelho
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2015/07/akrada-bulunan-elyazmas-paulo-coelho.html

19 Kasım 2015 Perşembe

Şiirimiz Mor Külhanidir Abiler - Ece Ayhan

İkinci Yenici Akımının öncülerinden olan Ece Ayhan muhtemelen bu akımın en güçlü temsilcilerindendir. Muhtemelen bu sebeple şiirlerinin büyük kısmını anlamadım, dolayısıyla da okuduğum kitaptan diğer şiir kitapları gibi zevk almadım. Ece Ayhan'ı ilk defa okudum, ancak günün birinde ikinci kez okur muyum ondan da emin değilim. Anımsayacağınız üzere, İkinci Yeni akımı Garip Akımına tepki olarak doğan ve şiirde imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan bir akımdır. Benim tabirimle "sözcüklerle resim yapmak"tır. Tabi bu resimler bazen figuratif olduğu gibi, bazen de soyut olabiliyor ve ne anladığınız sizing hayal gücünüze bırakılabiliyor. Bu durum görsel sanatta etkili ancak şiir konusunda beni etkilemedi, daha doğrusu Cemal Süreya'nın eserleri gibi etkilenmedim diyelim. Ece Ayhan'ın alışılagelen kalıpları yıkarak vermek istediği duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmesi bazı kesimlerce bir devrim olarak görülebilir, ancak sanırım ben soyut dille anlatmanın yoğun kullanıldığı bir tarzı tercih etmiyorum. Örnek vermek gerekirse, Ece Ayhan'ın "Gül Gibi Kanto" şiiri üzerinde belki saatlerce tartışılabilir, merak ettiğim bir sonuca ulaşılabilir mi? Siz karar verin: "Dipsiz kuyularda analarının kahrı / Azalmış Galata'da iki deli çocuk/ Bacakları uzamış rıhtımda / Enlemlerle boylamların denzileri geçişi / İki deli çocuğun uyuduğu saatlere rastladığı için / Onları hiç görmeyecekler işte"

Bununla beraber, Ece Ayhan'ın kendine özgü bir tarzı olduğu su götürmez. Bu kitabında 1956'dan 1998'e kadar yazdığı şiirlerden örnekler verildiği için bu gözlemi ve Ece Ayhan'ın yıllar içindeki değişimini daha rahat gözlemleyebiliyorsunuz. İlk şiirlerinde sürrealizmi çağrıştıran kurgular olsa da, zamanla daha karamsar bir bakış (bu şiirlerde bir Sadık Hidayet tadı var), lirik hareketler ve bozulan dilbilgisi de göze çarpmaktadır. Ayrıca politik ideolojilerden de etkilendiğini söylenebilir. Ben eebiyatseverleri olumsuz etkilemek istemem, herkesin şiirden beklentileri farklı olduğundan, bir deneyip karar vermenizi tavsiye ediyorum, beğendiğim bazı şiirleri alıntıladım:

"Duyduk ki, bir daha
Kuş getirnek sınıfa
İntihar olmuş cezası
Hal ve gidiş tüzüğünde

Biz kuşları tutmuyoruz ki
Kapıda koyveriyoruz
Dönüp onlar ceplerimize giriyor
N'apalım?"

---------------------------

"Denize atılmış bir şiirdir bence
Yurtsayan, yurdu bilinmeyen bir yıldız

Şiirin deniz kıyısındaki sesine bırakılmış
Yanacak sarayların kestiği bir, yarım ay."

Cemal Süreya "Üstü Kalsın" hakkında:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/06/ustu-kalsn-cemal-sureya.html

16 Kasım 2015 Pazartesi

Cengiz Han'a Küsen Bulut - Cengiz Aytmatov

Daha once "Gün Olur Asra Bedel" kitabını anlatırken bu kitabın bir bölümünün dönemin şartları gereği basılamadığını ve yazar Aytmatov'un bu bölümü ayrı bir kitapta ve KGB'nin eski gücünü yitirmesinden sonra bastırdığını belirtmiştim: Ancak Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra yayınlanabilen Stalinizmin ve totaliterliğin güçlü bir eleştirisi... İşte çıkarılan o bölüm bu kitapta okuyuculara sunulmuştır. Okuyanlar anımsayacaktır, anılarını ve Sarı-Özek efsanelerini yazan öğretmen Abutalip Kuttubayev tesadüfen Boranlı'dan geçen bir müfettişin hırsları sonucu KGB'ye ihbar edilmiş ve tutuklanmıştı. Bu kitapta neden tutuklandığını anlamayan Abutalip Kuttubayev'in sorguda geçirdiği işkenceler ve kaleme aldığı eserlerden söz edilmektedir. Aslında bu kitapta aynı anda iki farklı hikaye de yer alıyor diyebiliriz, birisi Kuttubayev'in sorguda geçirdiği günlerin anlatıldığı bölüm diğeri de Kuttubayev'in unutulmaması için kaleme aldığı Cengiz Han ve bulutunu anlatan efsane. Kuttubayev'i sorgulayan askeri savcı bu Cengiz Han efsanesini birinci derecede suç sayarak Kuttubayev'i (geçmişinin de etkisiyle- Kuttubayev daha once Yugoslavya'da esir düşmüştür) millliyetçiliği övme suretiyle devlete ihanet etmek gibi bir gerekçede toplayabileceğimiz çeşitli sebeplerle suçlar. Aslında işin özünde yine insani hırslar ön plandadır, savcı Tansıkbayev bu şekilde kendi rütbesini de arttıracağını düşünmektedir. Tabi kaderin insanlar için neler planladığı ise ayrı bir konudur.

Kitapta anlatılan Cengiz Han ve bulutunun efsanesi de hikayenin geçtiği Sovyet Dönemi ile inceden ilişkilendirilmiştir. Sefere çıkarken insanların doğal dürtülerini yasaklayan Cengiz Han, yasağa uymayanlar için uygun gördüğü cezayı "otoritesini halk nezdinde kaybetmemek için" vermiştir. Aynı şekilde Tansıkbayev de devletin çıkarları için insanların feda edilebileceği vurgusunu devleti sobaya ve insanları oduna benzeterek her fırsatta yapmaktadır. Aytmatov, Sovyet toplumun içinde yerleşmiş bazı unsurları eleştirirken, herhangi bir rejim ayrımı yapmadan, adalete dayanamayan bir sistemin bedelini her zaman halkın ödediğini bu kısa iç içe geçmiş iki hikaye ile anlatmak istemiştir. Cengiz Aytmatov'un üslubu yalın ve akıcı, konuları oldukça derindir. Yine beni şaşırtmadı, bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.

"Devletin çıkarlarından daha önemli ne olabilirdi? Bazıları insan hayatının önemli olduğunu sanıyorlardı... Ne laf ya! Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiçbir yararı yoktur. Ama öte yandan bu insanlar devlet olmadan yaşayamazlar: Sobayı tutuşturan, yakan onlardır. Sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da ona yakıt temin etmeliydiler. Her şey buna bağlı..."

"Gün Olur Asra Bedel" kitabı hakkında:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/12/gun-olu-asra-bedel-cengiz-aytmatov.html