Powered By Blogger

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Martin Eden - Jack London

Amerikan Edebiyatına ile şimdiye kadar Harper Lee dışında pek ilgi gösterdiğim söylenemez. Aslında özel bir sebebi yok, yalnızca fırsat olmadı diyebilirim. Halbuki Amerikan Edebiyatında da Steinback, Edgar Allan Poe, Hemingway, Jack London gibi birbirinden başarılı yazarlar bulunmaktadır. Hepsini sırasıyla okumaya fırsatım olur diye ümit ederek, ilk tercihimi Jack London'dan yana kullandım. Çocukluğumda yazara ait Beyaz Diş kitabını okumuştum, belki de daha önce bir şekilde tanışmış olduğum için kendisini tercih etmişimdir :). Yazar  1909 yılında tamamlamış olduğu Martin Eden'de bir gemi işçisinin ideallerinin peşinden giderek yazar olma çabasını anlatmaktadır. Aslında Martin Eden kendi sınıfında (işçi sınıfı) sıradan ama mutlu yaşamaktayken bir gün tesadüf eseri bir burjuva kızı (Ruth) ile tanışmasının ardından bu hayallere kapılır. Ruth'un eğitimli ve sevgi dolu yaşamından, tavırlarından, kırılgan ve kültürlü halinden oldukça etkilenen Martin, ona daha da yaklaşmak adına eğitim almayı ve para kazanmayı aklına koyar. Bu motivasyonla başlayan serüven Martin Eden'in kendisini hikaye-makale-roman yazarak çeşitli dergi ve yayınlara gönderirken bulmasıyla neticelenir. Bu süreçte uzunca bir süre sıkıntı çeken Martin, Ruth'un her ne kadar kendisini her haliyle sevse de burjuva geleneklerini de aynı ölçüde sevdiğini fark eder. Aralarındaki sınıf farkı çatışmasına ve toplumda bulunan bazı kalıplaşmış düşüncelere kafa tutan Martin Eden, bu cesur ideallerinin peşinden nereye kadar gidebilecektir acaba? İlaveten bir söylentiye göre bu kitapta anlatılanlar aslında Jack London'un başına gelenlerdir.

Kitapta işçi-burjuva sınıfı çatışması çerçevesinde Amerikan toplumunun izlerini görmek de mümkün. Ekonomiye dayalı bir toplumsal sınıflandırmada, zenginleşen kişilerin sınıf atlamasına şaşırmamak gerek zira aynı olay İngiltere'de yaşansaydı Martin Eden gibi işçi sınıfından birinin soylu bir ailenin kızıyla kendisini birlikte düşünmezi mümkün olmazdı diye tahmin ediyorum. Ancak Amerika'da hangi meslekten kazanılırsa kazanılsın para ile beraber bir itibarın da gelmesi söz konusu oluyor. İdeallerini aşkı ve tutkusu üzerine kurmuş olan genç bir adamın bu gerçekle yüzleşmesi de pek kolay olmuyor haliyle. 
 
Bu arada, daha önce Dostoyevski - Kumarbaz yazısında bahsettiğim stenografinin bu eserde sık sık kullanılması dikkatimi çekti, bu nedenle biraz bahsetmek istedim. Stenografi harfleri-noktalama işaretlerini-kelimeleri kullanmadan sembol ve bazı temel kısaltmalarla yapılan bir hızlı yazma biçimi olarak açıklanabilir. Günümüzde kullanılıyor mu bilmiyorum eskiden mahkeme veya meclis gibi yerlerde tutanaklar stenograflar tarafından tutuluyormuş.

"...Çok mutluydu. Yaşamaktan hiç bu kadar haz duymamıştı. İflah olmaz bir hummayla yanıyordu. Tanrılara mahsus olduğu sanılan yaratma zevkine ermişti. Çevresindeki tüm hayat, çürük sebzelerin ve sabun köpüklerinin kokuları, ablasının pasaklı hali, Bay Higginbotham'ın alaycı yüzü, hepsi bir rüyaydı. Gerçek hayat kafasının içindeydi, yazdığı öykülerde kafasındaki gerçeğin parçalarıydı."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoşgeldiniz :) Yorumlarınız benim için bir kazançtır.