Powered By Blogger

29 Temmuz 2014 Salı

Hamlet - William Shakespeare

Shakespeare'nin en etkileyici oyunlarından birisi olan Hamlet ayrıca yazarın en uzun trajedisidir. Özgün adı The Tragical History of Hamlet, Prince of Denmark'tır. Türkçe'ye yalnızca prensin adı "Hamlet" olarak tercüme edilen eserin trajik hikayesi (Danimarka Prensi olmasından da anlayacağınız üzere)  Avrupa'nın kuzey masallarına bağlanmaktaymış. İzlandalı veya Danimarkalı olduğu iddia edilen Amiothi veya Amieth (bazı kaynaklarda Hamlet) olarak bilinen deli bir prensin hikayesi yazılı kaynaklarda da günümüze kadar gelmekte ve Shakespeare'in bu kaynaklardan yararlanarak bu trajediyi kaleme aldığı düşünülmektedir. Hamlet'i kim yazdı ise - Shakespeare veya bir başkası- mitoloji, tarih ve felsefe konularında oldukça birikime sahip olmalı. Eserde Prens Hamlet'in kral olan babasının ölümünden sonra tahta geçen ve aynı zamanda annesi Gertrude ile evlenen amcası Claudius'dan almak istediği intikam anlatılmaktadır (Hamlet babasının hayaleti ile konuşarak onun amcası tarafından öldürüldüğüne inanmıştır). Babasının ölüm acısıyla ve amcasının katil olduğunu öğrenmesiyle iyice çılgına dönen Hamlet, amcasını öldürmek için planlar yapmaya ve  anormal davranışlar sergilemeye başlar (cinayeti soğukkanlılıkla planladığı ve deli olmadığı da söylentiler arasındadır ve psikoanalitik çalışmaların kahramanıdır kendisi). Oyun renkli bir biçimde kahır dolu kederden, hiddet dolu gazaba geçen gerçek ve yapmacık cinnetin izlediği yolu çizer ve ihanet, intikam, ensest, ahlaksızlık konularını işler ve trajik bir sonla sona erer.

Shakespeare'in herkes tarafından bilinen efsanevi "Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!" sözü bu eserinde Hamlet tarafından sorulmaktadır (Hamlet: To be, or not to be, that is the question). Eserin edebi yönü pek çok eleştirmen tarafından eleştirilse de, akıllarda kalan repliğiyle İngiltere tarihinin en çok sergilenen oyunlarından birisidir. Umarım bir gün oyunu da izlemek kısmet olur ancak şimdilik eseri okumanızı tavsiye ediyorum.

"Babamın ruhu zırhlar içinde?
İyiye alamet değil bu;
Korkunç bir oyun oynanmış olmasın?
Çabu gel ey gece! Sen de uslu dur ruhum gecede dek!
Kötü işler gömülse de yerin dibine
Çıkar bir gün insanların gözü önüne." (Hamlet'in babasının hayaleti haberini aldığı an)

Shakespeare'i okumaya yeni başladım diyebilirim. Fırsatım oldukça (eğer mümkünse ayda bir şeklinde) yeni bir eserini okuyarak size tanıtıyor olacağım. "Bir Yaz Gecesi Rüyası" hakkındaki yorumlarım için tıklayınız:

http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/04/bir-yaz-gecesi-ruyas-william-shakespeare.html

25 Temmuz 2014 Cuma

Sandman / Fabllar ve Yansımalar - Neil Gaiman

Elimde okuyacak çok kitap oldukça, her ay birini okuduğum Sandman serisine ara vermek durumunda kalıyorum. Aslında merakla takip ediyorum ancak bazen anlatılanlara odaklanmam gerektiğinden (genel kültür ve mitolojik çok bilgi veriyor) daha uygun bir zamana ertelemek de iyi oluyor. Şimdiye kadar okuduklarım arasında en çok sevdiğim kitap bu: Sandman 6 (Fabllar ve Yansımalar'da geçmişin sislerinden günümüzün kabuslarına uzanan, aşkın ve yaşamın, gücün ve karanlığın dokuz etkili hikayesini sunuyor.) Genellikle Rüyalar Lordu Morpheus'a odaklanan hikayeler, onun geçmişinde ve özel ilişkilerinden de bilgiler vermektedir. Daha önce Sandman kitapları için "birbirinin devamı olmadığına" ilişkin bir yorum okumuştum, yeri gelmişken belirteyim: Evet, devamı değil ama önceki kitaplarda olan bazı şeylerin açıklaması sonraki hikayelere serpiştiriliyor. Bu nedenle eğer okuyacaksanız, lütfen sıralamaya uyarak okuyun. Fabllar ve Yansımalar'da anlatılanlar arasında ilginç hikayeler var, mesela Üç Eylül ve Bir Ocak, Amerika Birleşk Devletleri'nin ilk ve son imparatorunu tanıyoruz; Thermidor, Fransa'nın ihtilalden sonraki Robespierre ile olan yıllarındayız; August, Roma zamanına gidiyoruz ve İmparator August'un her yıl yalnzıca bir gün tebdili kıyafet dilenci gibi halkın arasına karışarak dolaşmasının sebepleri üzerinde duruyoruz (en sevdiğim anlatılardan birisi budur); Yumuşak yerler, Marco Polo'nun dünya seyahatinin bir bölümünün perde arkası; ve en son hikaye: Ramazan. Doğu mitolojisi ve simgelerini içeren bir hikayeyi okumak oldukça hoşuma gitti. Bağdat'ı masal şehri halinde getiren Halife Harun El Reşit'in Düş Lordu ile yaptığı anlaşmayı konu alan bu anlatıda, Doğu kültürüne ait pek çok simge ile beraber "Desert Fantasy" dediğimiz Arap- Fars mimarisi ve mitolojilerinin düşünüzde oluşturduğu tüm imgeler yer alıyor. Her ne kadar hüzünlü bir sonla bitse, düşlerimiz olduğu için yaşıyoruz sonuçta, değil mi?

"Rüyalar bir çok şeyden müteşekkildir oğlum. Hayallerden ve umutlardan, korkulardan ve hatıralardan, hatıralarından ve geleceğin hatıralarından..."

"Çöllerden geçtim ve ıssız bomboş çöllerdeki çöl rüzgarının kayaları, eski duvar kalıntılarını ve heykelleri ne hale getirdiğini gördüm. Rüzgarla kum kucaklaştıklarında şehirlerin kalıntıları, sarayları, tanrıları ve insanlığın br çağı daha yitip gitti. Unutuldu. Hatırlanmadı. Bundan iyisi olmayacak değil mi? ...Bir tek Allah bilir aslında."

Sandman 5 : Sen Oyunu
http://mahrem-i-esrar.blogspot.com.tr/2014/06/sandman-sen-oyunu-neil-gaiman.html

18 Temmuz 2014 Cuma

Sırça Köşk - Sabahattin Ali

Sırça Köşk, Sabahattin Ali'nin on üç hikayesinin ve dört masalının toplandığı kitaptır. "Sırça Köşk" de kitabın sonunda yer alan alegorik bir masaldır. Her ne kadar çocuklar için yazılmış gibi görünse de, aslında direnmeyi ve örgütlenmeyi öğrendiği taktirde halkın iktidarı kolayca yerle bir edebileceğini anlatır. Aynı zamanda daha komün ve eşitlikçi bir yaşamın gizli propagandası yapılmaktadır. Diğer masalları tamamen masal özelliği taşımasa da aynı şekilde alegoriktir (hayvanlar ve simgeler vardır). Hikayeleri ise kısa ve sade bir dille yazılan (her ne kadar bazı eski dilde kelimeler olsa da, kitabın 1947 yılında yayınalndığını düşünmek gerekir) kolay okunan eserlerdir. Büyük bir kısmının -içinde anlatılanlardan yola çıkarak- Sabahattin Ali'nin anıları olduğu kanaatindeyim. Zira kendisi gençliğinin birkaç yılını Almanya'da geçirdiği ve iyi seviyede Almanca bildiği için yazılan hikayelerdeki Almanca tercümanın kendisi olduğunu, haksızlığa uğrayan insanları anlattığı hikayelerin konularını kendi yaşadıklarından veya şahit olduklarından derlediğini tahmin ediyorum. Ancak Sabahattin Ali'nin hikayeleri kendi duygusal ve naif kişiliğinden ayrıca hayatı boyunca haksızlığa uğradığını düşündüğünden olsa gerek, oldukça hüzünlü ve kırılgan. Bununla beraber dönemin (1940lar) yaşantısı, maddi ve hukuki zorlukları ve toplumsal önyargıları adına pek çok bilgi edinebiliriz. En azından Türkiye'nin o günlerden bu günlerde bazı alanlarda önemli bir yol kat ettiğini gözlemleyebiliriz.

Kitabın içindeki bir öyküde (adı "Çirkince") İzmir'in Selçuk ilçesine bağlı Şirince köyünün tarihi geçmişinden biraz söz edilmektedir. En çok ilgimi bu öykü çekti zira önümüzdeki haftalarda Şirince'ye turistik bir gezi yapmayı planlıyordum. Bu nedenle Sabahattin Ali'nin anlattığı zeytinlikleri, incir ağaçlarıyla çevrili yolu, tepeye doğru uzanan çivitli Rum evlerini görmek için sabırsızlanıyorum diyebilirim.
  
"Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter."
 
Sırça Köşk masalından
 
"Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. "Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?" diyorlar. "Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yzılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen bahtiyar insan yok mu?"
 

11 Temmuz 2014 Cuma

Sakın Şaşırma - Orhan Veli

İlk okuduğum andan bu yana Orhan Veli'nin içtenliğine hayranım diyebilirim. Genç yaşında geleneklerin dışına çıkarak yepyeni bir akımı denemesi hatta tanıtıp sevdirmesi başlı başına ilgi uyandıracak bir harekettir. 1941 yılında Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday ile birlikte çıkardıkları Garip adlı şiir kitabıyla yenileşme hareketini başlattıklarında (Bu nednele Birinci Yenicilerin bu hareketine Garip Akımı da denilmiştir) edebiyatçıları "alışılmış şeylerden şüphe etmeye davet ettikleri için güçlü bir muhalefet ile de karşılaşmışlardır. Bütün toplumcu şairler ve gelenekçi edebiyatçılar kendilerini sert bir şekilde eleştirmiştir. Hatta Yusuf Ziya Ortaç bir yazısında "Ey Türk gençliği! Sizi bu hayasızlığın suratına tükürmeye davet ediyorum" diyerek kendilerinden sanki bir vatan haini gibi söz etmiştir. Buna rağmen, toplumda büyük ilgi uyandıran Orhan Veli'nin öncülük ettiği bu akım özellikle yenilikleri destekleyen Nurullah Ataç'ın da desteğiyle Türk şiirinde kendine önemli bir yer edinmiştir. Orhan Veli'nin meşhur "Süleyman Efendi" şiiri, söylendiği kadarıyla, sokakta, kahvehanelerde, sosyal diğer mekanlarda insanların dilden dile aktardığı bir şiir olmuştur (Y.Z. Ortaç'ın ve bazı şairlerin neden bu kadar karşı çıktıklarına şaşırmamak gerekiyor belki de). Garip Akımının ve Orhan Velinin başlıca özelliği süsten arınmış bir yalınlık, içtenlik, duygulara olduğu kadar düşünce ve akla da seslenmek olan şiirlerde belagattan kaçınarak anlama yönelmektir. Süleyman Efendi'nin anlatıldığı şiiri okuyanlar ne demek istenildiğini daha iyi kavrayacaklardır.

Orhan Veli'nin bütün şiirlerini Almanya'da Münih'ten Salzburg'a giden trende okumuştum. O sebeple tekrar okumak hem güzel anılarımı canlandırdı, hem de daha önce fark etmediğim noktaları fark etmemi sağladı: Yaşama sevinci. İçten ve yalın anlatımına hayran olduğum yazarın ne kadar yaşama sevinciyle dolu, güzel havaları ve denizi bu kadar seven biri olduğunu fark etmek kendisiyle aramda özel bir bağ kurdu :)

Dağ başındasın / Derdin günün hasretlik / Akşam olmuş / Güneş batmış / İçmeyip de ne halt edeceksin?

Bekliyorum / Öyle bir havada gel ki / Vazgeçmek mümkün olmasın.

Çayın rengi ne kadar güzel /Sabah sabah / Açık havada! / Hava ne kadar güzel / Oğlan çocuk ne kadar güzel / Çay ne kadar güzel!

Beni bu güzel havalar mahvetti
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden
Tütüne böyle havada alıştım
Böyle havada aşık oldum
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.
-----------------------------------
Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum

Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum

Bir de rakı şişesinde balık olsam.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Sofie'nin Dünyası - Jostein Gaarder

"Sofie'nin Dünyası" okurları için yapılan bazı eleştirilere katılmıyorum. Zira bu kitap hakkında felsefeden çok az anlayan insanların bu kitabı okuyarak felsefe konusunda sahip olduğu birtakım bilgiyle uğraşmadan bir yere gelmeye çalıştıkları söylenmiş. Diyeceğim şu ki, en azından 600 sayfalık bir kitabı okuyarak özet de olsa felsefe tarihi öğrenmiş o kişiler. Siz ne yaptınız? Diyorsanız ki, "bütün felsefe tarihini ansiklopedilerden araştırmak ve kütüphanelerde sabahlamak suretiyle kronolojik olarak öğrendim" ha o zaman saygım büyük, pardon! Sofie'nin Dünyası'nın roman kahramanı Sofie'nin bir gün posta kutusunda "Kimsin sen?" yazılı imzasız bir kart bulur ve o gün en temel sorularla başlayarak esrarengiz bir felsefe öğretmeninden felsefe tarihini öğrenir. İlkçağlardan ve mitolojilerden başlayan dersler Antik Yunan ve Doğa filozofları ile devam eder. Akabinde, tahmin ettiğiniz üzere, Demokritos, Sokrates, Platon ve Aristoteles'i felsefi akımlar (Helenizm), kültür etkileşimleri (Ortaçağ ve Rönesans), Barok dönem, Descartes, Spinoza, Locke ve Hume izler. Aydınlanma çağı ve Romantik çağ filozoflarından kısaca bahsedildikten sonra (Kant, Hegel, Kierkegaar, Marx) tam olarak filozof denilemese de, en azından düşünür/bilim adamı diyebileceğimiz Darwin, Sartre ve Freud anlatılarak günümüze gelinir. Tabi bu süreçte Sofie kendi hayatına dair ilginç sırlar da keşfedecektir. Roman içinde roman denilebilecek, her yaştan insanı kendi içine çekebilecek türden bir başyapıt, mistik tarihin felsefe taşı...

Oldukça başarılı bulduğum bir kitaptır. Bu başarıyı kitabın kolay okunması veya mükemmel bir kurgusu olması gibi durumlarla destekleyemeyeceğim ancak öyle tahmin ediyorum ki yıllar süren bir araştırmanın ve çalışmanın  ürünüdür. Kitabın insanlar üzerindeki olumlu bir etkisi de, eğer felsefeye ilgi duyuyorsanız, sizi araştırmaya itmesidir (ki ilgi duymayanların kitabı bitirebileceğini pek sanmıyorum). Sağladığı derin bigiler açısında genel kültürünüzü geliştirecek bir kitaptır. Okunmasını tavsiye ediyorum.

Yine de kitaba dair bazı eleştirilerimi belirtmek isterim: Bir tanesi bazı tarihi bilgilerin yanlış verildiği yönünde ki bu normal olabilir zira 1991 yılında yazılmış br kitaptan söz ediyoruz ve 25 yılda bazı tarihi gerçeklerin aslında öyle olmadığı ortaya çıkmış olabilir. İkinci bir husus da, Hristiyanlık ideolojisinden ve bu ideolojinin felsefeye olan ilhamından uzun uzun söz ederken, İslam felsefesinden oldukça az bahsediyor. İslam felsefesi de büyük bir coğrafyayı etkileyen önemli bir ideoloji olduğu için daha fazla bahsedilmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Ayrıca "gizemcilikten" (mistisizm) söz ederken "Ben Tanrı'yım"ı anlatması ancak Hallacı Mansur'dan veya "yaradılanı yaradandan ötürü sevmeyi" anlatırken Yunus Emre'den hiç bahsetmemesi veya Mevlana gerçeğinin göz ardı edilmesi de dikkatimi çeken bir nokta.

"İyi bir filozof olabilmek için gereksindiğimiz tek şeyin hayret etme yeteneğimiz olduğunu söylemiş miydim? Eğer söylemediysem şimdi söylüyorum: İyi bir filozof olma için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir."