Powered By Blogger

28 Aralık 2018 Cuma

Sanık - John Grisham

Son zamanlarda -bir hukuk magazin dergisinde de yazıyor olduğum için- ara ara hukuk konulu kitapları okumaya özen gösteriyorum. Bu nedenle bazı bloglarda veya kitap tanıtım yazılarında da "adli gerilim" (legal thriller) dediğimiz türde başarılı eserler verdiği belirtilen John Grisham'ın adını duyunca kitaplarından birini okumak istedim. Sanırım başlangıç için iyi bir kitap seçmedim :). Grisham, annesi ve babası avukat olan ve bu nedenle de hukuki mevzulara çok aşina olan zeki bir çocuk karakter yaratarak (Theodore Boone) şimdiye kadar yayınlanan altı kitabında bu karaktere yer vermiş. Tesadüfen seçtiğim "Sanık" kitabı da Theodore Boone'un maceralarından birisi. Sanık'ta henüz lise öğrencisi olan Theodore, günlük hayatında da hukuki/adli konulara ilgi duyduğu için, kasabada görülen önemli davalara da gözlemci olarak katılmakta ve okuldakilere bu dava hakkında bilgilendirme de yapmaktadır. Kasaba ise son zamanlarda önemli bir cinayet davası ile çalkalanmaktadır, zengin bir adamın genç ve güzel karısı ölü bulunmuştur ve bütün şüpheler koca üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu dava kasabayı o kadar meşgul etmiştir ki, bu olay dışında konuşulan bir konu yoktur. Kasabalı bu davanın magazinsel yönü ile meşgul olurken, Theodore Boone aslında bir düşmanı olduğunu fark eder. Bu nedenle artık ilgi duyduğu adli konuların merkezinde kendisi vardır ve tüm gözler üzerindedir.

John Grisham kitaplarına başlamak için iyi bir seçim yapmadığımı düşündüğümü belirtmiştim. Zira bu kitabını pek sevmedim çünkü Theodore Boone bir kitap serisinin karakteri olmak için çok yetersizdi (toydu) ve hikayede çok fazla dikkat dağıtan -ilgisiz- etken vardı. Sanki bu kitap yıllarca kitapları filme çekilen başarılı yazar Grisham'ın bir eseri değil gibiydi, bu kadar iddialı olabilirim. Zira 1991 yılında basılan ve 1993 yılında filme uyarlanan kitabı Şirket'in (The Firm), Pelikan Dosyası'nın (The Pelican Brief), Öldürme Zamanı (A Time to Kill) ve Jüri (Runaway Jury)'nin ne kadar güçlü senaryoya sahip kült filmler olduğu düşünülünce, Sanık çok zayıf bir hikaye olarak kalıyor. Adli gerilim meraklısıysanız okuyabilirsiniz ama John Grisham'ın eski kitaplarını okumak sanırım daha iyi bir fikir gibi görünüyor.

"Jüri sıraları boştu. Theo daha önce pek çok duruşma izlediğinden jüri üyelerinin salona en son alındığını biliyordu. Yargıç kürsüsünün arkasında duran kare şeklindeki büyük duvar saati 08.59'u gösterirken savcılar yüzlerinde her zamanki ciddi ifadeyle yan kapıdan aceleyle içeri girdiler. En önce yıllardır bu Strattenburg'da görev yapan tecrübeli savcı Jack Hogan vardı."

14 Aralık 2018 Cuma

Dikiş Nakış - Marjane Satrapi

Kara mizah ustası Marjane Satrapi'nin çizgi romanlarını çok seviyorum, sahip olduğu gözlem yeteneğini başarılı bir şekilde kullanarak çok güzel hikayeler ortaya çıkarıyor. Daha önce Azrail'i Beklerken ve Persepolis isimli çizgi romanları hakkında yazarken de belirttiğim gibi, Satrapi doğu-batı vizyonuna sahip biri olarak, akıcı fakat konu bakımından vurucu eserler meydana getiriyor, bunun sonucu olarak da çizgi roman sevenlerce kısa sürede keyifle okunuyor. Dikiş Nakış da bu çerçevede bir solukta okunan kısa ama etkili bir hikaye sunuyor okuyucuya! Kadınların baş kahraman olduğu bu hikâyeyi okurken İran'ın bambaşka bir yönünü görüyorsunuz: Kapalı kapılar ardında, kültürlerinin bir parçası olan semaver seansındaki kadınların "çok özel" çay sohbetlerini. Bu nedenle bu çizgi romanda anlatılan hikaye daha çok kadınlara hitap ediyor gibi desek de yalan olmaz. Neler konuşulmuyor ki semaver başındaki kadın kadına sohbetlerde? Cinsel deneyimler, gizli evlilik sırları, estetik ameliyatlar, geçmişte kalan aşklar... Tabi her hikayenin arka planında Türkiye'de yaşayan her kadının rahatlıkla anlayabileceği üçüncü dünya problemleri, toplumda var olma çabaları, yaşanan mahalle baskısı, kimlik arayışı ve cinsel tabular var. Anlatılan her hikaye aynı zamanda geçmişten bugüne değişen İran rejiminin de kapalı kapılar ardına nasıl yansıdığını göstermekte.


Dikiş Nakış da tarz olarak Persepolis'e benziyor, çizimler çizgi roman tekniği ile karşılaştırıldığında daha basit kalıyor ve siyah beyaz yapılmış. Ancak Satrapi'nin hikayesindeki içtenlik ve akıcılık içeriğe odaklanmanızı sağladığı için çizimlere dikkat etmenize gerek bile kalmıyor. Satrapi Persepolis ile kendini yeterince kanıtlamış bir çizgi roman sanatçısı olduğu için ayrıca bir nitelik belirtmeye ya da bu kitabını övmeye de ihtiyaç duymuyorum, bu kitabı -özellikle kadınlara- mutlaka tavsiye ediyorum. İyi okumalar!



Satrapi'nin "Persepolis" çizgi romanı hakkında:

Satrapi'nin "Azrail'i Beklerken" çizgi romanı hakkında:

11 Aralık 2018 Salı

Yüce Tanrı Pan - Arthur Machen

Arthur Machen'in karanlık kitaplık serisine dahil edilen bu eseri, her ne kadar korku hikayelerinin en başarılı yazarları arasında sayılan Stephen King tarafından yazılmış en iyi korku öyküsü olarak tanımlansa da, benim tarafsız kalmayı tarafsız kalmayı tercih ettiğim bir kitap. Aslında Machen'in anlatımı/üslubu çağına göre çok başarılıydı ve sonlara doğru gelince hikayeyi de beğendim ama kitabın ilk bölümlerinde yazarın pek çok detayı okuyucunun hayal gücüne bırakması gerçekten hoşuma gitmedi. Bununla beraber Yüce Tanrı Pan'ın bazı dikkat çeken unsurları da yok değil, mesela 1890 yılında yazılmış olması gibi. Bu açıdan, yazıldığı yıl itibariyle düşünüldüğünde fantezi/korku edebiyatının ilk örneklerinden birisi olduğunu söylemek yerinde olacak. Zaten kitaptaki olaylar da on dokuzuncu yüzyılın çılgın İngiliz doktorlarını doğrulamak ister gibi başlamakta: Vücut anatomisi ile birlikte metafizik olaylara ilgi duyan Dr. Raymond'un ruhani dünyaya erişebilmek için yaptığı küçük bir deney ile başlıyor her şey. Dr. Raymond'un amacı yalnızca ruhani dünya ile fiziki dünya arasındaki perdeyi kaldırmak ve Yunan mitolojisinin yarı keçi yarı insan varlığı Tanrı Pan'ı görmektir ancak kalkan perdenin neler getireceğini kim tahmin edebilir?  Deney sonunda Dr. Raymond başarısız olduğunu düşünse de, ileride yaşanan bazı tatsız ve gizemli olaylar başarısız olmadığını, aynı zamanda ruhani dünyaya bulaşmanın da pek iyi bir fikir olmadığını gösterecektir.


Ben Tanrı Pan'ı ilk olarak, en sevdiğim kitaplardan birisi olan "Parfümün Dansı" kitabıyla tanıdım. Tom Robbins, Tanrı Pan'ı bir korku simgesi olarak değil de, yine şehvet düşkünü fakat kendi halinde ve neredeyse silik bir tanrı olarak kurgulamıştı. Bu nedenle Yüce Tanrı Pan'daki korkunç Pan figürünü kavramakta önce çok zorlandım. Belki de bu nedenle kitaptaki hikaye de bana çok korkutucu gelmedi zira okuyucuya bırakılan korkunç sahnelerin betimlenmesinde "yoğun kötülüğün gelmiş geçmiş en canlı temsili" olan kötü bir Pan hayal edemedim :). Fakat bu durum bu kitabın korku edebiyatının ilk örneklerinden birisi olduğu ve H.P. Lovecraft'ın ilham kaynağı olduğu gerçeğini değiştirmez. Bunun yanı sıra Machen'in bu hikayesi Guillermo del Toro'nun ünlü filmi "Pan'ın Labirenti"nin de ilham kaynağıdır. Stephen King'in de övgü dolu sözlerini düşününce, kitabı okumak isteyeceğinizi tahmin ediyorum, şimdiden iyi okumalar!


"...Kızın  gözlerinde korkunç bir ışık yanıyordu, gözleri uzaklara bakıyorlardı. Yüzüne büyük bir merak ifadesi yerleşti ve ellerini uzatıp görünmez bir şeye dokunmaya çalıştı; ama anında merak kayboldu ve yerini berbat bir dehşete bıraktı. Yüzündeki kaslar çirkin bir şekilde kasıldı ve çarpıldı ve tepeden tırnağa titremeye başladı; ruhu et evinin içinde debeleniyor ve titriyor gibiydi..."







6 Aralık 2018 Perşembe

Mavi Tüy (Gönülsüz Bir Mesihin Serüvenleri) - Richard Bach

Martı-Jonathan Livingston kitabının yazarı Richard Bach'ı bir şekilde mutlaka duymuş olduğunuzu düşünüyorum. Ben henüz Bach'ın Martı kitabını okumadım, dolayısıyla Mavi Tüy ile başlamak ne kadar doğru bir fikir bilmiyorum :).