Powered By Blogger

9 Eylül 2022 Cuma

Düşüş - Albert Camus

Nobel Edebiyat ödüllü yazar Albert Camus’un yaklaşık yetmiş yıl önce yayınlanan kitabı Düşüş (La Chute) yazarın “Veba” ve “Yabancı” kitapları ile birlikte başyapıtları arasında sayılır. Düşüş, temelde birinci şahıstan aktarılan monologlar halinde ve yalın bir anlatımla ilerleyen ve herhangi bir doğru ya da yanlışı öne çıkarmaya çalışmadan modern insanı ve onu kuşatan dünyanın çelişkilerini derinlemesine sorgulamayı amaçlayan bir kitap olarak öne çıkar. Zaten varoluşçuluk ile ilgilenen Camus’un aynı zamanda absürdizm akımının öncülerinden olduğu düşünüldüğünde, Düşüş kitabının okuyucuya vadettiklerinin ne olduğunu tahmin etmek de zor değil. Kitaptaki hikâye Paris’te oldukça başarılı bir avukat olduğu satır aralarında kendisini övmesinden anlaşılan Jean-Baptiste Clamence’in Amsterdam’da Mexico-City adında köhne bir barda yeni tanıştığı adama yaptığı itiraflar ile başlıyor. Öncelikle, yeni tanıştığı bu adama kendinden bahseden Clamence’in eskiden hayatının ne kadar düzgün ve kendisinin de yeri geldiğinde para almadan avukatlık yapacak kadar iyiliksever bir insan olduğu anlaşılıyor. Kendi deyimiyle soylu davalarla ilgilenen, nezaketiyle tanınan ve aynı zamanda cömertliğiyle bilinen ve meslek etiği konusunda da kusursuz davranışlar sergileyen Clamence’in hikayesi kısa bir süre sonra kafası karışık birinin buhranları olarak karşımıza çıkıyor. Öyle ki, yeni tanıştığı bu kişiye mesleğini tanıtırken “eskiden avukattım ama şimdi tövbekâr bir yargıcım” şeklindeki ifadesi bile kendi içindeki çelişkileri hakkında en baştan fikir veriyor.

Camus’un kitabın ana karakterinin mesleğini “avukat” olarak seçmesi de bir tesadüf olmasa gerek. Çünkü Clamence’in kafasındaki terazinin ibresi tamamen içinde bulunduğu anda kendisini nasıl savunduğuna bağlı olarak bir o tarafa bir bu tarafa doğru hareket eder. Kendisinin doğru ve yanlış davranışları hakkında yargılama yaparken, bazen umursamaz bazen de acımasız olması da bunu kanıtlar nitelikte. Bu nedenle başlarda başarılarını anlatarak başlayan yargılamaları zamanla başarısızlıklara dönüşür. En sonunda günahının telafisi için son bir şans diler: “Ey genç kız, kedini tekrar suya at da her ikimizi kurtarma şansına bir kez daha ereyim! Bir kez daha mı? Amma ihtiyatsızlık! Ya söylediklerimizi hemen kabul ediverirlerse, üstadım? O zaman dediğimizi yapmamız gerekir. Brr!... Su ne kadar da soğuk! Ama yüreğimizi ferah tutalım! Artık çok geç, her zaman da geç olacak. Çok şükür!”

Siz de henüz okumadıysanız kendi hayatının yargıcı olmaya soyunan Clamence’in size anlatmak istediklerine bir kulak verin. Clamence kendisinden bahsederken sanki köhne barda yanında oturan, konuştuğu ve muhatap aldığı kişi sizmişsiniz gibi hissedeceksiniz. Hatta bazı yerlerde zihninizden geçen soruları yanıtlaması sizi şaşırtacak bile diyebiliriz. İyi okumalar şimdiden!

Yabancı kitabı hakkında yorumlarım için tıklayınız

4 Temmuz 2022 Pazartesi

Empedokles'in Dostları - Amin Maalouf

Merhaba! Buraya yeni bir gönderi yazmayalı o kadar uzun zaman oldu ki. Tabi bu zaman zarfında -eskisi gibi olmasa da- kitap okumaya devam ettim ancak günlük hayatın temposunda okuduğum kitaplar hakkında yazacak vaktim olmadı diyebilirim. Bu atalet zincirini Amin Maalouf'un son kitabıyla kıracağımı umarak yazıma başlıyorum. Öncelikle belirtmek isterim, Amin Maalouf sevdiğim yazarlar arasındadır, zaten blog yazılarıma göz gezdirirseniz başka kitapları hakkında da yazılarımı bulabilirsiniz. Kitaba geçersek, bu hikayesinde Maalouf bizi Atlas Okyanusu kıyısındaki bir takımadanın en küçüğü olan Antioche adasına götürüyor. Bu adanın iki sakini var: Birisi Fransız kökenli bir Kanadalı olan ve gazete ve dergilere karikatür çizerek adada sakin bir hayat geçirme umudunda olan Alexandre, diğeri de ilk romanı çok popüler olan ancak başka elle tutulur bir çalışması olmayan yalnız romancı Eve Saint-Gilles. Bu iki ada sakininin birbirlerini asla rahatsız etmeden aynı adada sürdürdükleri sakin hayat, bir gün dünyada nasıl olduğu anlaşılamayan bir iletişim kopukluğunun hasıl olmasıyla yakınlaşmaya dönüşür. Aslın her şey biraz tuhaftır, ne elektrik, ne internet ne de telefon çalışmaktadır, her şeyden daha korkutucu olan şey radyo sinyaller dahi yanıt vermemektedir. Gerçeğe erişim araçlarının çalışmıyor olması zaten başlı başına kötüyken, bir de çok az insanın yaşadığı bir takımada söz konusu olunca iyice korkutucu hale gelir. Bu sessizliğin gizemi birkaç gün içinde çözülür fakat bu süre zarfında dünya kendilerine Empedokles'in Dostları adını veren esrarengiz ve nereden geldiği bilinmeyen bir grup insan ile tanışır. Empedokles'in Dostları ileri derece tıp ve teknoloji bilgisine sahiptir ve çok uzun yıllardır dünyada yaşadıkları rivayet edilmektedir, ancak gerçekten kim oldukları ve dünyanın geri kalanında yaşayan insanlardan ne istedikleri konusunda henüz herkesin net bir yargısı yoktur. 

Bu kitap Amin Maalouf'un muhtemel yakın gelecek tasviri yaptığı ilk eseri değil, Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl da olası bir yakın gelecek distopyası tasvir etmekteydi. Tabi bu hikayeye distopya demek tam doğru olmaz, ama bir ütopya da olduğunu söyleyemeyiz. Zaten kitaptaki insanların bakış açısının da bu noktada farklılaştığını göreceksiniz. Ayrı bir not olarak, kitabın hikayesinin kurgusunun zayıf kaldığını ve karakterlerin bazılarınınçok havada kaldığını düşünüyorum. Fakat belki de söz konusu yazar Amin Maalouf olunca biraz acımasız davrandım, belki de beklentisiz okusaydım bu kitabı daha çok sevecektim, onu bilemiyorum şu an. Son olarak, okuduğum kitaplardan sevdiğim yerlerin altını çizmeyi seviyorum ve paylaşmayı seviyorum. Bu kitapta da Amin Maalouf'un sessizliğe dair yazdıkları adını koyamadığım tanıdık hisleri anımsattı:

"Birden sessizlik çöktü. Ortalık zaten sessizdi ama sessizdi ama sessizliğin içinde de kademeler, derinlik farkları vardır. Bu farklı sessizliği nasıl duyumsadığımı söyleyemeyeceğim. radyomun düğmesine bastım: Dalgalı vızıltı yeniden başlamıştı..."

Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl kitabı hakkındaki yorumlarım için Tıklayınız 

31 Mart 2020 Salı

Duvar - Attila İlhan

Bu aralar dünyayı etkisi altına alan Pandemi nedeniyle içinde bulunduğumuz ruh halinin de etkisiyle kitap okumak veya daha farklı bir aktivite ile oyalanmak eskisinden de zor geliyor bana. Aslında tam tersinin olacağını tahmin ederdim zira uzun zamandır evden çalışıyorum ve bu durum çalışma saatlerim dışında bana eskisinden daha fazla boş zaman kazandırıyor. Sanırım karamsar ruh halim bir kitaba odaklanmamı zorlaştırıyor, şimdilik başka bir açıklama bulamıyorum :). Bu nedenle bana iyi geleceğini umarak bu kez Attila İlhan'ın ilk şiir kitabı olan Duvar'ı okumayı tercih ettim (seçtiğim kitabın adı çok manidar). Şiir okumayı severim, uzun zamandır da fırsat bulup okuyamıyordum, bu nedenle Duvar'ı sevdim. Attila İlhan'ın bu kitabındaki her bir şiirinde bir özlem, bir yalnızlık, bir yardım çığlığı, bir emek, bir sosyal mücadele var gibiydi. Diğer kitaplarından farklı olarak bu eserindeki şiirlerinde Anadolu kokusu ve Halk edebiyatı etkisi de vardı. Bu şiir kitabı yayınlandığında, daha doğrusu bu kitaptaki şiirlerini yazdığında Attila İlhan'ın çok genç olduğunu düşünürsek, belki de bunun nedenini arayış içinde olmasıydı. Ya da İkinci Dünya Savaşının toplumlar üzerinde yarattığı travma düşünüldüğünde, bu travmayı hisseden genç bir şairin gelgitleri şiirlerine bu şekilde yansımıştı, kim bilir.

Aslında bu kitaptaki en sevdiğim şiiri buraya hem uzun olduğu için hem de merak edip kitaptan okumanız için alıntılamadım, en sevdiğim şiir kitaba adını veren "Duvar." Özellikle bu şiirin ikinci dünya savaşı içinde kahredilen bütün dünya duvarları için yazılmış olması beni bu aralar etkiledi. Bu konunun Pandemi nedeniyle duvarlar arasında kapalı kalmış olmamızla da ilgisi olduğunu düşünüyorum: Ben bir duvarım hiç güneş görmedim / sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar. Şiir okumaktan herkes hoşlanmaz ama seviyorsanız ve henüz okumadıysanız, bu kitabı mutlaka tavsiye ederim!

----
sen ve ben
realist şairle sevgilisi
birbirimizin gözlerine bakarak
yaşıyoruz bulutlar gibi
şimdilik
hayal kurarak
----
karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
bu gece dağ başları kadar yalnızım

çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından
dudaklarımda eski bir mektep türküsü
karanlıkta sana doğru uzanmış ellerim
gözlerim gözlerini arıyor durmadan
neredesin
---
sarı baş örtülü bir kadın bir türkü yakmaktadır
buğday yıkamış güneşte kurutmaktadır
uzaktaki sevgilimi hatırlatırsınız bana
ah benim memleketimin dokunaklı şarkıları

15 Ağustos 2019 Perşembe

Ölü Dalgıcın Sonbaharı - Onur Selamet

Hiç kimsenin yazma hevesini kırmak istemem (zaten niye kırılsın ki) ama bu kitabı pek beğendiğimi de söyleyemem. Aslında bu kitap elime nereden geçti onu da bilmiyorum. Evde bulup metro yolculuklarında rahatça okuyabileceğimi düşünerek çantama attım. Bir taraftan da kitabın arkasında yazan "mantık kaçarsa çizgi filmlere sığının" çok iddialı bir cümleydi, bu nedenle de kitaptaki öyküleri seveceğimi düşünmüştüm. İtiraf etmek gerekirse kitapta bulunan on iki öyküden sadece iki veya üç tanesini beğendim ki bunlar bile tüm detaylarıyla aklımda kalmadı. Kitapları yarım bırakmaktan da hoşlanmadığım için bitirene kadar okumaya devam ettim. Yazarın hikayeleri ne şimdiye kadar okuduğum fantastik hikayelere benziyor ne de söylediği gibi gerçekten bir mantığa oturuyor. Aynı zamanda soğuk ve kasvetli olduğu için okuma isteğinizi de alıp götürüyor. Elbette fantastik hikayelerin bir kalıbı yoktur, dilediğiniz gibi eğip bükebilirsiniz ancak okuduğunuzun herhangi bir sona varmadığını görmek de okuyucunun zevkini yok eden bir gerçeklik. Belki de devinim halindeki edebiyat yeni jenerasyonun isteklerine bu şekilde hitap ediyordur, çağdaş edebiyatı yeterince gözlemlemeden bunu bilemeyiz. Ama kendimle ilgili bir gerçek var ki ben dünyanın bir tarafı hep karanlık olduğu için değil, bir tarafı hep aydınlık olduğu için dünyayı sevenlerdenim.

Hikayeler genç bir yazara ait olduğu için yazdıklarımla sizin okuma şevkinizi kırmak ve sizi de olumsuz etkilemek istemem. Soğuk, karanlık ve fantastik hikayeler ilginizi çekiyorsa siz de bu kitaba bir şans verebilirsiniz. Bu arada, anladığım kadarıyla Marşandiz Fanzin'in makinistliğini yapan yazarın iyi bir alt yapısı var, belki ileride bir gün farklı bir kitabını da okurum ama tedirgin bir şekilde okumaya başlayacağım kesin. İyi okumalar!

"Sarmaşığın başında il sonunda sandık var. Ölü dalgıçlarla tanıştığımda mutlaka dillerinden sarkan sandıklarda ne var diye bakarım. Bir harita bulduğumdaysa onların kostümlerini giyip kanlı canlı bir dalgıca dönüşürüm. Kasketlerindeki kaplumbağaları binlerce özürle yerlerinden edip ne kadar da centilmen olduğumu düşünürüm.

31 Temmuz 2019 Çarşamba

Yanlışlıklar Komedyası - William Shakespeare

Doğrusunu isterseniz, içimden gelen Shakespeare'in tüm eserlerini bir çırpıda okumak fakat tümünün bir anda bitmesinden korktuğum için heyecanımı diri tutmak adına zamana yaymayı daha uygun buluyorum :).

19 Haziran 2019 Çarşamba

Tiffany'de Kahvaltı - Truman Capote

Ben Tiffany'de Kahvaltı filmini izlemeden önce kitabını okuyanlardanım. Aslında bir açıdan iyi yapmışım zira kitabının ve filminin konuları birbirinden biraz farklı olduğu için film de bana sürpriz oldu diyebilirim. Harper Lee'nin çocukluk arkadaşı olan Amerikalı yazar Truman Capote'nin ilk kez 1958 yılında yayınlanan eseri, 1940'lı yılların New York'undaki lüks hayatı seven cemiyet insanlarının yaşam tarzını gizemli bir genç kadın olan Holly Golightly üzerinden anlatıyor. Yanlış anlaşılmasın, hikayenin anlatıcısı Holly değil, Holly ile aynı apartmanda üst katında kalan ve Holly'yi merak eden, tanıdıkça daha çok seven yazar adayı Buster. İlk başlarda süs ve şatafat meraklısı boş bir kız olarak düşündüğü kadının aslında göründüğünden çok farklı olduğunu fark eden Buster, Holly'nin tüm gizemlerini çözmek ister. Aslında bu göründüğü kadarı kolay değildir zira Holly de bir taraftan bir yaprak gibi hayatın rüzgarında umarsızca savrulurken diğer taraftan kendisi hakkında konuşmaktan pek de hoşlanmamaktadır. Buster'in emin olduğu sadece birkaç şey vardır, Holly'nin Tiffany'yi ve orada satılan pahalı mücevherleri çok sevdiği ve "kötü kırmızılığa" sadece burada yakalanmadığı. Bu aslında Holly'nin hayatının en önemli arayışıdır zira Holly aslında "kötü kırmızılıklara" yakalanmadan yaşayabileceği bir hayatın arayışında hüzünlü bir kadındır.

Kitap ilk yayınlandığı yıllarda çok sevilmiş olmalı ki 1962 yılında Blake Edwards'ın yönetmenliğinde filmi yapılmış. Bir taraftan bakıldığında iyi ki yapılmış zira bu sayede hem kendisi çok tanındı hem de Holly Golightly'yi herkes tanıdı diyebiliriz. Ancak film ve kitaptaki konunun bazı önemli noktalarda farklılaşmasından dolayı ben kitabının okunmasını tavsiye edenlerdenim. Daha eğlenceli ve mutlu bittiği için herkesin filmini daha çok sevdiğinin farkındayım ancak kitabın bize tanıttığı gizemli ve hüzünlü kadın Holly Golightly karakterinin gerçek tercihleri sadece kitapta anlatılanlar olurdu diye düşünüyorum. Tiffany'de Kahvaltı'yı çok seveceğinizden ve bir solukta okuyacağınızdan eminim. Şimdiden iyi okumalar!

28 Mayıs 2019 Salı

Çaresaz - Halide Edip Adıvar

Bu kitap Halide Edib'in yazdığı son romanmış (roman olarak tanımlanmak için biraz kısa aslında) ancak hikayesi kitap severler tarafından diğer kitaplarına nazaran biraz basit bulunmuş. Aslına bakarsanız okuduğum diğer kitaplarına göre olay örgüsü ve olayların ele alınışı gerçekten daha çala kalem yazılmış gibiydi ancak ben hikayenin tasvirlerini ve kadın karakterlerini beğendim. Kitabın asıl karakteri kendisine yardımseverliğinden dolayı çare bulan anlamına gelen "Çaresaz" lakabı takılmış olan Mediha öğretmendir. Varlıklı bir aileye doğmuş olmasına rağmen küçük yaşta annesini ve ilerleyen zamanlarda da bazı olumsuz durumlar nedeniyle babasını kaybedince, hayatını kazanabilmek için ilkokul öğretmenliği yapmaya başlar. Bir oda kiralayarak yaşamını sürdüren Mediha, yaşadığı mahallede bulunan eski bir köşkte oğlu ile kalan yaşlı ve hasta Neyyire Hanım'a da içinde bulunan yardımseverlik güdüsüyle yardımcı olmaya başlar. Aralarındaki ilişki iyice ilerleyince Neyyire Hanım Mediha'dan köşke yerleşmesini ister. Köşkün bir odasına yerleşen Mediha ile Neyyire Hanım'ın oğlu Münir Bey'in aralarında zamanla kimsenin ne olduğunu tam anlamıyla açıklayamadığı bir alaka başlar. Aşk mı arkadaşlık mı olduğuna kendilerinin bile bir anlam veremediği bu gelgitli birliktelik aynı mahallede yaşayan insanların de dikkatini çekmiş ve dedikodular başlamıştır. Bu noktada herkes hayatıyla ilgili bir karar alma ihtiyacı hisseder.
 
Halide Edib'in ilk olarak 1961 yılında gazetede tefrika edilen hikaye, Cumhuriyetin ilk yıllarında, sürekli değişen ve gelişen İstanbul'un eski ve güzel semtlerinden birinde (Çamlıca olduğunu tahmin ediyorum) geçiyor. Bu nedenle ben çağdaşlaşmanın büyük şehirlerde yaşayan insanlara getirdiği değişimin bir kadın öğretmen üzerinden anlatılmasını beğendim. Dönemin sokak ve insan tasvirleri tam tahmin ettiğim gibiydi, insanların gelenek ve modernliğin arasına sıkışan ikilemleri de öyle. Dolayısıyla her ne kadar kitabın hikayesi edebi anlamda çok gelişmiş olmasa da, anlattığı dönemleri gözlemlemiş bir yazardan bu yalın hikayeyi okumak hoşuma gitti.

30 Nisan 2019 Salı

Otuzların Kadını - Tomris Uyar

Edebiyat çevresinin en çok aşık olunan fakat sahip olunamayan kadını Tomris Uyar'ın bu incecik kitabı, birbirinden bağımsız farklı öykülerden oluşmuş gibi görünse de, bir yerde hepsinin dönüp dolaşıp tek bir kişiyi tasvir ettiğini fark ediyorsunuz. Dolayısıyla kitap bu noktada tek bir hikayeyi farklı kesitleriyle anlatan dev bir öykü kitabı niteliği kazanıyor. Zaten ilk başta okuduğum öykülerin boşluklarını okuyucu olarak kendim doldurarak ilerliyordum fakat ilerledikçe yazar tarafından bu boşlukların zarif bir şekilde biyografik ögelerle tamamlandığını gördüm. Kitaptan kısaca bahsetmek gerekirse; Tomris Uyar'ın hikayesindeki  Otuzların Kadını, gençliğinde, evlenmeden hemen önce portresini yaptıran mutluluk arayışı içindeki bir genç kızken bir anda kırılgan bir anneye dönüşüyor. Bazen eğitimli ve asi bir şehirli kızken bazen de ağırbaşlı bir kadına dönüşüyor. Yazar otuzların kadınına dair ince detayları o kadar gerçekçi bir şekilde aktarıyor ki, bir süre sonra anlattığı kadınları çok yakından tanımış olmasından şüpheleniyorsunuz. Çok geçmeden okuyucu hisleriniz "Ben ona İskit Amazonları'nın kraliçesinin adını verdim" diyen babanın sözleriyle gerçeğe dönüşüyor. İskit Amazonları'nın kraliçesi Tomris, yağlı boya portreden kendisine bakan kadın ile olan benzerliklerini, olgunlaştıkça ve değiştikçe daha da güçlenen en sonunda da yaşadığı çevreye yabancılaşan otuzların kadınlarına ait öykülerle aktarmayı tercih ediyor.
 
Kitabı otuzların kadını olarak okuyunca sizin duygu ve düşüncelerinizin de anlatılanlarla ne kadar benzediğini fark ediyorsunuz, sanki Tomris Uyar kendisinden ve annesinden ilham alarak ortaya çıkardığı eserine tüm otuzların kadınlarından bir parça çalıp yerleştirmiş gibi. Kitabın dönüp dolaşıp odanın ortasında bulunan yağlı boya bir portreye takılması da ayrıca hoşuma giden detaylardan oluyor. Kitabın durağan bir şekilde ilerlediğini kabul ediyorum, bu nedenle herkesin zevkine hitap etmeyeceğinin farkındayım. Ancak ben çok beğendim, ilginizi çekeceğini umuyorum. İyi okumalar!

17 Nisan 2019 Çarşamba

Şu Dağın Ardı İran - Meltem Vural

Bu aralar İran ile alakalı çok fazla kitap okudum, aslında tesadüfen denk geldi. Bu kitabı da aylar önce Ankara'dan bende hatırı olan birinden okumak için almıştım, okumak bu haftaya kısmetmiş.