Powered By Blogger

25 Nisan 2013 Perşembe

Madam Bovary - Gustave Flaubert

1857 yılında basılmış olan bu roman edebiyatçılar tarafından çağdaş ilk realist roman olarak değerlendirilmiştir. Yazıldığı dönemde içeriği sebebiyle büyük tepkiler toplamış ve toplumun bazı kesiminin Flaubert'e cephe almasına sebep olmuş bir kitaptır. Ancak, burjuvazi kadınlarının sıkıntılarını ve ruhsal bunalımlarını anlattığı için kadınlar tarafından sevilmiştir. Ayrıca, Time dergisi tarafından 2007 yılında "tüm zamanların en iyi on kitabı" listesinde Tolstoy'un Anna Karenina'sının ardından ikinci seçilmiştir. Birinci ve ikinci kitabın oldukça yakın konular içerdiğine dikkat çekmek isterim :). Ancak kahramanların psikolojileri arasında biraz farklılık var. Emma Bovary tatminsiz bir kadın, daha doğrusu sahip olduklarıyla yetinmeyi ve mutlu olmayı başaramamış birisi. Doktor olan eşi Charles Bovary ise neredeyse tam tersi: saygın bir mesleği, güzel bir eşi, sıcak ve huzurlu bir yuvası olduğuna inandığı için mutlu bir adam. Kabul etmek gerekirse biraz da sıkıcı. Bayan Bovary evlenerek kurtulduğu köy hayatından sonra kasabada sıkıcı bir doktorla yaşamayı da beğenmeyerek daha lüks, pahalı elbiseler ve seçkin insanlarla dolu bir yaşamı arzular (muhtemelen bulsaydı bunu da beğenmeyecekti). Bu sebeple kendini hayallere, resim yapmaya, piyanosuna ve duygusal romanlar okumaya verir.  Bay Bovary eşinin bazı psikolojik sorunları olduğunu fark ettiğinde hava değişiminin ona iyi geleceğini düşünerek başka bir kasabada doktorluk yapmaya başlar. Bayan Bovary ilk günlerde biraz memnun olsa da, yine aynı umutsuzluğun içinde bulur kendini. Bebeği olduktan sonra da bu durum değişmez. Başka adamlarla yasak ilişkiler yaşar, kasabanın satıcısından saçma sapan alışverişler yapar. Bu kasabada işleri yolunda gitmeyen Bay Bovary'nin ise maddi sıkıntıları baş gösterir. Bayan Bovary ise daha çok şehvet, daha çok alışveriş peşinde koşmak için senetler imzalayarak büyük borçların altına girer ve bunları uzun süre eşinden saklamayı başarır. Ancak artık köşeye sıkışacağı ve kaçayacağı zaman da gelecektir.
 
Cahrles Bovary'nin naif mutluluğu kitap boyunca beni üzdü, bütün gün hastalarıyla ilgilendikten sonra eve gelip huzur buluyordu adam: "Yalnız, her akşam alev alev yanan bir ateş, hazır bir sofra, yumuşak bir koltuk buluyordu; bir de ince bir zevkle süslenmiş, tazelik, serinlik kokan hoş bir kadın."
 
"Kitap okurken hiçbir şey düşünmezsiniz. Saatler geçer. Görür gibi olduğunuz ülkelerde hiç kımıldamadan dolaşırsınız. Zihniniz anlatılanlara dolanarak ayrıntılara dalar ya da serüvenlere takılıp gider, romanın kişilerine karışır. Onların giysileri içinde yüreği atan sizsinizdir sanki."

18 Nisan 2013 Perşembe

Çöl - Jean Marie Gustave Le Clézio

2008 Nobel Edebiyat Ödülü alan Le Clézio'nun 1980 yılında yazmış olduğu bir kitaptır. Le Clézio bu kitabı sayesinde L'Académie Française tarafından verilen Paul-Morans Ödülü'ne layık görülmüş ayrıca 1994 yılında yaşayan en büyük Fransız yazar seçilmiştir.Kitapta öncelikle 1910 yıllarına ait, Kuzey Afrika'nın çöllerindeki Fransız işgaline karşı birleşen çöl kabilelerini anlatarak başlıyor. Kabilelerin hepsi kutsanmış olduğunu düşündükleri Ma-El-Ayn'in çevresinde toplanıyorlar. Ancak onların bu umuda yolculukları Nur adındaki bir erkek çocuğunun gözünden anlatılıyor. Kitapta iki öykü iç içe örülü. İkinci öyküde Lalla Havva adındaki bir kızın gözünden anlatılan çöl yaşamıyla günümüze yaklaşıyoruz. Tam olarak zamanı tespit edemesem de, 1980'lere yakın bir tarih olduğunu tahmin ediyorum. Lalla Havva henüz 15-16 yaşlarında, öksüz, halasıyla yaşayan bir genç kız ancak küçük bir kız çocuğu gibi çölü her gün yeniden keşfediyor: kumlarda yürüyor, yeşil çöl kertenkelelerinin peşinden koşuyor, ıtırlı kokularını duymak için kayaların arasında filizlenen küçük bitkileri parmağında eziyor. Lalla'nın gözlem yeteneği gerçekten etkileyiciydi. Çevresindeki herşeyi gözlemleyip farkındalığını arttırıyor ve kendi doğrularıyla yaşıyordu. Bir de sağır-dilsiz çoban Hartani'ye duyduğu aşk var tabi. Hartani'nin çevresindeki insanlardan çok farklı olduğunu düşünüyor, insanlardan uzak durması ona gizemli geliyor belki de. Sonrasınra hiç sevmediği bir adamla evlendirilmek istendiğini öğrenince Hartani'yle beraber çöle kaçıyor. Buradan sonrası baş döndürücü bir hızla ilerliyor ki ben anlayamadım bile: yakalanma, Marsilya'ya gönderilme, otelde iş bulması, hamile kalması veya bir fotoğrafçı tarafından keşfedilip ünlü bir kapak kızı olması. Kitap çölü ve Marsilya'nın pis arka sokaklarını anlatırken ne kadar durağan ve detaycı ise, bu olayları da o kadar hızlı geçiyor. Bu yönüyle şaşırtıcı biraz. Lalla'nın ataları, Mavi Adam denilen (Nur'un çevresindeki çöl savaşçıları) savaşçılar. Ancak Nur'un hikayesi ile Lalla'nın hikayesini ben birbirine bağlayamadım, kitap boyunca bunun bekledim açıkçası. Okunmaya değer bir kitap kanaatimce (tercümesi pek başarılı değil), çöl hayatı ve çölün gizemi hakkında pek çok şey öğreniyorsunuz. Ancak kısaca söylemek gerekirse, bu hikaye umudun hikayesi.
 
En sevdiğim yönü, Nur'un hikayesi anlatılırken suyun öneminin vurgulanmasıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse, suyun değerini ben bu kitaba kadar yeterince anlayamamışım: "Nur suyu içtikçe onu kuyudan kuyuya kovalayan boşluğun içine dolduğunu hissediyordu. Bozbulanık ve tatsız sıvı, midesini bulandırıyor ve susuzluğunu gidermeye yetmiyordu. Su sanki bedenini kum tepelerinin ve engin taşlı düzlük yerin sessziliği ve yalnızlığıyla dolduruyordu."
 
Bir de Lalla'nın annesinden miras bir çöl şarkısı var tabi:
 
"...bir gün ah birgün, güneş kararacak, arz merkezine kadar yarılacak, deniz çölü kaplayacak, bir gün ah bir gün, gözlerim ışığı görmeyeceki ağzım adını söylemeyecek ve o gün yarimden ayrıldığım gün olacak..."


11 Nisan 2013 Perşembe

Stajyer - Saira Rao

Birkaç yıl önce bir yayınevinin  5 kitabı paketleyip uygun fiyata sattığı kampanyalardan aldığım kitaplardan biriydi Stajyer. Kitabı okumak istememin sebebi hukuk fakültesini yeni bitirmiş bir genç kızın Federal Yargıcın yanında yaptığı bir yıllık staj-danışmanlık tecrübesini paylaşıyor olmasıydı. Çok başarılı bulmasam da kitabın dikkat çektiği birkaç önemli nokta var: Bir tanesi -ki bu kitabın temelini oluşturmaktadır- hukuk fakültesinde asla öğretilmeyen konular. Kitabın kahramanı Sheila haklı: hiç kimse hukuk fakültesinde işe başladığınız ilk gün bir sosyopatla karşılaşabileceğinizi size öğretmez. İnsanları dışardan asla tanıyamadığımızı bir kez daha bize anımsatır Sheila'nın başından geçenler. Her ne kadar çok ünlü, başarılı, görüşleri hukuk fakültelerinde doktrin olarak okutulan bir federal yargıç da olsanız sosyal hayatta nasılsınız acaba? Ayrıca, yıllar süren hukuk eğitiminde insanların fark etmediği bir şey ilk incelenen davada birden dikkatinizi de çekiverir: "dava özetini elimden bırakırken kendimi sersemlemiş hissettim. Bu gerçekti. Gerçek bir insanın hayatı muallaktaydı. Ölen birisi için sağlanacak adalet de öyle. Şimdiye kadar yargıç olmanın ne kadar zor olduğunu hiç fark etmemiştim."
 
Kitap Amerikan hukuk sistemine genel bir bakış ve biraz da eleştiri yapmakta. Dolayısıyla, bu sistemin işleyişi hakkında biraz bilgi sahibi oluyorsunuz kitap bitince. Türkiye'den çok farklı olduğu için bir yönüyle ilginç sayılabilir ancak yine de zamanı değerli olanlar için zaman ayırmaya değmeyecek bir kitap olduğu kanaatindeyim. İyi okumalar.

5 Nisan 2013 Cuma

Siddhartha - Hermann Hesse

1946 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan Hermann Hesse'nin bir başyapıtı olarak tanıtılıyor Siddhartha. Kitabı beğendim. Hindistan'da bir Brahman'ın oğlu Siddhartha'nın kendini arayışının öyküsüdür diyebilirsiz kısaca. Onun yıllar içinde nasıl olgunlaştığını ve kendine neler kattığını adım adım takip edebiliyorsunuz. Öncelikle genç, bilgiye doymayan ve sürekli yeni arayışlar içinde olan Siddhartha'dan zamanla gerçek bilginin nerede nasıl bulunabileceğini fark eden ve hayat tecrübesine en son empatiyi ekleyen yaşlı Siddhartha'ya ulaşmanın adımlarını görebiliyorsunuz. Aslında bu kadar basit değil. Sevgili Hesse bu kitabı yazmadan önce çok geniş bir araştırma yapmış gibi görünüyor. Muhtemelen Hindistan'a giderek bu felsefeyi çok yakından incelemiştir. Belki bu sebeple, kitapta terimler Sanskritçe'dir (Hint - Avrupa dil ailesinin Hint-İran koluna bağlı en eski lisanı). Bazı yerlerde insanı zevklere dalan Siddhartha'yı "Sansara'ya aldanmış", ormana gidip çilekeşlerle yaşayıp aç kalmayı ve beklemeyi öğrenen Siddhartha'yı "Samana", meditasyon yöntemini ise "Om" olarak tanımlamaktadır. Hayatının bir döneminde Buddha ile karşılaşan Siddhartha ondan "Gotama" (gerçek adı) ile bahsedecekti. Hayatının son demlerinde karşılaşmış olduğu küçük bir ücret karşılığı insanları kayığıyla ırmaktan geçiren yaşlı Vasudeva'nın sırrı ise meğer adında gizliymiş (Vasudeva Hint Mitolojisinde Irmak tanrısının adıymış). Doğu felsefelerine dair daha fazla bilgim olsaydı, kitaptaki bir çok noktanın gerçek anlamını daha iyi kavrayabilirdim ancak yinede okunası bir kitap.
 
"Sen de benim gibisin, insanların büyük çoğunluğundan farklısın. Kamala'sın sen, yalnızca Kamala; içinde dingin bir yer, sığınılacak bir yer var, ne zaman istersen benim gibi oraya çekilebilir, kendini kendi evinde hissedebilirsin. Pek az insanda vardır bu, oysa herkes buna sahip olabilir."
 
Not: Kamala Siddhartha'nın aşık olduğu kadının adı ve lotus çiçeği anlamına gelmekteymiş.