Powered By Blogger

29 Kasım 2016 Salı

Çocukluğun Soğuk Geceleri - Tezer Özlü

Daha önce Tezer Özlü'nin herhangi bir kitabını okumamıştım, bu nedenle Türk edebiyatının nostaljik prensesi olarak tanınan yazarın bu kitabına bu hafta sonu biraz vakit ayırdım. Zaten kısa bir eser olduğu için okuyup bitirmekte çok zorlanmadım. Yazar kitabı dört bölüme ayırmış; ev-okul-konser-yeniden Akdemiz şeklinde. Zaten bir anlamda konu başlıkları ilgili bölümde ne anlatıldığına dair fikir veriyor. Yazarın ev ve okul anıları sanki sanrılar gören birinin hezeyanları gibi anlatılıyor, bazı yerlerde kim erkek kim kadın anlaşılamıyor. Yazar çocukluk ve lise anılarını öyle bir anlatıyor ki, sanki şu anda günlük hayatında karşılaştığı her şeyde çocukluğunu buluyor gibi. Benim en çok beğendiğim bölüm Yeniden Akdeniz'de anlattığı son bölüm oldu (Ağustos 1979'da yazılmış). Hem güneşin sıcaklığını hem de Antalya'nın yazı geçirdiği köyünü çok güzel tasvir etmişti. Kitabın tümüne yayılan soğuk ve hüzün sanki bu bölümde kendini yumuşamaya bırakmış gibiydi. Antik tiyatronun (muhtemelen Aspendos) en üst basamağına oturup güneşin doğuşunu beklediği anı kendisiyle beraber ben de yaşamak istedim. Güneşin Toros'lardan yansıyan renklerini, havanın yavaş yavaş ısınmasını ve denizin mavi rengini anlattığı satırlar bende memleket özlemi yarattı. Binlerce yıl insanların beklediği güneşin doğuş anını şimdi kendisinin beklediğini belirtmesi için ufkumda başka bir kapı açtı diyebilirim. Aspendos'a bir sonraki ziyaretimde sanırım her şeye bambaşka bir gözle bakacağım.

Kitabın  arkasında yazdığı gibi yazarın romanı, yaşamın yalnızca başlangıcını oluşturmakla kalmıyor, sürekli dönülen, belki de hiç çıkılamayan çocukluğunu yansıtıyor. Herkes böyle yaşamadı mı çocukluğunu? Sadece Tezer Özlü yaşadıklarını çıkıp yazacak kadar cesur. İyi okumalar!

"Bu denli çözümsüz, dış olgulara bağımlı bir yaşamın içinde olmamak ne büyük mutluluk. O esir. Her gün yaşlanmaya, her gün kafasından ve gövdesinden bir şeyler yitirmeye esir. Her gün gelişen, her gün büyüyen, tüm çağlara varan bir bağımsızlığın, nesnelere dayanmayan bir özgürlüğün mutluluğuna hiç varmayacak. Anadili bile gelişmemiş. Düşünceleri, insan varoluşunun gerçeğini kavramaya yeterli değil." 

23 Kasım 2016 Çarşamba

Beatrice'ten Sonra Birinci Yüzyıl - Amin Maalouf

Bu kitabı okurken aynı zamanda ülkede küçük yaşta evliliklerin legalleştirilmesi için çalışmalar yapılmıştı ve halk nezdinde yoğun bir tepkiyle karşılanmıştı. Dolayısıyla kitapta anlatılan konudan daha fazla etkilendim diyebilirim. Aslında kitabın konusu ile ülkemizde yaşanan bu olay arasında doğrudan bir bağlantı yok ancak gelişmiş bir uygarlık ile gelişmemiş bir uygarlığın arasındaki farkı "erkek doğumu" üzerinden anlatması benim olaylar arasında bağ kurmama yeterli oldu. Maalouf bu eserinde "çocuğun cinsiyet tercihine" müdahale edebilmeyi sağlayan bir yeniliğin dünyada nasıl bir kaosa yol açabileceğini anlatmaktadır. Yazarın Kuzey ülkeleri dediği gelişmiş ülkeler ile Güney ülkeleri dediği gelişmemiş ülkeler arasındaki kadına/erkeğe bakışın farklı olması, doğumlara müdahale edilebilmesi sebebiyle dünyada evrensel bir soruna dönüşmekte ve sonu öngörülemez bir felakete yol açmaktadır. Tahmin edileceği üzere erkek çocuğuna sahip olmak isteyen Güney ülkelerinin bu seçimleri bir jenerasyon sonra toplumda kaosun hüküm sürmesine neden olacaktır. Kuzey ülkelerinden birinde yaşayan bir böcek-bilimci, gazetesi eşinin de yardımıyla "Bilgeler Şebekesi" adını vermiş olduğu bir dernek kurarak insanları bilinçlendirme çalışmakta ancak hem kemikleşmiş bazı düşüncelerle savaşmanın hiç de öyle kolay olmadığını tecrübe etmektedir. Kitap adını anlatıcının (böcek-bilimcinin) olayların kronolojisini kendi kızı Beatrice'nin doğumunu milat alarak anlatmayı tercih etmesinden almaktadır. Bu Beatrice'nin yüzyılı, gerileme ve bıkkınlık çağı...

Amin Maalouf'tan okuduğum diğer kitapların bu kitaptan daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Aslında eserin konusunu özgün buldum ancak anlatılış tarzını sıkıcı ve eksikti (belki bir distopyada işlenseydi müthiş bir eser olabilirdi). Yaşamın en önemli unsurlarından birisi "kadın"ın eksikliğinin yarattığı/yaratacağı eksiklik tam anlamıyla yansıtılamamıştı, belki de yazar bu kısımları okuyucunun hayal gücüne bırakmak istemiştir kim bilir. Zira gerçekten "cinsiyet belirleme teknolojisi" var olsa, nasıl sonuçların yaşanacağını gerçekten kestirmek çok güç. İyi okumalar!

"Öncelikle 'madde', 'seçici doğum', 'ayrımcı kürtaj' ve 'kısırlaştırma' tekniklerinin tümü çevresinde dönen tartışma evrensel ve gündelik bir olaya dönüşüyordu. Yaratıcılar ve üreticiler kuşkusuz suçluydular ama sunulan kelleler - üstelik yasal olarak- artık yetmez olmuştu. Kuzey'de yetkililer öngörüsüz, ihmalci, bir bakıma suç ortağı olmakla suçlanıyordu. Güney ülkelerinde, söylediğim gibi, tartışmalar etnik grupları, toplulukları birbirine düşürüyordu; genellikle haksız yere tıp zümresi ve politika yöneticileri de sorumlu tutuluyordu....

19 Kasım 2016 Cumartesi

Uykuda Sevilen Kızlar - Yasunari Kawabata

Bu kitabı çok aradım, ancak maalesef baskısı olmadığı için bulamadım. Eğer zorlanmayacaksanız pdf hali yayınlandığı için elektronik kopyasını bilgisayarınıza indirmek suretiyle kitabı temin edebilirsiniz ve pdf kopyası üzerinden okuyabilirsiniz. Zaten uzun bir eser değil, o edenle eğer siz de bu yöntemi izleyecekseniz okumakta zorlanmayacağınızı düşünüyorum. Daha önce Yasunari Kawabata (1899-1972)'nın adını Nobel Edebiyat Ödülü alan yazarlar arasında duymuştum ancak hiçbir eserini okumaya fırsatım olmamıştı. Uykuda Sevilen Kızlar kitabına ise Zülfü Livaneli'nin Serenad'ını okurken rastladım. Dolayısıyla ne zamandır içeriğini merak ettiğim bir kitaptı, okurken de çok etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Hikaye Japonya'da yaşayan ihtiyar Egushi'nin bir arkadaşının tavsiyesi üzerine kızların önceden uyutulduğu bir randevu evine giderek uyuyan kızla bir gece geçirmesi üzerine kurgulanmaktadır. Randevu evinin özelliği artık erkekliklerini yaşayamayan yaşlı erkeklere, genç ve güzel kızların yanında bir gece uyuma fırsatı vermesidir. Önce bu deneyimi merak ettiği için randevu evinin kapısını çalan Egushi, zamanla bu deneyimi daha sık yaşama ihtiyacı hisseder. İçinde bulunduğu bilinmezlik, kızların kendisi hakkında hiçbir şey bilmiyor olması, nasıl uyutulduklarına dair yaşadığı merak zamanla kendisini rahatsız etmeye başlar. Ancak Egushi'nin kendisinden habersiz uyuyan kızların yatağında asıl aklından geçen, geçmişinde hayatına giren kadınlar ve hayata bir anda veda etme düşüncesidir.

Kitabı okurken her sayfada ne tür bir anımsama (flashback) geleceği bende büyük bir merak uyandırdı. Egushi'nin geçmişi de hiç sıradan değilmiş doğrusu :). Egushi'nin genç kadınların yanında uyumak istemesi muhtemelen ölümden korkmasıydı ki bunu kendisine bile ifade edemiyor olması ayrı bir tuhaflık. Kitabın sonunu ise çok çarpıcı buldum, sanırım bu kısım bile üzerinde sayfalarca tartışmayı hak ediyor. Bu arada Gabriel García Márquez'ın "Benim Hüzünlü Orospularım" da çok benzer bir konuyu anlatıyor ancak iki kitap arasında elli yıllık bir zaman farkı olduğunu da anımsatmak isterim. Okumanızı tavsiye ediyorum, farklı bulacağınızdan eminim.

"Onu böyle davranmaya iten, benliğinin derinliklerinden fışkırıp kendisini o kıza doğru götüren bir heyecan olmuştu. Kızın uyumuş olması, hiç konuşmaması, yaşlı adamın yüzüne, sesine dek hiçbir şeyi bilmemesi, kısaca orada nasılsa öyle olması, yani karşısındaki Egushi adlı yaratığa hiç aldırmaz olması... bütün bunlar birden çekilmez gibi görünüvermişti ona. Kendi varlığı kıza tümüyle yabancıydı."

Benim Hüznlü Orospularım kitabı hakkında:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2013/02/benim-huzunlu-orospularm-gabriel-garcia.html

7 Kasım 2016 Pazartesi

Dünyanın En Yalnız Adamı - Eugene Bird

Kitapta Adolf Hitler'in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisindeki vekili olan Rudolf Hess'in (Walter Richard Rudolf Hess) hapishane yaşantısından bir kesit anlatılmaktadır. 1894 Mısır doğumlu olan Rudolf Hess'in Nazi Almanya'sının önde gelen isimlerinden olması nedeniyle savaş sonunda yargılandığı sırada müebbet hapis cezası ile cezalandırılması da tesadüf değildir. Aslında Hess'in durumu diğer savaş suçlularından farklıdır, Almanya'nın Sovyetler Birliği ile savaşa girmesinin arefesinde barış görüşmeleri yapmak için İngiltere'ye giderken düşen uçağı sonucu İskoçya'da tutuklanır, bu arada Hitler tarafından Almanya'da vatan haini ilan edilir ve savaş sona erdiğinde diğer savaş suçluları ile beraber Nürnberg Mahkemelerinde yargılanır. Ne tutukluluk yıllarında ne de Nürnberg Mahmekelerindeki savunmasında İngiltere'ye asıl gidiş amacını açıklamadan yalnızca "barış görüşmeleri"nda ısrar eden Hess ölümü ile beraber bütün sırları da beraberinde götürür. Bu kitap Hess'in Berlin'deki Spandau Hapishanesi'nde geçirdiği yılların bir bölümünü anlatmaktadır. 1947 yılında Spandau Hapishanesi'ne kendisi gibi yedi kişi ile beraber getirilen Hess, yıllar sonra diğer mahkumların cezalarının sona ermesi ve hapishaneden çıkmaları akabinde tek başına cezasını çekmeye Spandau'da devam eder. Siyasi suçlulardan başka suçlu getirilmeyen hapishanede ölümüne kadar yıllarca yalnız kalır. Ara sıra tek konuştuğu insan, görevli asker olarak gelip Albay rütbesine yükselerek hapishane müdürlüğü yapan Eugene Bird'dir. Öyle ki, bazı anılarını yalnızca Eugene Bird'e anlatmış, hatta yayınlanması için kendisiyle günlüklerini de paylaşmıştır. Ancak -geçici hafıza kaydı- ve diğer psikolojik rahatsızlıkları nedeniyle (bir kanaate göre gerçekleri anlatmamak için yıllarca bu rolü oynamıştır) anlattıklarının çok da işe yaradığı söylenemez. Yine de hapishanede yaptıklarına bakılırsa psikolojik olarak hiç normal bir insan olmadığı çok açık ortada.

Spandau Hapishanesi Müttefik Devletler'den askerler tarafından korunan bir yer, bu vesile ile hepsinin bakış açısının ne kadar farklı olduğunu da rahatlıkla tespit edebiliyoruz. Asla yemeklerin arttırılmasından yana olmayan, hükümlülerin sağlık kontrolleri için dahi hapishaneden dışarı çıkmalarına izin vermeyen ve oyalayıcı aktivitelere her zaman karşı çıkan tahmin edeceğimiz üzere Sovyetler Birliği askerleri olmuştur. Hatta Rudolf Hess'in artık çok yaşlandığı ve tehlikeli olmadığı için cezasının affedilebileceği fikrine müttefik devletler katılmasına rağmen Sovyetler Birliği karşı çıkmıştır. Hiçbir zaman hapishaneden çıkamayacağını anlayan Hess ise 1987 yılında intihar ederek yaşamına son vermiştir. Kitap Eugene Bird'in 1972 yılında görevden alındığı yıla kadar olan olayları anlattığı için, Hess'i intihara sürükleyen ruh halini hiçbir zaman öğrenemiyoruz. Nazilerin hayatına ilgi duyuyorsanız okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum, patolojik düşüncelerine de bazı örnekler bulabilirsiniz.

"Doktorlar Hess'in belki de akıl hastanesine yatırılması gerektiği görüşündeydiler. Amerikan Askeri Hastanesinin psikiyatrı Hess'in normal bir hastane yerine akıl hastanesine yatırılmasını gerektirecek nedenler bulunduğu düşüncesindeydi. Doktor, Hess'in serbest bırakıldığı takdirde bir Nazi lideri olması tehlikesinin bulunmadığını söylüyordu."