Powered By Blogger

30 Mayıs 2014 Cuma

Karma Atak - Klaus Peter Wolf

Yurt Yayınları genelde tarihden esinlenilerek yazılmış romanların satışını yapar bu nedenle sık karşılaşmasamda bulduğumda alıp okumak isterim. Bu kitap da konusu itibariyle (geçmiş yaşamlardan ve reenkarnasyondan bahsedilmektedir) bana ilginç geldiği için okumaya başladım. Kitap beni bir anda içine almadı açıkçası, yavaş yavaş ısındım. Ancak ortalarına doğru hikaye ilginç olmaktan uzaklaşınca işler bir anda çığırından çıktı, neyin ne olduğu kimin ne anısı olduğu karışmaya başladı. Tabi bu arada bolca gerilim ve kanlı cinayet ile karşı karşıya kaldık (ben daha ziyade psikolojik bir gerilim bekliyordum). Hikayemiz annesinin öldürülmesinden sonra 13 yaşında psikiyatri kliniğine yatan Vivien'in başından geçenleri anlatmaktadır. Yaklaşık 3 yıl klinikte kalan Vivien bu süreçte reenkarnasyona inanan ve regresyon yönetimiyle hastalarını tedavi eden profesör Peter Ullrich tarafından tedavi edilmeye çalışılır. Bu arada geçmiş yaşamlara inanan ve bu hayatlarda yarım kalmış hesaplaşmaların yaşadığımız çağda da bir şekilde devam ettiğine inanan Profesör Ullrich'in ortaya çıkardığı kaosun içinde kalan Vivien, bir süre sonra neye ve kime inanacağını şaşırır. Kitap her ne kadar hızlı akan bir polisye-gerilim kitabı olsa da benim aklıma takılan bazı sorulara yanıt vermemesi ve olayları karmaşıklaştırması (ve bu karmaşanın içinde sebepleri önemsizleştirmesi) sebebiyle ben pek sevmedim. Ayrıca hikayenin bir noktadan sonra astral yolculuklara kayması ve fantastikleşmesi de "psikolojik" unsurları çok geride bıraktı. Yine de bu tür kitaplara ilginiz varsa, okuyabilirsiniz!

Yazar Klaus Peter Wolf'un bu kitabı yazmak için bir reenkarnasyon terapistinden uzun süre ders aldığı belirtiliyor (diğer kitapları için de kadın ticareti yapan bir şirket kurduğu ve iki sene boyunca bir gençlik çetesiyle sokaklarda yaşadığı söyleniyor). Önceki yaşamlarında kurban ve fail olan ruhların sonraki yaşamlarında da bu hesaplaşmaya kaldıkları yerden devam ettiklerinin anlatıldığı romanda "önceki yaşam"dan kastın dünya olmasını (mesela eski Mısır olsun, Musa'nın Kızıldeniz'i yardığı sırada onun ardından giden inananlar olsun, Çin sarayında imparator koruması olsun, Orta Asya steplerinde Hun Türkü olsun veya Bavyera'da Germen köylüsü olsun) beklerdim. Thara da neresi ? Yaratıcı bir yazarın elinde muhteşem olabilecek bir konu "Thara" travması altında ezilip gitmiş kanaatimce.

"Geri dönüş bazı insanlarda sadece düne dönüş anlamına gelmez, aksine geçmiş yaşmaa dönüşlere de neden olur. Eski yaşamlara dair anılar o kadar güçlüdür ki şimdiki yaşamı dahi yoğun  bir şekilde etkilerler. Bu tür insanlar bazen zamanın akışıyla da başa çıkamazlar. Neyin sona ermiş ve neyin sürmekte olduğunu bilemezler. Yüzyıllar boyunca aynı savaşı sürdürürler."

20 Mayıs 2014 Salı

Soğuk Deri - Albert Sanchez Pinol

Bu kitap beni tamamen ters köşeye yatırdı diyebilirim! Bir arkadaşımdan fantastik ve okunası bir kitap tavsiyesiyle aldığım "Soğuk Deri"; arkasında yazdığı ve Antartika yakınlarında bir adada geçmesi dolayısıyla bende yetersiz uyarılmadan (psikolojiye meraklı olanlar bilirler, yetersiz uyarılma normal şiddetin altındaki uyarılar sonucu zamanla oluşan bir algılama bozukluğu) kaynaklanan halisünasyonları ile baş başa bir kahramanı okuyacağım izlenimi yaratmıştı. Belki de zaten bunu anlattı, bilemiyorum. Ama en azından kitabın vermek istediği mesajın bu olmadığını biliyorum. Hikayemiz Antartika dolaylarında küçük bir adaya 1 yıllığına meteoroloji uzmanı olarak atanan bir İrlandalının adaya ayak basmasının ardından daha önce adaya gelmiş ve tuhaf davranışları olan Batis Caffo ile karşılaşmasıyla başlar (Aslına bakarsanız, Tanrının sabrıyla karşılaştırıldığında, insan yaşamının bir yılı nedir ki?). Batis adadaki deniz fenerinde teknisyen olarak adaya gelmiştir ve bir şekilde adadaki vahşi koşullara uyum sağlamıştır. Bir süre sonra İrlandalı, Batis Caffo'daki tuhaf davranışların sebebini öğrenecektir. Kitabın klasik bir hikaye beklerken birden adrenalini yükseltmesi fantastik hikaye okumayı seven ve sürprizlerden hoşlananlar için birebir. Yine de, roman gerilim dolu olmasına rağmen bir korku romanı değil. Hikaye sona yaklaştıkça (çok uzun bir kitap değil) rahatsız edici olmaya başlıyor ve özellikle pek çok sorunuza yanıt vermiyor (en azından benim için böyleydi, tahmin etmek durumunda kaldım). Hikayenin zamanla üzerinizde yarattığı huzursuzluk, kitap bitse de geçmiyor: fener, silahlar, bombalar, gecenin soğuk karanlığı ve savaş... Gelecek onun için yalnızca yarın anlamına gelse de, Batis yüzü geleceğe dönük yaşıyordu, asla geçmişe dönük değil.

Kitabı Kıbrıs'ta hafta sonu sıcak kumsalda güneşlenirken okudum. Buna rağmen soğuk denizlerdeki bir adada geçmesi dolayısıyla üstümde yarattığı soğuk etkiyle neredeyse üşüdüm diyebilirim. Çok farklı bir eserdi, belki de asıl anlatılmak istenileni burada anlatamamışımdır. Siz de bir okuyun derim!

Kitabın arkasından:
İnsanoğlu kendini bildi bileli savaşıyor. Yüzyıllar, savaş gerekçeleri, bayraklar ve sloganlar değişiyor, ama tek bir şey değişmiyor; insanoğlu hâlâ savaşıyor. Neden? Genç bir kalemin, "klasiklerin" tadını özleyenlere hazırladığı hoş bir sürpriz. Dili ve kurgusuyla bir gerilim romanı; felsefi bir sorgulama ya da karmaşık ve gizemli bir aşk hikâyesi olarak da okunabilecek olağanüstü bir roman. Conrad'ın denizi ve denize sürgün kahramanları, Lovecraft'ın fantastik dünyası, Stevenson'un tehlikeli maceraları, Poe'nun gerilimi; Canetti'nin insana dair kaygıları bu romanda bir araya geliyor. Okuyup bitirdikten sonra bile peşimi bırakmayan bir roman..

8 Mayıs 2014 Perşembe

Sandman / Sisler Mevsimi - Neil Gaiman

Sandman'ın dördüncü kitabını bulmak zor olmadı. Ancak hiçbir yerde baskısı olmayan beşinci kitabı beni kendi içimde birtakım sıkıntılara sürüklemişti (neyse ki Bursa'da bir çizgi roman sahafında kitabı buldum). Dördüncü kitap şimdiye okuduklarımın en heyecan vericisiydi diyebilirim (birinci kitap da harikaydı). Üçüncü kitap ile yavaşlayan ve dağılan konu sanki bir anda Düş Lordu üzerinde yoğunlaşıverdi. hikaye Ebedilerin (Endless) aile meclisini toplamasıyla başlıyor ve altısını da tek tek tanıyoruz: Destiny (Kader), Death (Ölüm), Dream (Düş), Desire (İhtiras), Despair (Umutsuzluk) ve Delirium (Hezeyan). Toplantı başlamadan önce gelmeyen ve kendilerine izini kaybettirmiş olan bir Ebedi'den daha söz edildi ancak kendisi tanıtılmadı. İleri bölümlerde tanıyacağız diye tahmin ediyorum (Adı Destruction - Yıkım-). Kader'in topladığı meclis yıllar öncesinde kalan bir aşk hikayesini ortaya çıkarınca (Bebek Evi'nde söz edilen kum masallarının kahramanı olan Nada, artık biliyoruz ki Düş Lordu kendisini cehennemde ebedi acıya hapsetmiş) Düş Lordu kendisini kurtarmak için tekrar cehenneme doğru yola çıkıyor. Daha önce cehennemdeki düelloda cehennemin efendisi Lucifer'ı alt eden Dream, bu kez işinin hiç kolay olmayacağının farkındadır. Ancak bu kez pek de tahmin ettiği gibi olmaz ve Lucifer'ın savaşmak yerine kendisine yüklediği ağır sorumluluk ile karşı karşıya kalır: Cehennemin Anahtarı. Tüm tarihi ev mistik tanrılar, tanrının gözlemci melekleri ve cehennemin güçlü zebanileri deyimi yerindeyse görevini bırakıp giden Lucifer'in anahtarını ele geçirmek için Düş Lordu'nun rüyaların kalbindeki şatosunda buluşurlar. Herkesin kendisine sunduğu teklifleri gözden geçiren ve tehditleri dinleren Dream, anahtarı kime bırakacak dersiniz?

Sandman serisinin şimdiye kadar okuduğum en heyecanlı kitabıydı. Ama her şeyin Düş Lordu'nun lehine çözümlenmesi (kendi tahmin ettiğinden de fazlası, dört ayak üstüne düştü) pek hoşuma gitmedi. Ne de olsa savaşacak kadar güçlüydü ve ilk kitaptaki gibi bir düello görmek isterdim. Hadi buna da 20. yüzyılın büyük bir kısmını esaret altında geçiren Dream'a bir DM kıyağı diyelim!

"Kaderin bahçesinde hangi yoldan yürürseniz yürüyün sadece bir değil, birçok kez seçim yapmaya zorlanacaksınız. Kaderin bahçesinde attığınız her bir adımda yollar çatallanıp ayrılır, bir seçim yaparsınız ve yaptığınız her seçim gelecek yolların habercisi olur. Bununla beraber, bir ömür süren yürüyüşün ardından ya geri dönüp arkanıza bakar ve uzayıp giden dümdüz bir yol, ya da ileri bakar ve sadece karanlığı görürsünüz. Bazen kaderin size çizeceği yolları hayal eder ve durduk yerde tahminler yürütürsünüz. Seçtiğiniz ve seçmediğiniz yolların hayalini kurarsınız. Yollar birbirinden uzaklaşarak kollara ayrılır ve sonra tekrar birleşir; kimileri yolların sizi nereye götüreceğini, her bir yol ve kıvrımın ve dönemecinin nereye çıkacağını kaderin bile tam bilmediğini söyler. Ama kader size söyleyebilecek olsa bile söylemeyecektir. Kader sırlarını kendine saklar. Kaderin bahçesi. Görürseniz tanırsınız. Ne de olsa ölünceye dek orada dolaşacaksınız. Ya da ötesinde. Çünkü yollar uzundur ve ölümle bile sonları gelmez."

Sandman 3: Düş Ülkesi
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/04/sandman-dus-ulkesi-neil-gaiman.html

"Bebek Evi" hakkındaki yorumların için:
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/03/sandman-bebek-evi-neil-gaiman.html

2 Mayıs 2014 Cuma

Ölmeye Yatmak - Adalet Ağaoğlu

Adalet Ağaoğlu'nun İncegül Bayram'ı anlattığı Fikrimin İnce Gülü kitabından sonra aldığım tavsiye üzerinde Ölmeye Yatmak'ı okudum. Açıkçası ilginç bir konusu olsa da, ben sanırım diğer kitabını daha çok sevmiştim. Ancak bu kitaptan sonra daha iyi anladım ki Adalet Ağaoğlu insanı çok iyi gözlemliyor ve iç hesaplaşmaları tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor -sanki kendi yaşamış gibi-. Atatürk'ün öldüğü yıl ilkokulu bitiren Ankara'nın henüz gelişmemiş bir ilçesinin çocukları üzerinden 1960ların sonuna kadar Türkiye'nin (en azından halkın) objektif bir belgeselini anlatıyor kitap. Romanın kahramanı bir sabah (7.22'de) bir otel odasında ölmeye yatan olgun yaşta (40 olduğunu tahmin ediyorum) bir doçent hanım ve hikaye onun ölümü beklerken bir film şeridi gibi gözünün önünden geçen hayatı ve iç hesaplaşmaları ile başlıyor: "Bir yanda Aysel'in saat 7:22'den 8:49'a ölmeye yattığı otel odasında kadın, öğretim üyesi ve aydın kimlikleri ekseninde kendisiyle hesaplaşması; öte yandaysa Ankara dekorunda, 1938'den 1968'e "işbaşındaki" Atatürk sonrası Cumhuriyet kuşaklarının "düşlenen-olan" sarkacındaki bireysel ve tolumsal tarihleri..." İşte tam da burada bahsedildiği gibi, modernleşmenin henüz çok başındaki genç Türkiye'nin iki arada bir derede kalmış çocuklarının toplumsal baskı altındaki modernleşme çabaları daha iyi bir kelime ile anlatılamazdı: Sarkaç. Bir ileri "Atatürk gençliği", "Kadın erkek eşitliği", "Polka ve ronda yapan çocuklar" bir geri, "kızlar kısmı okumaz", "kızlar erkeklerle parkta yan yana yürümez", "faşist gençler", "komünist mi olacaksın başımıza?". Aysel'in kendisi ve ilkokulu beraber bitirdiği arkadaşları üzerinden (zavallı babasız köylü Ali, Kaymakamın oğlu Aydın, Savcının kızı Sevil, esnafın oğlu Ertürk, okutulmayan Semiha vb.) Türkiye'nin bir dönemini gözlemleyebileceğimiz bu eserden aydın olmanın  sarkacında kadınlığını ve kendisini yeniden tanıdığına da şahit oluyoruz. "Ölmeye Yatmak'ta cinsellik, Cumhuriyetle birlikte ilkokullardaki müsamerelerin bir parçası olmaya başlayan kızlı erkekli gösterilerden, genç yaşta yapılan evliliklere, monoton birlikteliklerden evli insanların kurduğu gizli ilişkilere pek çok farklı düzlemde tolumsal baskılar karşısındaki konumu ile ele alınıyor."
 
"Ey Aysel! Şimdi sen nerelerdesin? Yine öyle papatya gibi beyaz ve ince misin? Alaturkalık etmeyip benimle arkadaşlık kursaydın kötü mü olurdu? Bu gece seni Gençlik Parkı'na götürürdüm". Sen Mekteb-i Sultani görmüş Fransızca bilen insansın Aydın, sen ağlama, Türk gençliği ağlasın senin yerine: "Beğendiğim bir kızla bir akşamüstü güneş batarken deniz kıyılarında çamlar altında yürüyemedikten sonra ne anladım ben okumuşluğumdan?" Cevap verme Aydın! Memleketin en okumuşundan en cahiline kadar okuyan kızlara "kadın" gözüyle bakmayı bırakamadığınız doğru mu? Bu çarpık ilişkiler arasında evli bir kadının kocasını aldatması yanlış mı? En güzel cevabı Aysel verir belki de: "Yeterince saygıdeğer değilsem değilim. Her şeyde haklı ve doğru olmak için her şeyin haklı ve doğru olması gerek" Bu kadar da basit aslında!
 
Benim yazacaklarım kitabın hak ettiğinden çok az olacak, özelliklle pek çok yazar tarafından onlarca kez eleştirisi yapılmış ve sosyoloji derslerinin en önemli akademik eseri iken. Bu nedenle en iyisi bu kitabı okuyup kendi fikrimizi edindikten sonra hakkında yazılan eleştirileri okumak olacak. (Ölmeye Yatmak romanında Aysel'in yabancılaşmasına ilişkin hazırlanan bir inceleme: http://www.jasstudies.com/Makaleler/989615944_H%C3%BCseyin%20Ayaz_33-40.pdf).
  
Nasıl yazdı Adalet Ağaoğlu bu eseri? Üzerinde yıllarca düşünmüş ve on iki yaşından kırk yaşına kadar bu hikayeyi kalbinde yaşayarak saklamış olmalı. Ankara bu kadar küçük yer miydi gerçekten? Objektif gözlemle anlatılan bu kitabın bile yalnızca Ankara dekorunda kalması dolayısıyla tüm Türkiye'yi yansıtamadığını düşünsem de, bu dönemlere ilişkin hiçbir şey bilmediğimi anladım. Okurken sık sık iki kitap aklıma geldi: Adı:Aylin ve Tutuklama. Yalnızca iki kitap mı? Bu dönemlere ilişkin bilgim bu kadar zayıfmış işte: Yalnızca "modalarda yalılarda yaşayan" İstanbul zenginleri (Adı:Aylin) ve "vatan haini komünist Sovyet Ajanı" bir aydının tutuklanması (Tutuklama)? Siz gelin bu kitabı okuyun, şiddetle tavsiyemdir! Akabinde Dar Zamanlar üçlemesinin ikinci kitabına heyecanla başlayabilirsiniz.
 
Fikrimin İnce Gülü hakkındaki yorumum için:
 
Aclan Sayılgan'ın Tutuklama'sı: